Bilgisayar teknolojisindeki akıl almaz ilerleme, kalemle kâğıdın saltanatına son verir mi? Bilinmez ama, bu gidişle, tam sonuç alınmasa bile, saltanatın sarsıntı geçireceği muhakkak.
Fazla nostaljik sayılmazsa, kâğıt ve kalemin yerini hiçbir âlet ve malzemenin tutamayacağını zannediyorum. Ne bileyim? Bilgisayardan önce elektronik daktilolar, ondan önce de, bildiğimiz şaryolu yazı makinaları vardı, yine de kalemle irtibâtımızı koparmadık.
Şimdilerde ortalık tam bir “disket” istilâsına uğradı. Bırakın risâle, kitap hacmindeki eserleri, kütüphâneleri bile bu disketlere sığdırıyorlar. İnternette yayınlanan gazete ve mecmualar var. Yine de, insan, eliyle sayfalarına dokunmadığı nesneye kitap, gazete muâmelesi yapamıyor.
Ekranda görünen ile kâğıttan okunan aynı metin, aynı lezzeti vermiyor. Bunun sebebini, “psikolojik” etiketinin altına toplayalım. Psikolojik sebepler insan için çok şey ifâde eder. İnsan, baştan başa psikolojiktir. Gökdelenlerin tepesinde kuş gibi sekerek çalışan insanla, ikinci katın balkonunda dizleri titreyen insanın davranışları, psikoloji dışında ne ile açıklanabilir?
Bu yüzden, psikolojiyi önemsemek gerekiyor. Kâğıdın ve kalemin bıraktığı zihin hâtırâsı, öyle kolay kolay silineceğe, ortadan kalkacağa benzemiyor. Daktilonun en hızlı yazanı ve akıllısı, nasıl kalemi yok edemediyse, disketin en aliyyü’l-âlâsı da kâğıdı, kitabı hükümsüz kılamayacaktır.
“Kitap” lâfzının, bâzı kullanışlarda “Kur’ân” yerine geçmesi; “kalem” kelimesinin hem ilk vahy âyetlerinde yer alması, hem de müstakil bir sûreye (Nûn) ortak isim olması; bu iki tâbire İslâmî sıfatlar ilâve etmiştir. Bunlara yönelen sıcak bakışların, daha ziyâde “mü’min” gözlerinden çıkması, yadırganmamalıdır… Çünkü, mü’min, “münevver” insandır.
“Münevver”, sebeb-i vücûdu olan “nûr”dan uzaklaştırılıp yeni yetme “aydın” sözüne hapsedildiğinden beri, iki yakamız bir araya gelmiyor. Hamlet’in o meşhur cevâbında üç def’a tekrarladığı “kelimeler!” sayhâsı, Türk kültür hayâtında tam bir enkâzı işâret ediyor.
“Aydın”, “münevver”i aslâ karşılamıyor. Hiçbir ışığın, “nûr”un yerine geçmesi, nasıl mümkün değilse, “aydın”daki karanlık muhâlifi hava da, sâdece gözleri oğuşturmaya yetecek miktarda. Bu derecede zayıf, çelimsiz ve “nûr”a muhtaç bir ışık fukarâsının; Türk kültürü, medeniyeti, hayâtı gibi devâsâ sâhalara huzmeler göndermesi imkân dâhilinde midir?
Kur’ân dilinde “nûr”, ilâhî menşe’li ve daha ziyâde mânevî hasletleri olan bir ışık kaynağıdır. Bir başka deyişle, “imân”dır. “Aydın”daki sathîliğin ve soğukluğun sebebi, Kur’ân’la münâsebetini kesmiş olmasıdır. İslâm târihinin tanıdığı en şanlı “münevver”lerden Mevlânâ: “Ben, bir ayağı Kur’ân’da, diğer ayağı dünyâyı dolaşan pergelim.” diyor. Ne hakîmâne bir “münevver” târifi… Hem dünyâyı dolaşacak bir bilgi hamûlesine sahip olacaksın, yani “mütebahhir” sıfatını kazanacaksın; hem de Kur’an’dan ayrılmayacaksın.
“Men bende-i Kur’ân’em! / Eğer cân-dârem.” diyerek hayâtını hülâsa eden Mevlânâ, aynı zamanda kültür bahçesinde bahçevanlık yapmanın reçetesini yazıyordu.
“Münevver”in ufuk açıcı ve kucaklayıcı hasletleri “aydın”da olmayınca, köksüz ve ürkek adımlarla kendimizi kandırmaya çalışıyoruz. Nâfile gayret, beyhûde çırpınış… “Aydın”dan “münevver” çıkmaz… Hele “edîb”, hiç çıkmaz…
Edebiyât, “edeb”in ilmidir. Dolayısıyla da “edîb”, edebli insandır. “Edeb”i olmayanın âdâbı olur mu?. Türk kültür hayâtının içine düşürüldüğü gayyâ kuyusunda, hangi edebiyâtdan bahsedilebilir? Ne kadar edebsiz varsa, hepsi kalem sâhibi olma iddiasında. Ortalık, suya hasret abdesthâne manzarası içinde. Göz, kulak ve burun dayanacak gibi değil.
Eskiden, sâdece kâğıt üzerindeki işâretlerle aktarılan yazılı metinlere dayanan ve bu yüzden “okuma” adını alan bilgi, mâlûmat edinme ameliyesi vardı. Şimdi öyle mi ya? Hemen hemen bütün uzuvlarımızla farklı bir kültür faaliyeti ge rçekleştiriyoruz. Kâğıdın, kalemin, kütüphânenin çok ciddî ve insanı ayartan rakibleri var.
Aslında, günlük yaşayışımızda bize takdim edilen kolaylıkların, estetik yönden hızlı bir yükselişe sebep olması lâzım. Aynı şekilde, yükselmesi beklenen bu estetik seviyeden, edebî dünyamızın da nasîbini alması icâb eder. Normal zihin antrenmanı, bu neticeye varıyor.
Ne var ki, Türkiye’de tam tersine bir gelişme yaşanmakta. Hayâtımız teknoloji nimetleriyle kolaylaştıkça; edebiyâtımız, “edeb” yönünden dibe vuruyor. Bu arada, üzerinde ısrarla durulması gereken bir husus da, ahlâkî endişeleri bir kenâra bırakan ve sâdece “üslûb” noktasına bakarak ahkâm çıkaran bakış açısıdır. Buna göre, adı lâzım olmayan bir yığın – yalnız – yazar; Sodom, Gomore ve Pompei’nin son günlerindeki sapıklıklara rahmet okutturacak pespâye varak-pâreleriyle “üslûb” sâhibi oluyorlar.
Türk milleti, tâ “Orhun Kitâbeleri”ni diktiği dönemden bu yana, ne çektiyse ahlâkî zaafa uğramaktan, uğratılmaktan çekti. Edebsizliğe prim vermek, bunu yapanlara alkış tutmak, sırf içerdeki beyinsizlerin mârifetiyle baş göstermiyor. Hastalığın mikrobu “ithâl”. Bu mikroba karşı, bedenimizden önce, rûhumuzu aşılamamız lâzım.
Türk târihinin efsâne isimlerinden Kürşad, adı etrâfında teşekkül eden destanla birlikte anılmayı, bütün rûhî ve uzvî hasletleriyle hak etmiştir. Onun; ortaya koyduğu cesâret, düşmana verdiği korku, Türk milletine aşıladığı istiklâl duygusu, aslında birden fazla destan doldurur.
Kürşad’ın, kendinden sonraki nesillere bıraktığı en büyük miras, elbette “moral, mânevî değer, yürek gücü” gibi karşılıklar bulan “rûh kalkanı”dır. Bu, yâni “rûh kalkanı”, istisnâsız bütün çağların en büyük ve güçlü silâhıdır. Sâdece taarruz hâlinin değil, aynı zamanda müdafaanın da tek müracaat ve ilticâ mevkii, “rûh kalkanı”dır.
Hele bir de “rûh”un ölümsüzlüğüne imân etmişseniz, Kürşad olmak için hiçbir mâniniz kalmamıştır. Lâkin, “Kürşad” menziline varan yol, bu kadar kısa ve zahmetsiz değildir. Hem dikenli, keskin taşlı; hem de sabır küpünü çatlatacak uzunlukta bir yoldan söz ediyoruz. Tasavvufdaki “terk-i terk” noktasına ulaşan ve “terk” fikrini üstünden silkip atan velî gibi; “Kürşadlık” makâmına erişen “serdengeçti” de, rûhun ebedîliğine tutulan aynada kendini görmeye başlamıştır.
Bu rûh aynasında; ölüm, korku, ihtiras, vesvese gibi fâni özellikler taşıyan küçüklükleri göremezsiniz. Ölümden bahis açılmayan bir vâdide, “Kürşad” olunmaz da ne yapılır?
Şu, içinde yaşadığımız zamânı işgâl eden desiseci, yalancı, dolancı, dalkavuk rütbeli insanlar Kürşad’a bakarak hangi mesajı alabilirler? Dünyaya yayılmaya çalışılan yapmacık “Çin” korkusu, bizim diyârımızda da korkacak tâifeler buluyorsa, daha ne gibi bir Kürşad tavrından bahsedeceksin? Ağyâra fırsat vermeden, ipimizi kendimiz çekiverelim, olsun, bitsin… İçimizdeki ip çekiciler emre âmâde bekliyorlar.
Yavuz Sultan Selim’in tek oğlu ve onuncu Osmanlı hükümdârı Sultan Süleyman Hân-ı Evvel’e “Kaanûnî” ve “Muhteşem” sıfatlarıyla hitâb edilmesi hatâ (!) imiş. Bir akıllı (!), “bu unvanlardan birincisini içeride biz verdik, diğerini de dışarıda yabancılar yakıştırdı.” diyerek, her iki tâbiri de bu hükümdârın hak etmediğini isbatlamaya (!) çalışıyor.
Güyâ, 1520-1566 arasındaki kırk altı yıllık Kaanûnî devri, “kaanunsuzluk”ların ayyûka çıktığı bir zaman dilimi olmuş. Pîrî Mehmed Paşa’nın azledilmesinden (hâlbuki azl değil, emekliye sevk) Fuzûlî’nin meşhûr “Şikâyetnâme”sine kadar uzatılan münferid bir takım hâdiseler, bu, sözde ve yakıştırma “kaanunsuzluk” etiketine mesned sayılıyor.
Yine aynı fukarâ mantığa göre, bu Pâdişâh’ın saltanat yılları, başta Fransa’ya verilen kapitülâsyonlar olmak üzere, Malta önündeki akâmet, şehzâdeler arasındaki -fâciaya alem- veliahdlık müâdelesi göz önüne alındığında, nasıl “Muhteşem” olabilirmiş?
Bindiğimiz dalı, böyle âciz bakış açısı ve mütalâalarla kesiyoruz. Sonra da, “niye hâlâ çukurdayız?” diye feryâd u figân koparıyoruz?
Sultan Süleyman Hân-ı Evvel, anasının ak sütü gibi helâl olan “Kaanûnî” ve “Muhteşem” sıfatları ile; Türk târihine de, dünyâ târihine de nakş edilmiştir.
Bir başka memlekette görülmeyecek zebunküş gayretlerle, kendi değerlerimizi horluyor, onların varlığından rahatsız oluyoruz. “Kaanûnî Sultan Süleyman” kelimeleri, o kadar klâsik hâle gelmiştir ki, bu sultânımızın adına ilâve edilecek başka tâbirler, yadırganmaktadır. Aynı şekilde, “muhteşem” sözünün Batı dillerindeki karşılıkları, yabancı târih kitaplarında, hep bu Türk pâdişâhı’nın ismiyle birleştirilerek konmaktadır. Zamânımızdan mâziye uzatılacak, bu “redd-i miras” kandilinden başka şey kalmadı mı? Bu reddiyeciliğin en önemli sebeplerinden biri “yükseklik korkusu”.
Süleymâniye Câmii’nde, ilk safta, iftitah tekbîri için ellerinizi kulak memelerinize doğru kaldırdığınızda, aradaki pencereyi, duvarı ve haziredeki mezar taşlarını saymazsanız iki, üç adım ötenizdeki Kaanûnî Türbesi’ni düşünmez misiniz? 1566 yılının bir Eylül gününde, bu mekânda kılınan cenâze namazını ve az ilerideki toprak yığınına teslim edilen Cihân Pâdişâhı’nı fikr ettikçe, bu “ulvî” mekânın daha bir hikmetle dolduğunu hissiyâtınıza anlatmaz mısınız?
Yine, “Süleymâniye” tefekkürü içinde, mutlaka bir Mimar Sinan figürü bulunmaz mı?
Hiç, Sinan’sız bir Süleymaniye düşünülebilir mi? Dünyâda, kendi mezârını inşâ eden kaç mimâr vardır? Mesleği, unvânı, titri “mimâr” olup da, kendisine mezar yapan âdemoğlu, elbette çıkmıştır. Ama, Sinan kâbında bir “kutup” arasak, bulur muyuz?
Eserlerindeki ihtişâma bakıp da, mutantan bir Sinan türbesi hayâl etmeyin… Eski “Bâb-ı Meşîhat”, bugünkü İstanbul Müftülüğü bahçe kapısının çapraz karşısında, Süleymaniye Câmii’ne bitişik denecek kadar yakın mesâfede yer alan “Mimar Sinan Türbesi”, belki de düne ait mezarların en alçak gönüllüsü. Yalnız İstanbul’u değil, Osmanlı coğrafyasının akla gelen her noktasını gergef gergef işleyen “Koca Sinan”ın, böylesine mütevâzı ve sâde bir kabirde yatması, onu daha da büyütüyor. Hakkında, top top gönül kumaşları kesileceğini, muhakkak, kendisi de biliyordu.
Kaanûni ile Mimar Sinan, birbirlerine ne kadar yakışıyorlar. İkisinin adının, Süleymâniye’de kılınan farz namazlarından önceki duâ dâvetinde anılması, hayrı ve san’atı kol kola girmiş gösteriyor. Yıllardır Türkiye eğitim kademelerinde “mesen” tâbirini İtalyan patenti ile okutmaya, öğretmeye çalışan idrâk ehline, Kaanûnî’nin şahsında görünen san’at, san’atkâr hâmiliğini hangi kalıba dökerek, nasıl anlatmalı?
Bunu başardığımız gün, Türk’ün yükseklik korkusu kalmayacaktır…
Rahmetli olmuş birinden bahsederken: “şimdi kemikleri bile yoktur.” deriz. Yine aynı tarzda sohbetlerimizde, ölenin ahfâdından duyulan hoşnutsuzluğu anlatmak için de: “Mezârında kemikleri sızlıyor.” tesbitinde bulunuruz.
“Kemik” üzerinde bu kadar hassâsiyet göstermemizin ciddî sebepleri olabilir mi? Tıbbî bakımdan, insan ve diğer eklemli canlıların en geç kaybolan unsurları, kemik. Dolayısıyla, kemiğin dayanıklılığı ön plâna çıkıyor. Ayrıca, Yâsin sûresinin de içinde bulunduğu pek çok Kur’ân beyânında, “ba’s ü ba’de’l-mevt” fiilinin remzi, “birleştirilecek kemikler”le dile getiriliyor. İslâm yaşayışından mülhem “kemik” motifi, günlük hayâtımıza, folklorumuza köklü biçimde yerleşmiştir.
Lâkin, bu “kemik”li sözlerden, cümlelerden hareketle, rahmetli olmuş insanların hâtırâ ve izlerini, sâdece “kemik” içine hapsetmek de çok yanlış olur. Çünkü, dünyâ hayâtını hakkıyla yaşayan ve ardında derin izler bırakan fânîler, ölümleri sonrasında, aslâ “kemik”lerine bakılmaksızın; hayırla, hasenâtla, minnetle, hayranlıkla yâd ediliyorlar.
Meselâ, Türk mimarîsinin bugünkü bîçâre ve dramatik zavallılığına bakıp da: “Mimar Sinan’ın kemikleri sızlıyordur.” tahmininde bulunmak, doğru olmaz. Çünkü, o Koca Mimar’ı, sızlayacağını zannettiğimiz -belki de şu an mevcut olmayan- kemiklerinden sormamız, kemikleri bilemeyiz ama, hâlâ ayakta duran eserlerinin taş ve mermerlerini sızlatır.
Büyük insanlar, sıradan telâkkînin sınırlarını aşan insanlardır. Onların, “büyüklük” bahsinde attıkları ilk adım, “et ve kemik”ten ibaret süflîlikleri çiğnemiş geçmiştir. Terk edilen ve mevcûdiyet listesinde yer almayan vücud parçaları için, nirengi noktaları koymak, hakkâniyete ve de “büyüklük” bahçesine yakışmaz. “Kemik’, küçük dünyâların malzemesidir.
Geçenlerde, bir şehirler arası otobüs şirketinin servis minibüsünde: “Selânik, Gümülcine, Dedeağaç Seferlerimiz Başladı” yazısını üstünde taşıyan ilânı okudum. Vücudumun titrediğini hissettim. İçimden Yahyâ Kemâl’in mısraları, sıcak damlalar hâlinde aktı:
“Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum,
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,
Duydum akıncı cedlerimin ihtirâsını…”
Sonra, bahsedilen şirketle buralara gideceklerin pasaport almaları gerektiğini düşündüm. Daha dün denecek kadar yakın zaman öncesinde, hepsi de bizim olan bu vatan parçalarının, sınır ötesinde kalmaları, zihnimde bir tayflar geçidi meydâna getirdi.
1532’deki Alman Seferi’nde Leipzig’den “lepiska” saçlı dilberleri atlarının terkisinde getiren Türk akıncılarının “nal” sesleri, 93 ve Balkan fâciâlarından sonra sökün eden göçmen kâfilelerinin araba ve kağnı gıcıtlarına karıştı. Balkan, Rumeli, Trakya, Bosna, Budin, Belgrad, Tuna kelimeleri; akşam vakti denize düşen hâreler gibi kalbime gömüldü.
Türk târihinin şeref levhalarıyla mes’ûd olmak çok güzel ama, “sikke”nin bir de “tura” tarafı var. Viyana önlerinden Çatalca’ya, hattâ Yeşilköy’e ric’at edişimizin hikâyesini, gerçek sebepleriyle yazmaz ve çocuklarımıza öğretmezsek; Selânik, Dedeağaç ve Gümülcine’nin haritadaki yerlerini bile gösteremeyen insanlara T.C. vatandaşı demek mecbûriyetinde kalırız.
Binlerce yıllık Yahudi rûyâsını Filistin topraklarında gerçekleştiren bir avuç insana bakarak, Türk maârif sisteminin içinde bulunduğu çıkmaz sokağı daha iyi anlıyoruz. Muhtaç olduğumuz şeyler arasında “millî târih şuûru”nun baş köşeye oturtulması, pek çok büyük eksiği giderecek önemdedir.
İsrâil realitesinin, her şeyden önce “târih şuûru” demek olduğunu, bizim dışımızda herkes biliyor… Kendimize bir iyilik yapıp, biz de bilelim.
İyilik; karşılık beklemeden, hiçbir menfaat hissine kapılmadan, insanın kendi irâdesiyle yaptığı müsbet davranışlardır. Umûmî kanaate göre, iyilik, birinin diğerine veya diğerlerine verdiği imkânlar, fırsatlar oluyor. Lâkin, bu kabûle rağmen, esas iyilik, nefsimize bizzat tarafımızdan yöneltilendir. Yâni, kendine iyilik yapamayan, bu işi başkaları için aslâ beceremez.
“Nefis”, “can”, “rûh” gibi tâbirlerle karşılanan, insanın et ve kemikle açıklanamayan tarafıdır. Ne var ki, müşahhas olmayan bu haslet, âdemoğlunun özünü teşkil etmekte ve organik yapısını rûhuna kiralayan insan, bu iki başlı taht-ı revâllide salınarak ömür kumaşını dokumaktadır.
Nûr ve zulmet, nasıl kâinatın ters ve düzünü temsil ediyorsa; iyilik ve kötülük de insanın terâzi kefeleri durumunda. Bu terâzinin hangi tarafı ağır basarsa, günâha veya sevâba kapı açılıyor.
Selâmete çıkmanın tek yolu var! Terâzinin iyilik kefesine yatırım yapmak. Fâni hayâtın en kârlı yatırım vâsıtası bu. Bâzılarının zannettiği gibi, iyilik yapmak için mutlaka maddî yönden zengin olmak gerekmiyor. Çünkü, iyiliğin sınırı maddî imkânlar teminiyle çizilmiyor. Belki bundan daha fazlası; mâneviyatla, moralle ilgili konularda yapılabilecek iyiliklere ufuk aralıyor.
San’atın zirvesi, rûhun dinlenme noktasıdır. Her çeşit rahatsızlık vesîlesinden arınmış bir mahfil, san’ata hedef yapılan “güzel”in taht’ıdır. Orada, sâdece “güzel” değil, “iyi” ve “doğru” da süzülerek uçmaktadır.