Ana Sayfa 1998-2012 Aydınlık (Münevverlik)

Aydınlık (Münevverlik)

Batı dillerinden İngilizce’yi şöyle böyle ama, Almanca’yı iyi bilirim, hattâ bir Alman televizyonunda açık oturuma katılacak, tartışacak kadar. Zaten Almanya’da bir bankada gençliğimde çalıştım, Alman firmaları ile ilişkim oldu ve Almanca konuşulan Avusturya ve Kuzey İsviçre’de de bulundum. Hâlen de Alman dostlarımla internet üzerinden temastayım ve Almanca medyayı da her gün kesintisiz izlerim, elektronik postama bültenler gelir.

- Reklam -

Yukarıdaki satırları sadece bir maksatla yazdım, yani Almanca konuşulan bölgeyi ve onun insanlarını iyi tanıyorum demeye getirdim. Peki, bunu neden demek istedim? Çünkü şimdi bir iddiada bulunacağım da ondan. Nedir bu iddia? Şu: Almanca konuşulan bölge insanları için bir “Aydınlar Sorunu” yoktur! Biraz aşina olduğum İngilizce konuşan ülkelerde de bu soruna ne rastladım ne de duydum. Ama Türkiye’de eski tabir ile “Münevver” yeni deyim ile “Aydın” hep baş konulardan birisidir. Türkiye’nin hemen hemen her sorununun sorumlusu bu anonim (adsız) aydındır.

Evet, Türkiye’de hangi taşı kaldırsanız altından bir aydın çıkar. Halkın ve aydınların, aydınlardan büyük şikâyetlerinden biri de aydının elini taşın altına koymamasıdır, yani sorunlara eğilmemesidir veya yanlış ve/veya kötü eğilmesidir. Bu tümcenin başında “halkın ve aydınların” dedim. Bizde genellikle “halk” ve “aydınlar”, homojen / mütecanis bir kitle imiş gibi algılanır. Meselâ halk (seçmen) şu mesajı verdi, denir. Sanki halk toplanmış ve oy birliği ile bir hususa karar vermiş gibi… Aynı mantık aydınlar için de yürütülür.

Bir husus da “okumuş”, “mektep/okul bitirmiş” ile “Aydınlanmış kişi=Aydın”ın karıştırılmasıdır. Okumak, okul (mektep) bitirmek aydın olmanın tabiî ki şartıdır. Okumadan, öğrenmeden aydın olmak mümkün değildir. Ama okuyup da karanlıkta kalmak, aydınlanmamak da mümkündür maalesef. Somutlaştırayım. Bir insan lise bitene kadar normal bir eğitim gördüğü halde mes elâ, nazar değmesin diye mavi boncuk takıyor veya taktırıyorsa veya kısmeti açılsın diye muska taşıyor veya taşıtıyorsa veya yağmur yağsın diye dua ediyor veya ettiriyorsa (bizde böyleleri bakan bile oluyor hem de milenyumda!?) veya ÖSYM sınavını kazanmak için evliya (!?) ziyaret edip ağaca çaput bağlayıp taşa tuğla parçası yapıştırmaya uğraşıyorsa veya kaynana gelinden, gelin kaynanadan kurtulmak için üfürükçüye gidiyorsa veya hamile kalamayan kişi hocaefendiye göbeğine yazı yazdırıyorsa, o kişiler ve bu gibi hususlara inananlar, okumuş ama aydınlanmamış kişilerdir. Boşuna okumuş kişilerdir, hattâ profesör ünvanlıdırlar ama köpek giren eve melek, Azrail girmez bile derler… Böyle kafalar çift kompartımanlı kafalardır. Metafizik ve fizik aynı kafadadır, ama fizik duvara asılmış veya masanın üzerindeki süs gibidir…

Bizde henüz, Batı’da var olan ama oralarda adından söz edilmeyen ama yaygın aydın tipi oluşmamıştır. Nedir, kimdir bu aydın? Değerli hocalarımızın uzmanlık alanına girip fikir yürütmek istemem ama ben kısaca şöyle formüle etmek istiyorum: Dünyanın ileri, pırlanta kafaları tarafından -o an için- genel kabul gören iyi, doğru, güzel parametreleri prensip olarak benimsemiş ve bunlara çıkar beklemeksizin uymayı, bu parametrelerin çiğnenmesi durumunda uygarca, gereğinde özveride bulunarak ve taraf tutmadan tepki göstermeyi etik, erdemli değer haline getirmiş donanımlı kişi, aydındır. XVIII. yüzyıl aydınlanmasının ünlülerinden Voltaire, mealen, “… fikirlerinize karşıyım, ama onları söyleme özgürlüğünüz için ölmeğe hazırım…” demiş. Bazı kısıtlamalar içinde işte bu “fikri söyleme özgürlüğü” genel kabul görmüş ve görmekte olan evrensel kişisel haktır. Bu hak, onu söyleyenden bağımsızdır. Bir dilenci, bir başbakana “… siz ulusu kötü yönetiyorsunuz, derhal istifa ediniz!..” diyebilir. Ama o başbakan “… sen sus pis dilenci, senin dilini kopartırım…” diyemez. Çünkü ikincisi hem hakaret hem de tehdit içermektedir, terbiye dışı oluşu bir yana…

Yurdumuzda, geçen 2005 yılında çeşitli olaylar oldu ve kamuoyuna da yansıdı. Bunlardan biri roman alanında ün yapmış olan yazar Orhan Pamuk’un dış basına, bir İsviçre gazetesine verdiği beyanat idi. Pamuk, mensup olduğu ulusunu, bir milyon Ermeni’yi ve otuz bin Kürt’ü öldürmekle suçluyordu. Türk Ulusu’na hakaret gerekçesiyle Türk Ceza Yasasına muhalefetten dolayı hakkında dava açıldı. Sol eğilim ağırlıklı 169 kadar -adları ve sanlarına göre “okumuş” ve de “aydınlanmış olması gereken”- kişi bir bildiri yayınlayarak Voltaire kişiliğine büründüler, yani Pamuk fikrini söyleme özgürlüğünü kullandı, demeye getirdiler. Bağa üzüm yemek için girmedikleri açık seçikti!

Yurdumuzda 2005 yılında aşağı yukarı aynı zaman diliminde bir başka ilginç olay oldu. Van 100. Yıl Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın’ın evi basıldı ve bazı suçlar ile itham olundu. Yurt dışında olan rektör hemen yurda döndü. Tutuklandı ve eli kelepçeli olarak adliyeye ve tutukevine gönderildi ve tam 75 gün tutukluluk süresi sürdü. Hastahanede bile odasının penceresi demir parmaklıkla korundu. Daha önce Van’da bir politikacının oğlu karakol basmış ve oradan adam kaçırmıştı. Bu kişi ise tutuksuz yargılanıyordu. Kamuoyu, bu meyanda bu yazının yazarı ben de, kaçmamış ve kaçması da söz konusu olmayan Rektör Prof. Dr. Yücel Aşkın’a reva görülen muameleyi yadırgamış ve maksatlı bulmuştu. Devletin, yargının kendine göre argümanları olabilirdi. Ama kamu vicdanını rahatlatıcı izahat ortada yoktu.

- Reklam -

Pamuk hakkındaki bildiriyi eğitimli olduğu kesin 169 kişi imzalamıştı ve bildiri de “Aydınlar Bildirisi” adlıydı. Aydınlanmış kişi bakımından o olayın faili değil ama fiil/eylem/olay önemlidir. Bu 169 kişiden hattâ öncelikle ne beklenirdi? Yücel Aşkın için de bir bildiri yayınlamak! Ama maalesef, bizdeki Aydın/Münevver tanımı ve parametreleri ile Batı’daki arasında farklar olduğundan, yani “Batı işte ‘o’ sebepten Batı” olduğundan, Cumhuriyet yazarı Ali Sirmen’in (Cumhuriyet 13.01.2006) dediği gibi “Benim Mağdurum İyidir Aydınları” oluşuyor ve Voltaire’nin evrensel sözü, “à la Turca”laşıyor ve sakatlanıyor. Konuyu Milliyet yazarı Meral Tamer oldukça irdeledi, çok da iyi etti.

Evet sol düşünce ağırlıklı defolu aydınlarımız böylece utandırıcı bir çifte standart örneği sundular bize. İmdi, acaba durum sağ tarafta farklı mı dersiniz? Hayır! Hiç de farklı değil ve hattâ galiba biraz daha da defolu. Geçenlerde Ayça Yıldız Tanrıdağlı adlı Orkun yazarı, Toplumsal Malzeme adlı yazısını şöyle noktalıyordu: “… Bizler, Türkçüler olarak bizatihi kendimizin toplumumuza nasıl bir malzeme sunduğumuzu biliyor muyuz? Hangi artılarımız var? Sözümüze ve borcumuza sadık mıyız? Vergi kaçırıyor muyuz? Trafik kurallarına aynen uyuyor muyuz? Küçükleri sevip büyükleri sayıyor muyuz? Ayda, çeşitli konularda ve dillerde kaç dergi ve kitap okuyoruz? Çocuklarımızın eğitimine önem veriyor muyuz yoksa kitap, harçlık, beslenme çantası, birkaç tokat ve okula salmayı eğitim mi sanıyoruz? Çağdaş uygarlık düzeyine uyum sağlıyor muyuz, günde kaç kez “lütfen!” diyoruz? Çevremizi koruyor muyuz? Turan’daki, çok yakınımızdaki Azerbaycan’daki gelişmeleri izliyor, onları tanıyor muyuz, yoksa Bakü, Bişkek ve Duşambe de neresi mi diyoruz? Türkçülükten biraz hamaset ve bol sövgü ve kimi zaman şiddet de katkılı etkinlik mi anlıyoruz?..” Ben, Tanrıdağlı’nın tespitlerine bir de bu, aydın/münevver olmanın şartlarına ne kadar uyduğumuzu eklemek istiyorum. Aslında eklenecek daha çooook şey var ama…

Not: Bildiğim kadarı ile Yağmur Atsız da benzer yasalar gereği fikir suçundan yargılanıyor. Ama nedense ona hiç kimse sahip çıkmadı. Galiba sadece bir yazısında Hasan Pulur değindi, o kadar. İşte bizdeki ışıksız Aydınlık!

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -