Ana Sayfa 1998-2012 Cumhuriyet ve Demokrasiye geçiş

Cumhuriyet ve Demokrasiye geçiş

TÜRKİYE Cumhuriyeti, son elli-altmış yılında iyice belirginleşen haliyle varlığını tehdit eden zor bir dönemden geçmektedir. Bu durumu, vatanını milletini seven, memleket gerçeklerini bilen her aydın görebilmekte, ülkeyi ve milleti sevmenin ötesinde sorumluluğunu duymaktadır. Duyabilmelidir de…

- Reklam -

Türk Yurdu dergisinin Mayıs 2001 sayısında “Ayın Yorumu” olarak yer alan yazısında bir yazar, “87 Yıllık Cumhuriyet Tarihimizin en zor dönemini yaşıyoruz” diye başlayan cümlesiyle bunu ifade etmekte. O yazıda Fransız Liberasyon Gazetesinin, on yıl arayla birbirine ters düşen iki yazısındaki başlıklar, bizim açımızdan oldukça dikkat çekici. Makalenin yazarı buna işaret ederek “Fransız Liberasyon Gazetesi, diyor, bu defa on yıl önce yaptığı gibi “Parlayan Türk Yıldızı” başlığını atmak yerine, durumu “Türk İflası” olarak yansıtıyor. Söz konusu yazının şu cümleleri ise daha da düşündürücüdür: “Gazetede yer alan” Bir Cumhuriyet; Atatürk’ün otoriter modeli “; Marc Semir imzalı “Nefesi Kesilmiş Türkiye” başlıklı yorumda Türkiye artık nefesi bitmiş, günümüze uymuyor” denilmekte.

“Le Figaro” da birinci sayfadan anonslu olarak verdiği “Türkiye, Tükenmiş Bir Rejim” başlıklı haberde “Çeyrek asırdır Avrupa’nın kapısını çalan ve iki yıldır aday olan Türkiye’nin AB kapısında daha pek çok bekleme riski var. Osmanlı döneminin “Hasta Adamı” Türkiye hasta olmayı hep sürdürdü” deniliyor.

XX. yüzyılı değerlendirmeden önce bir önceki yüzyıla, XIX. yy ortalarına uzanalım. Çoğunuzun kabul ettiği gibi “Tanzimat” görünüşte yürekli bir atılımın, ama aslında talihsiz sona doğru yol alışın adıdır. İyi niyetle başlatılan bu “Yeniden Düzenleme”sonunda, bir bilim adamımızın da belirttiği gibi, “Bilgisizlik, deneyimsizlik, kadrosuzluk, biçim, gösteriş, entrika, sığlık, israf, lüks tüketim, sefahat ve sefalet düzleminde kalan ve yeniden yapılaşma, ihtiyaç duyulan anlam, derinlik, içerik, işlev ve etkinlikten yoksun bir yetersizlikler toplumu oluşmuş” ve sonunda ülkeyi çöküntünün eşiğine getirip bırakmıştır. (Yıldırım, Prof. Dr. Dursun: XX. yy Türk Edebiyatı Tarihi ve Edebi Açıdan Bir Bakış, Türk Yurdu, Mayıs 2001 165.s 16.s)

Anlatılan o dönemin Türk Milletine ödetilen bedeli bir Cihan Devleti’nin sona ermesi olmuş ve bu millet bağımsızlığını Milli Mücadele’ yi kazanabilmiştir. Savaşın baş kumandanı ise Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmuştur. 1923-1938 yılları arasında Türk İnkılâp Hareketi ile yeni bir devletin temeli atılırken gerçekten yeni bir düzenleme gerçekleştirildi. Bu gün, zaman zaman içine düştüğü zorluklara, siyasi ve iktisadi krizlere rağmen, Türkiye Cumhuriyeti’ne dayanak olan da Atatürk’ün yaşadığı yıllarla sınırlı kalan bu dönemdir, diyebiliriz.

1919’ dan 1938’e kadar Geçen 19 yıl

XX. yüzyılın ilk yarısında, 1920’de TBMM’nin açılışından1938’ de Atatürk’ ün ölümüne kadar geçen dönemde milletçe diri ve geleceğine güvenle bakan bir durumdaydık, gerçekten bizi düze çıkaracak birikime sahip olduğumuza inanıyorduk. Bu durum 1940’lı yılların ortalarına kadar da devam etti.

- Reklam -

Bu birikimi, 1919’da Samsun’a çıkan Erzurum ve Sivas Kongrelerini topladıktan, Büyük Millet Meclisi’ni açıp Millî Mücadele’yi zaferle taçlandırdıktan sonra Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1 9 yıl içinde gerçekleştirdiği millî politikalar ve Türk İnkılâbı ile gerçekleştirdik ve kazandık. O büyük insanın “Türk İnkılâbı” olarak adlandırdığı silkiniş ve çağdaşlaşma hareketine, bilerek ve kasıtlı olarak “ihtilâl” yakıştırması yapanlar o daha ölmeden boy göstermeye başladı! Ölümünden itibaren yayınlanan bazı kitap, gazete ve dergilerde gördüğümüz “Kültür devrimi”, “Anadolu İhtilâli”, “Kutsal İsyan” ve bir zamanlar “sürekli devrim” çığırtkanlıkları nedir, kim açıklayabilir, söyler misiniz? Türk inkılâbı, yine söyler misiniz, kökten koparak, milliyetten uzaklaştırılarak ve Avrupa’yı taklit ederek, sözde lâiklik perdesi altında “kurnazca” dine sırt çevirmek suretiyle yapılmış bir “ihtilal” mi, bir “kültür devrimi” midir, yoksa Anadolu insanının geleceğini düşünerek yapılan bir değişme ve dönüşüm hareketi mi?

Atatürk’ü iyi anlamak lâzım

Yakın tarihimizin bu 19 uzun yılını her gün ve saatini gözler önüne sermeden, her hareketini ayrıntılarına inip incelemeden, değerlendirmeden ve hele hele Nutuk’u satır satır okumadan, anlamadan ne Atatürk’ü ne de onun bütün ömrünü verdiği Türk inkılâbını anlayabiliriz. Millî Mücadele, “Kuvayi Milliye” denilen Türk ruhunun bütün vatan sathında soluk alıp verişidir. Bu ruhu, Sevr ile paramparça edilmiş Anadolu coğrafyasında yeniden şahlandıran Atatürk adlı bir Bozkurttur! Türk Posta İdaresi’nin pulları üzerine sürşarjla bastırdığı, kâğıt paralarımızda yer alan “bozkurt” resimleri bunun en güzel ifadesi değildir de nedir? Türk Ocakları o büyük insanın ziyaret ettiği her şehir veya kasabada ilk uğrağı olmamış mıdır? Ankara’daki o görkemli Türk Ocağı binasını yaptıran, büyük salonun alınlığındaki altın yaldızlı kurt başını oraya koydurtan, yapımı sırasında bazen her gün gelip nasıl olduğunu mimârından soran, onu hayranlıkla seyreden o insan, Gazi değil midir? Zaman göstermiştir ki, ölümünden sonra “Ey Millet! Gerçek Atatürkçüler biziz!” diyenler, “Onun yolundan sadece biz gidiyoruz!” diye tam tersi bir yola sapanlar ona ve onun inkılâplarına ihanet etmişlerdir… Atatürk’le geçen o 19 uzun yılın sonrasında ikinci 19 yıl, çekilen nutuklara, göstermelik hareketlere karşılık ilk 19 yılı içine alan 1919-1938 arasındaki döneme göre, Atatürk’ün önderlik ettiği ve bir ferdi olduğu Türk milliyetçiliği hareketi açısından, bir bakıma yerinde sayış, bir çözülüş ve geriye gidiş olarak değerlendirilebilir.

Onun ölümünden sonra, çizdiği yoldan sapıldığını gösteren pek çok olay, sergilenen pek çok tutum ve davranış var. Bunlar hiçbir zaman unutulmalı, olup bitenler mutlaka araştırılmalı, öğrenilmeli ve bilinmelidir.

Çeşitli örnekleri arasından sadece birini hatırlamak yeter: 1944 “Irkçılık-Turanlık” davâsı. Bu davâ, bir devrin yüzkarasıdır.

- Reklam -

Bir devrin Devlet Başkanı (İ. İnönü), bir gençlik bayramında millete, bu milletin milliyetçi aydınlarını “şuursuz ve vicdansız fesatçılar” olarak takdim etmiş, “fesatçıların tezvirlerine, Türk milletinin mukadderatını teslim etmemek için elbette Cumhuriyet’ in bütün tedbirlerini kullanacağız” diye haykırmıştır. Tutuklamalar, tabutluklar, işkenceler, yargılama ve 65 oturum sonunda alınan adaletin verdiği karar, bu sözleri yalanlar mahiyettedir: “Bu nümayiş (3 Mayıs 1944) millî bir ideolojinin, millî olmayan bir ideolojiye karşı tepkisinden ibarettir. Sanıklar suçsuzdur, beraatlerine…”

Yakın tarihin gerçeklerine eğilir, ülkede neyin ne olduğunu, nasıl sonuçlandığını görür, araştırırsak tabiî, bu gerçekleri görebiliriz. Atatürk’ ün ölümünden bugünlere aradan tam altmış yıl geçti. Fakat, görülen odur ki son altmış yılda kalkınma ve refah yolunda atılan pek çok başarılı adıma yakışır millî bir hayat ve Türk kimliği kazanamadık, üstelik her geçen gün bu kimliğimizden bir şeyler de kaybettik.

Türk milliyetçiliği, Türk inkılâbı, Türk düşüncesi yerine, hepsinin başına Atatürk adını ekleyerek, o büyük önderin açtığı yoldan saptırılmak fikri hâkim kılınmak istendi. Bunu yapanların kasıtlı olarak hareket ettiği düşünülmedi. Birileri “Atatürkçü düşünce” derken, düşünceye pranga vurulmak istenildiği görülmedi, anlaşılmadı. “Hayatta en hakikî mürşit ilimdir” diyen o büyük yol göstericinin, düşünceye adıyla set çekilemeyeceğini aklın süzgecinden geçirmedik. O, milletinin zekâsına, büyüklüğüne inanan insandı. O, milletinin engin düşüncelere sahip olduğunu bilen insandı. Ve o, gücünü Türklükten, milletinden alıyor, bunu da açık açık söylüyor, yaptıklarını Türk milletine mâlediyordu.

Atatürk’ün her hitabında “Aziz Türk Milleti! ” diye sözlerine başlamasındaki hikmeti ve “Türk Milleti çalışkandır, zekidir!” derken hançerisini yırtarcasına o haykırışındaki inancı, ondan sonra başa gelen yöneticiler ne gösterdiler ne de kavrayabildiler… 1960’lardan sonra hemen her on yılda bir, askerî darbe hareketi yaşandı. Siyaset, kalkınma, sanayileşme millî eğitim ve kültür meselelerinde zikzaklar çizildi, paramız durmadan değer kaybetti. Dilimizde çok söylenen “Para pul oldu!“ sözü doğrulandı… Bu gün kim söyleyebilir, XX. yy’ın ilk otuz kırk yılında, hem de savaşlar vererek eriştiğimiz güce, koruduğumuz millî değerlere bu gün de aynı ruhla sahip bulunduğumuzu? Yüzyıl önceki durumdan farklı bir hal içinde yaşadığımızı kim söyleyebilir? Sevr’ den Lozan’a ulaşmak, attığımız şanlı şerefli bir adımdır. Düyunu Umumiye’den kurtulup, eski yeni bütün borçları sıfıra indirmek, yeni kurulan bir devlet olarak yağıyla kavrulur hâle gelmek elbette az şey değildi…

Yıllar ne getirdi, ne götürdü?

Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık makamlarına gelenlerin, hem de sık sık Amerika, Avrupa ülkelerinin başkanlarına, başbakanlarına yapılan ziyaretleri, sadece iki millet arasındaki ilişkilerden ibaret olarak mı değerlendirilebilir? Bir söz vardır bizde: “Gelene gidilir.” Yoksa, arka planda bir takım yardım, destek arama ve kredi isteme gezileri miydi bunlar, ne dersiniz?

II. Dünya Savaşı’ndan sonra, hızla dış kaynak, yabancı destek talebinde bulunuldu. O günlerin siyasî coğrafyası da bu destek aramada bir sebepti elbette; bunu da göz ardı etmemeli. Fakat, bu geliş gidişler sebepsiz değil. Borç batağına nasıl itelendik, bunu da bilmek de fayda var…Tutumlu bir toplumdan tüketici bir toplum haline gelmemiz, getirilmemiz hiçbir zaman unutulmamalı. Cumhuriyet ilân edildikten sonra doğan ilk nesiller, bizler tüketmek için değil, tutumlu olmak üzere eğitildik. Üst üste savaşlardan çıkmış bir millet, yoksullaşmış ve daraltılmış bir coğrafyada yaşamak zorunda bırakılmış insanlar olarak yetiştik, yetiştirildik… Savurganlık yapmamayı öğrendik.

Bugünün İMF’si, Dünya Bankası ile dünün Düyunu Umumiye’si arasındaki farkı da varın siz düşünün! Pontus, Rum, Ermeni, Çerkez, Kürt hareketleri, isyanları XX. yüzyılın başından itibaren, Cumhuriyet’in ilânından sonra da görüldü. Dinî saptırmalara, yobazlık, gericilik, tarikatcılık, mezhep ayrımcılığına, bu arada etnik başkaldırmalara her devirde rastlanmış, çeşitli irtica eylemleri, ayaklanma girişimleri görülmüştür. Atatürk devrinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bütün bu karanlık hareketlere uyguladığı açık bir politikası vardır. Varlığımızı tehdit eden her ayaklanma hareketi, kesin şekilde ve zaman kaybedilmeden; insanlık ve din dışı her hareket, hemen üstüne gidilerek cezasını bulmuştur. Çoğu yabancı kaynaklardan beslendiği ve tertipli bir şekilde ülkeyi, milleti bölme hareketi olduğu için ve bir kısmı da lâiklikle bağdaşmadığı ve doğrudan dini âlet etmeye yönelik emeller beslediği için bu tür davranışlara izin verilmemiştir…

Bir takım haklar “insan hakları” maskesine büründürülerek demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıymış gibi, bir de “Helsinki zirvesi, Kopenhag kriterleri” ne bağlanıp ortaya sürülünce, insan ister istemez, yakın tarihimizde şahidi olduğumuz olayları, içine düştüğümüz –veya düşürüldüğümüz– bâdireleri hatırlamadan edemiyor.

Çok partili siyasî hayata geçişin ilk provaları 1924 ve 1930 yıllarında yapıldı. Her iki denemenin başlayışı ve son buluşu iyi değerlendirilmeli, Atatürk’ün tutumu dikkate alınmalıdır. II. Dünya Savaşı’nın bütün sonuçları ile bu geçişin değerlendirilmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin o tarihte vardığı nokta, esaslı bir şekilde ön hazırlıkları yapılmadan, partilerin kuruluş ve yapılacak seçimlerin ne şekilde olması gerektiği araştırılmadan girişilen demokrasi hareketi, elbette istenilen başarıyı gösteremeyecekti. İşte bunun içindir ki çok partili hayata geçişimiz, demokrasi tarihimiz bakımından geride kalan XX. yüzyılın siyasî ve içtimaî gelişmeleri de ele alınmalı, neler olduğu ortaya konulmalıdır. Bu yapılmadan bu gün içine düştüğümüz durum hakkında doğru yorumlara ulaşmamız mümkün değildir. Dayatılan “Reform”lar, içimizdeki bazı etnik unsurlara azınlıkmış gibi davranılma gereğinin öne sürülmesi, “ana dil”lerin konuşulması konusunun hiç yoktan gündeme getirilmesi, Anayasamızda “Devlet dili Türkçedir” hükmünün bulunmasına rağmen öğrenilmesine izin vb. hususlar, her birinin ne anlama geldiği üzerinde düşünülmesi, hesabı kitabı yapılması gereken meselelerdir. Avrupa Birliği’ne girme sevdâsı ile birlikte Kıbrıs’ta oynanan oyun da ayrıca ele alınması şart olan diğer önemli meselelerimiz.

“Hâkimiyet, kayıtsız şartsız milletindir!”

TBMM Genel Kurulu’nun başkanlık kürsüsü duvarında yer alan bu söz, gerçek anlamı ile anlaşılmıyor, yaşatılmıyor, yaşanılmıyorsa Cumhuriyet’ten, çok partili siyasî hayata geçilmesinden, demokrasiden söz etmek ne ifade eder? Demokrasiye geçildi geçilmesine ama, gerekleri yerine getirilemedi. “Siyasî Partiler” ve “Seçim” kanunları temelden değiştirilmeden, TC Anayasası, o sözün gereklerini yerine getirir duruma ulaştırılmadan Cumhuriyet de tehlikede, rejimin geleceği de…

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -