Ana Sayfa 1998-2012 YOLA, YOLCUYA VE GÂYEYE DÂİR

YOLA, YOLCUYA VE GÂYEYE DÂİR

Bâkî’nin:

- Reklam -

Kadrini seng-i musallâda bilüb ey Bâkî,

Durub el bağlayalar karşına yârân sâf sâf…

derken kastettiği “yârân”, hakîkaten “yârân” mıydı? Öyle olsaydı, hayatta iken Şâir’in kadrini bilirlerdi. Cenâze başında gösterilen yapmacık teessür tavrı, aslında pek çok işimizde var. Nefsâniyet veyâ egoizm, habîs kanser hücreleri gibi hayâtımızı kuşatmış. Önce “ben”, sonra “ben”, sonra yine “ben”. Peki, bu “benlik “ yarışının sonu var mı? Sonu, işte musallâ taşında, farkına varılamayan kıymetleri keşfetme şeklinde tezâhür ediyor.

Kur’ân’da, “nefislerinizi öldürün.” buyruğu çıkarılmış. Yâni, “heves ve arzûlarınızın peşinden gitmeyin, Dünyâ malına ve zevkine fazla itibâr etmeyin.” emri verilmiş. Tasavvuf dünyâmızda hikâye edilen nice menkıbede, hep bu “nefsi öldürme” mücâdelesi anlatılıyor. Yûnus Emre’den Akşemseddin’e, ondan Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye kadar, hemen her adımda bir çilehâne kapısı görüyoruz.. “Çilehâne”, “nefsin ölüme yatırıldığı haddehâne” demek.

Dünyâ hayâtında; koyacak yer bulamadığın, atlas minderlere, sırmalı sedirlere, pufla döşeklere konduramadığın et ve kemik halitası vücûdunu, küreklerle atılan toprak yığını altında, hangi “enâniyet” yatağına yatıracaksın?

Derler ki, Akşemseddin, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin dergâhına vardığında, mükellef bir sofra kurulmuş. Bütün dergâh halkı, iştah tâzeleyerek karın doyurmakta. Hacı Bayram, Akşemseddin’in varlığını fark etmemiş görünür. Sofradan kalkılır ve artan yemekler, dergâh bahçesindeki kedi ve köpeklere verilir. Onların yiyemedikleri de, günlerdir aç-bî-ilâç olan Akşemseddin’in önüne konur. Bu, kedi-köpek artığı kırıntıları, en küçük bir tiksinme emâresi göstermeden ve de iştahla yiyen Akşemseddin’e, Ha cı Bayrâm-ı Velî, pes perdeden seslenir:

- Reklam -

«-Hoş geldin, oğlum Şemseddin! Safâ geldin, geç içeriye, buyur.»

Bu safâlama cümlesi, aynı zamanda “nefsi öldürme” imtihânından başarıyla çıktığını, Akşemseddin’e bildiren bir “icâzetnâme”dir.

Şeyh Üftâde’ye intisâb etmek isteyen Azîz Mahmûd’un, Bursa Kâdılığı’ndan ciğer satıcılığına terfî’ edişi ve kadîm Osmanlı pây-i tahtının sokaklarında bağıra bağıra ciğer satışı, bir başka “kıtâl-i nefs” sahnesidir.

Sakın o insandan ki, nefsine yârândır….Nefsine yârân olanın yârânı olmaz; servetinden “hasenât”, ilminden “mârifet” çıkmaz. İlmiyle mûteber olmuş tevâzû ehline ne çok ihtiyâcımız var…

Yavuz Sultan Selîm’e Şeyhü’l-İslâm’lık yapabilmiş büyük âlimlerden Ali Cemâlî Efendi, “Zembilli” sıfatıyla meşhûr olmuştur. XVI. asrın ilk çeyreğine sığan Sultan Selîm-i Evvel’in saltanat yılları, hep “az zamâna çok iş sığdırmak” düstûru içinde geçmiştir. Bu “aceleci” tavrın, Sultân’ın karakterinden mülhem “şedîd” icraatla birleşmesi, folklor unsurlarımıza “Selîmî” ilâveler yapmıştır. Meselâ, Osmanlı coğrafyasında yaşayanların bedduâ repertuarına : “Allâh, seni Sultan Selîm’e vezîr etsin!” cümlesi girmiştir. Zîrâ, Türk Hükümdârı’na vezîr dayanmamaktadır. Vezâretin sona eriş şekli de, çoğunlukla: “Çadırı başına yıkıla!…” fermânı îcâbınca olmaktadır. Bu “îcâb”ın mânâsı, “îdâm” denilen “adem” yolculuğu…

- Reklam -

İşte, böyle bir “Yavuz fıtrat”a Şeyhü’l-İslâmlık yapabilmek ve onu fetvâ hattına çekebilmek, fevkalâde büyük bir muvaffakiyetdir. Ali Cemâlî Efendi, bendini yırtıp aşmaya azimli Pâdişâh mizâcını, sükûna taşıyabilmiş bir yüce ceddimizdir.

Kendisine “Zembilli” denmesinin sebebine gelince; bugünkü Unkapanı civârında Zeyrek semtindeki konağının penceresinden aşağıya, ipe bağlanmış bir “zembil” sarkıtırmış. Dinî, dünyevî, uhrevî hemen her konuda, tereddüde düşülen mes’elelere dâir vatandaş pusulaları, gündüz boyunca bu sepete, yâni zembile bırakılır; Ali Cemâlî Efendi’nin, gece geç saatlere kadar çalışarak verdiği cevapları taşıyan kâğıtlar, ertesi sabah yine zembil içinde soru sâhiplerine ulaştırılırmış. Zembil kullanılarak verilen bu “alo-fetvâ” hizmeti yüzünden, Ali Cemâlî Efendi’nin adı “Zembilli Hoca”ya çıkmıştır.

“Bâb-ı Meşîhat” denilen Şeyhü’l-İslâmlık makâmına giden yol, Rûmeli Kazaskerliği’nden geçiyordu. Rûmeli Kazaskeri olabilmek için de Anadolu Kazaskerliği yapmış olmak îcâb ediyordu. Velhâsıl, “ilmiye” denilen mesleğin ilk basamağı Kazâ Kâdılığı, son basamağı da Müfti’l-Enâm, yâni, Şeyhü’l-İslâmlık idi. Kazâ Kâdılığı ile Anadolu Kazaskerliği arasında, devamlı yükselen kâdılık ve mollalık makamları ile nihâyet “Taht Kâdılığı” bulunmaktaydı.

R. Cevat Ulunay’ın naklettiği bir kazasker anekdotu var ki, dilimizin letâfetiyle lâtife yapıyor:

«Bakırköy dolayında bir semte ve hipodroma adını veren Velîyüddin (Velî) Efendi, Ramazan’da Anadolu ve Rûmeli Kazaskerlerini iftara dâvet eder. Eski Şeyhü’l-İslâmlardan olan Efendi’nin, her iki Kazaskerle de arası limonîdir. Onlardan pek haz etmez. Misâfirler gelmeden uşağını tembihleyerek bir mizansen hazırlar. Velî Efendi ile Kazasker Efendiler, yaklaşan iftar vaktinin mâlûm duyguları içindeyken; ev sâhibi, elini ipe uzatarak çıngırağı çaldırır. Huzûra giren uşağın her iki elinde de birer demet “tere” vardır. Velî Efendi, sofra hazırlığındaki son durumu sorup öğrendikten sonra uşağına:

“-Nedir o elindekiler?”

der. Uşağın cevâbı, efendisinden patentli ve iğnelidir:

“-Tere efendim! Biri Anadolu Teres’i, diğeri de Rûmeli Teres’i!»

Aynı zamanda büyük bir hattat olan Velîyüddin Efendi, Bâyezîd Câmii’nin bitişiğindeki târihî kütüphâne başta olmak üzere, birçok hayrâtın da bânîsi. Dili, kalemi gibi, cömertlikte bî-menend olan gönlü ile de şeref listesindeki yerini almıştır. O ve onun gibiler; hangi yolda, hangi gâyeye doğru yürüdüklerini bilen insanlardı…

Hayâtın gâyesi nedir? Daha müreffeh yaşamak mı? Başta ev olmak üzere, gündelik vâdelerle kullandığımız eşyânın, yâni muhîtimiz olan maddiyâtın, daha konforlu olması mı? Uzak veyâ yakın diyârlarda dolaşmak, gezmek mi? Bunların hepsi “gâye”ye giden yol aksesuarı, hiçbiri “gâye” değil.

İnsanın, bu gâye hissini kaybetmesi demek, şuûrunu kaybetmesi demektir. Şuûrsuz yaşamakla, gâyesiz yaşamak aynı şeydir. Ama, günümüzde kaç kişi bunun farkında?

Şu, çöp kutularını karıştırarak maîşet temin edenler var ya, gördükçe, insanın içinde sızılar peydahlanıyor. Senin; işe yaramaz, kullanılmaz diyerek çöpe attığın, onun geçimini sağlıyor. İnsan haysiyetine ve fıtratına yakışmayan bu çöp kutusu karıştırma işi, memleketimizin hemen hemen bütün şehir, hattâ kasabalarında, bir meslek hâline geldi. Bu işi yapanların, eski çuvalları birleştirerek tekerlek taktırdığı arabaları, şehir trafiğinin önemli ve tabiî bir unsûru oldu. Bunları görüp de, imkânı varken merhem olmayanlara ne demeli?

Fuzûlî, Su Kasîdesi’nde:

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlâre sû

Kim bu denlû dutuşan odlâre kılmaz çâre sû

derken, beşerî çâresizlikle en büyük çârenin ve de gâyenin adreslerini, o, kendine has yüksek âyârıyla gösteriyor… Ağzına da, kalemine de sağlık, büyük şâir…

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -