- Reklam -
Ana Sayfa 1998-2012 Milliyetçilik Üzerine Bir Remzi Oğuz Vardı

Milliyetçilik Üzerine Bir Remzi Oğuz Vardı

0

Bilim ve fikir adamlığı yanı sıra büyük bir Türk milliyetçisi olan Remzi Oğuz Arık, ülkemizde çok partili siyasî hayata geçişin sözü edildiği yıllarda, demokrasi konusunda memleketin geleceğini ve gerçeklerini dikkate alan bir görüşe sahipti. Onun düşünce ve görüşlerini kaleme aldığı dönemde demokrasiye bir “ideal kutsîliği” verilmek isteniyor, bu sisteme geçişle mucizeler yaratılacağına inanılıyordu. O böyle düşünülmesine karşıydı. Neden karşıydı, anlatalım.

O, bir yazısında Türk milliyetçilik anlayışının Kuvayi Milliye hareketiyle başladığını söyleyip şu gerçeğe işaret ediyordu: “Devletçilik, lâiklik, inkılâpçılık gibi prensiplere birer ideal kutsîliği vermekten uzağız. Meselâ demokrasiyi kayıtsız şartsız baş köşeye geçirdiğimiz de sanılmasın. Vaktiyle “Çığır” da yazıldığı gibi tecanüsü tam bulmamış, çokluğu her bakımdan ön safta yürümekten kalmış cemiyetlerde demokrasi, ancak millet bütünlüğünü parçalar, bu parçalanmaya ön ayak olan azlıkları körükler”.

GEÇEN ELLİ YILDA NELER DEĞİŞTİ?

Bu satırların yazıldığı tarih 1940’lı yıllardır. O tarihten bugünlere geçen kırk elli yıl içinde tanığı olduğumuz olaylar, demokrasiye geçişten sonra görüp yaşadıklarımız, Remzi Oğuz’u haklı çıkarmıştır, diyebiliriz. Ayrıca onun, demokrasi gibi lâiklik ve inkılâpçılık konusunda ifade ettikleri ve bizi dikkatli olmaya davet etmesi de boşuna değildi. Biliyoruz ki, o ne lâik düşünceye ne de inkılâp hareketine karşıydı; demokrasiye de karşı olmadığı gibi… Sadece bu kavramlara “ideal kutsîliği” verilmesinin yanlış olacağına işaret ediyordu. Söz gelişi lâliklik “cemiyetimizde bir muvazene faktörü” olarak düşünülmeli, öyle kabul edilmeliydi. Ancak bu yoldan cemiyette istikrarın yitmemesi sağlanabilir, değişen dünya şartları ve hayatın binbir ihtimali karşısında “souplesse” söz konusu olabilirdi. Zaten biz, onun ifadesiyle, tarih boyunca tesâmüh (tolerance), bugünkü söylenişiyle hoşgörü göreneğine sahip bir milletiz. Bu yüzden, “bu prensipler bizim milletimiz için ideal değil, bütün tarih boyunca tahakkuk ettirdiği tesâmühün bir varış noktasıdır”. Milliyetçiliği böyle anlayabildiğimiz takdirde de Türk aydınlarının devletçi veya inkılâpçı, cumhuriyetçi, lâik veya halkçı olması da normaldir ve bunun hiç bir şekil ve su rette yadırganması mümkün değildir.

Bugün lâiklik, devletçilik, halkçılık, inkılâpçılık-devrimcilik, demokrasi ve çağdaşlaşma tartışmaları içinde neler duyup nelere tanık olduğumuzu düşünerek, Remzi Oğuz’un görüşlerini ve düşündüklerini bir kere daha muhakeme süzgecimizden geçirmekte fayda var.

TÜRK’ÜM, NE MUTLU BANA!

Çok uzun bir süreden beri tartışma konusu yapılan, zaman zaman birtakım bölünme ve sürtüşmelere sebep olabilen bu kavramlarla ilgili düşünceler, hiç şüphesiz bir defa daha aklın mihenginden dikkatle geçirilmeli, ortak bir görüşte birleşilmeli, bunların doğru yorumları artık yapılabilmelidir.

Gelelim, bu vatanda yaşayıp da, başka türküler çığırma meselesine! Her geçen on yılda, asker bir müdahalede bulundu; demokrasi askıya alındı. Tekrar çok partili hayata dönüş, tekrar müdahale, tekrar seçimler ve millî iradenin Meclis’te tecellisi… Bunlara sebep neydi; Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin dikta hevesi mi? Hayır. Kendilerini “başka türküler çığırma” hevesine kaptıranların yaratmaya kalkıştıkları anarşi, sözde devrimci eylemler, bölücü ve ayrılıkçı hareketler… Asıl sebep böylece özetlenebilir. Sağduyu ile hareket edilmesi gerekirken, arada bazen “çatlak sesler”in çıktığına dün de şahit oluyorduk, bugün de…”Türk’üm” demek şöyle dursun, bugün gözümüzün içine baka baka Türk vatandaşlığını bile reddetmeye kalkışan, ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nimetlerinden pay alma sözkonusu oldu mu ön saflara geçenler hem sayıca az değil ve hem de bunlar demokrasiden yararlanıyorlar ve çıkarlarına onu âlet ediyorlar! Bu “azlık”lar, eğer hiçbir şekilde hoş görülmeyecek istek ve ham hayâllerine demokrasiyi âlet ettiler ve hâlâ ediyorlarsa, bu haince anlayışı sorgulamak ve bu durumu derinliğine düşünmek, değerlendirmek, bir karara varmak zorundayız. Demokrasi, millî çıkarlarımıza hizmet ettiği ölçüde bir anlam taşıyabilir ve yine açık bir gerçektir ki, hem ondan vazgeçmemiz söz konusu olamaz, hem de millî çıkarlarımızdan herhangi bir fedakârlıkta bulunamayız…

Bütün bu söylenenleri değerlendirerek bir tespit yapmak gerekirse şunu diyebiliriz: “Lâiklik, inkılâpçılık, (hattâ “sosyalizm”) gibi kimilerince hesaplı kitaplı olarak ve saptırılarak, cemiyetimiz bakımından sözü edilen bu kavramlar, Remzi Oğuz’un da açıkça belirtmiş olduğu şekilde hiçbir zaman “ideal kutsîliği” olan kavramlar değildirler. İdeal değil, sadece toplum düzeni ve millî hayatımız için gerekli olabilecek, şartların emrettiği sürece vazgeçilmezliği düşünülecek kavramlardır. Türkiyemiz, Türklüğümüzle övünüyor, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaktan gurur duyuyoruz. Kim ki böyle düşünmüyor, ayrı renkler, bayraklar düşlüyor, kendini bu topraklardan kopuk hissediyorsa, bizden değil!

Sözün burasında Atatürk’ün bir özdeyişini hatırlatmanın tam sırası:

“Ne mutlu Türküm diyene!” Büyük önder bu sözü bilerek söylemişti.

BİZİ BİRLEŞTİREN ANCAK ‘”VATAN” FİKRİDİR!

Dün olduğu gibi bugün de bizi birleşmeye çağıran, birlik olmamızı gerekli kılan neydi ve bundan böyle de ne olabilir?

Bu soruya cevabı, yine Remzi Oğuz Arık’ın görüş ve düşüncelerinde arayalım.

O, “bizim ideolojimizi dayadığımız realitelerin başlıcası toprağımızdır” diyor. Bu sözleri ile hepimizi “vatan” sevgisi ve düşüncesinde birleşmeye çağırıyor… Onun ifadesiyle “ideal kutsîliği” ancak, üzerinde doğup yaşadığımız toprak için söz konusudur, vatanımız için söylenilebilir. Türk milliyetçiliğinin tarifinde de vatan esastır; vatansız milliyetçi olmaz.

Evet, bizi birleştiren, ancak “Vatan” düşüncesi olabilir.

Türk milletinin vatan deyince, onunla bir tuttuğu toprak, Anadolu’dur. Anadolu, sınırlarını atalarımızın kanlarıyla çizdikleri, alın terleriyle âbâd edip bize armağan ettikleri Türk vatanının adıdır. Biz, bin yıl önce ata yurdundan kopup bu toprakları kendimize anavatan yaptık! Remzi Oğuz’un “Anadoluculuk” konusunda başı çekenler arasında olması sebepsiz değildi elbet. O, Anadolu’yu “başının üstünde haritadan bir bulut gibi” hissetmemiz gerektiğini söylerken, bin yıl önce, bugünkü OrtaAsya Türk Cumhuriyetlerindeki kardeşlerimiz gibi, bir zamanlar bizim de bir parçası olduğumuz bugünkü Türk ellerini unutmuş değildi; sırtını var olan bu Türk dünyasına çevirmiyordu… Yirminci yüzyıl başlarında, üst üste felâketler yaşamış, elimizde kalan Anadolu topraklarının da, ne acıdır ki düşman çizmesi altında çiğnenmesine şahit olmuştuk. Bu zilletten bir ölüm kalım savaşı vererek, Millî Mücadele sayesinde kurtulabildik, varlığımızı da “Kuvayi Milliye Ruhu” sayesinde koruyup sürdürebildik. O büyük insan, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk gibi, böylece bir gerçekten hareket ediyor, “Misak-ı Millî” ile çizilen millî sınırlarımızı kast ederek “Anadolu” fikrinde karar kılıyordu. Ayaklarımız üstünde durabilmek, varlığımızı sürdürebilmek, milleti “ebed müddet” kılabilmek için gerekliydi bu.

Peki ama, bir yerde yanlışlık yapıldı.

Nerde mi dersiniz? Anlatalım.

TÜRK MİLLİYETÇİLİK

ANLAYIŞINDA BİR AŞAMA

“İdeal” ile “realite” karıştırıldı! Ziya Gökalp’ın “Turan” kelimesine yüklediği anlam, aslında, geçmişte de benimsediğimiz, uğrunda seve seve kan döktüğümüz “Kızıl Elma” idi. Hiç şüphesiz, “Anadoluculuk” değil de, daha geniş kapsamlı, ideal kutsîliği de olan daha değişik bir kelime, daha anlamlı bir kavram bulabilirdik. Ama Anadoluculuk, yine de engin bir ideale doğru yol alırken, Türk milliyetçilik anlayışında bir aşamadır; bunu böylece kabul edelim. Birine “Irkçılık-Turancılık” safsatasıyla kement attık, ötekinin ise ne anlama kullanıldığını kavrayamadan karşısında olduk!

Görülüyor ki yakın tarihimizde, akıl ve bilimle ilgisi olmayan, millî çıkarlarımızı bir yana bırakan, ne tarih, ne mantık çerçevesine sığdırılabilecek bir keşmekeş içinde bunalıp kalmışız. Buna bilerek sebep olanlar da var, bilmeden âlet olanlar da!

Bu keşmekeşten biraz olsun kurtulabildik mi? Ne gezer!.. Sayıları az da olsa, hâlâ milliyetçiliğe yan bakanlarımız, belli siyasî hareketlerle birlikte düşünenlerimiz var. Bu düşüncelerine, hiç sıkılmadan Atatürk’ü âlet etmekten de çekinmiyorlar. Bu durumdan, böylesine bir sapkınlıktan en çok gençlerimiz etkileniyor. Gençlik, millet ve devletimizin geleceği bakımından tek ve en büyük teminat. O Atatürk ki, Büyük Nutku’na son verirken Türk Gençliğine boşuna seslenmemiş, şunları söyleme gereğini hissetmiştir:

“Bugün vâsıl olduğumuz netice, asırlardan beri çekilen millî musibetlerin intibahı ve bu aziz vatanın, her köşesini sulayan kanların bedelidir.

Bu neticeyi, Türk gençliğine emanet ediyorum.

Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza etmektir”.

Bunları söyleyen ulu önder değil miydi?
 

Exit mobile version