Ana Sayfa 1998-2012 XX. YÜZYIL VE SON DÖNEM ORYANTALİZMİ

XX. YÜZYIL VE SON DÖNEM ORYANTALİZMİ

Soğuk savaş sonrası, Batı’nın izleyeceği politikaların teorisini Medeniyetler arası çatışma tezi oluştururken, küreselleşme ise bu siyasetin pratiğini oluşturmuştur. Yani medeniyetler arası çatışma tezi, yapılacak hamlelerin alt yapısını ve zeminini teşkil ederken, bu zemin üzerinden yapılması planlanan hamleler ise küreselleşme adı altında gerçekleştirilecektir. Çünkü Oryantalizm, 19. yüzyıl kültürü içinde, insanlığın bir bölümünü Batı için yeniden ortaya çıkarmaya çalışılırken 20. yüzyılda aynı ilim, bir politika aracı olduğu gibi aynı zamanda Batı’nın, Doğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda yorumlama kuralı olmuştur. Filolojinin masum bir uzmanlık dalı olan bir bilim, politik hareketleri yönetecek bir disiplin, sömürgelerin idaresinde kullanılacak bir yöntem, beyaz adamın uygarlık taşıyıcısı zorlu rolünü ortaya sürecek bir hitabet sanatı şeklinde olmuştur.

- Reklam -

Edward Said, Oryantalizmi, özellikle 19. yy dan I. Dünya savaşı’na kadar geçen sürede, sömürgeciliğin keşif kolu olarak yorumlar. Batı kültürü, özellikle bu dönemin ilk yıllarında kaydettiği olağan üstü değişiklikler ve yeniliklerle üniversalist anlamda yavaş yavaş doruğa çıkar. Oryantalizm bu zirveye, kendisinden önce bu alanda meydana gelen iki değişikliğin zemini üzerinden ulaşır. Avrupa Rönesans’ının, Hümanizm döneminde, Yunanistan’ın yeniden keşfedilmesi, Hindistan, Çin, Japonya ve İslamiyet’e ait kültürel zenginliklerin, Avrupa kültürünün ortasına sağlam bir biçimde yerleştiği 18. yy sonlarından 19. yy ortalarına kadar olan dönemde gerçekleşen Oryantal Rönesans, Avrupa’nın, Doğuyu görkemli bir biçimde kendine mal etmesi diye betimlenen değişiklik, Alman ve Fransız dilbilgisi uzmanları tarafından Sanskritçe’nin, İngiliz, Alman ve Fransız şair ve sanatçıları tarafından büyük Hint ulusal söylenceleri, Geothe’den Emerson’a kadar pek çok Avrupalı ve hatta Amerikalı düşünür tarafından, İran imgeleriyle sufilik felsefesinin keşfedilmesi, Oryantalist serüveninin tarihindeki en görkemli dönem olmuştur. (Edward W. Said, Kültür Emperyalizmi, Hil Yayınları, s. 296, Çeviren: Nemciye Alpay)

Oryantalizm, ilk dönemden, modern döneme kadar geçen sürede, Doğu’da giriştiği, misyonerlik, gezi, keşif, askeri ve bu tarzda eğilimlerle, coğrafyayı anlamlandırma ve yönetme gibi birtakım metotlarla, Doğu’yu tanımaya çalışmıştır. Modern bilimin yolları kullanılarak, metinler tercüme edilmiş, uygarlıklar, dinler, hanedanlıklar, kültürler, düşünce biçimleri akademik düzeyde ele alınmış ve bunların tarifi Avrupai bakış açısıyla yapılmıştır. Deneysel alanlar, bilim değeri ve işlevi alarak, Doğu’yu görmek istediği şekilde, ürettiği bilgiye indirgeyerek, öznellik, insan ve sonluluk hakkındaki düşüncelere pozitif bir şekilde bağlanmıştır. Her devirde farklı bir işlevle ama hep aynı amaçla yola çıkan ve Batının mağrur etnosantrizmine esin kaynağı olan Oryantalizm, son dönemde ise küreselleşme kavramı ile kendisini hissettirmiştir.

1914- 1918 savaşı diğer alanlarda olduğu gibi bu alanda da aynı çizgiler üzerinde devam eden, belirsiz gelişmeye inanan, Avrupa medeniyetinin kendine güvenini ve bu münasebetle de Avrupa etnosantrizmini sarsmıştır. Doğuda Arap ayaklanması, Türkiye’de Milli Mücadele, Rus İmparatorluğundaki farklı milletlerin çalkalanması, Hindistan ile Endonezya ve diğer yerlerdeki ayaklanmalar, Avrupa hegemonyasının sorgulanabileceğini göstermişti. Savaşın ertesinde O.Spengler’in çalışması, Der Untergang des Abendlandes yayımlandı. Daha spesifik bir konuda, Amerikalı Lothrop Stoddard 1921 de The New Word of İslam başlıklı önemli bir kitap yayınlamıştır. Mütehassıs olmayan bu siyaset yazarı iyi bilgilendirilmişti. Ve ırkçı bakış açısını inkâr etmeden önemli değişikliklerin büyük oranda Batı tesiri sonucu olan ve görülmemiş yeni bir, Doğu’yu oluşturmakta olduğunu gösterdi. İleri sürdüğü yeni imaj, temel olarak gizemli, kök olarak farklı, saldırgan ve sadece din, gelenek ve küçük bir aydın elitin yasakladığı cehalet ve medeniyetsizlikten oluşan bir parça iğrenç cevher etrafında dönen bir dünyanın imajı idi. Ancak o yabancı işgaline karşı, mücadele gibi evrensel faktörlere de yer vermişti. Bu tür bir görüş, aşağı yukarı Avrupa ve Amerikan halkının görüşü olarak kalmıştı. Ancak şu kadar ki vurgu, daha çok birinci faktöre, yani gizli ve yetersiz bir şekilde dizginlenmiş vahşiliğe yani Batı’nın medenileştirme hamlesini karşılamak üzere önü açılmış fanatizme yapılmıştır. (Maxime Rodinson, Oryantalizmin Doğuşu, Marife, kış 2002 s. 184)

Birinci Dünya Savaşı’ndan 1960 yıllarının başlarına kadar süren dönemde, Lothrop Stoddard, O.Spengler’in ve Coulson’un yanı sıra, Gibb ve Massignon, Oryantalist yazarlar arasında önemli bir yere sahiptiler. Bunlar Batı’da Oryantalist yazarların tarihini ele alarak bu tarihi çeşitli şekillere sokarak mektep kitaplarına uyacak şekilde basite indirgemişlerdir. Bu dönemde Oryantalist yazılar arasında ansiklopedi, antoloji ve kişisel raporlar değişikliğe uğramıştır. Bu iki yazar Oryantalizminin evrensel niteliğini ulaştırabildikleri en ileri seviyeye götürmüşlerdir.(Edward Said, Oryantalizm, İrfan Yayıncılık, İstanbul 1998, Çeviren: Nezih Uzels.384) 1800 ile 1950 yılları arasında yazılan ve Ortadoğu’yu ele alan kitapların sayısı 60 bin kadar olduğu tahmin edilmektedir. Doğuluların Batılılar hakkında yazdıkları kitaplar düşünüldüğü zaman bu sayının yanına dahi yaklaşmak mümkün değildir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan 1980’li yılların başına, kadar geçen süre, dekolonizasyon denilen, yani kolonilerde anti-sömürgeci faaliyetlerin başladığı bir dönemdir. Bu dönemde Oryantalist çalışmaların, bu anti-sömürgeci faaliyetten sonra ortaya çıkan ulus devletleri analize yöneldiğini, modernizasyon teorileriyle yakın bir Oryantalist çalışma mantığının gelişmeye başladığını görürüz.

Bu dönemde, İslam ile Batı arasındaki ilişkiler yeni değişikliklerden etkilendi. Birincisi, Birleşmiş Milletler tarafından, Filistin’in paylaştırılması sonucunda, İsrail devleti’nin kurulmasıydı. Bu Arapların tam merkezine, kökleri eski Sami kültürüne dayanan, fakat aynı zamanda aslında bilim ve teknolojisi, yaşam standardı ve toplumsal değerlerinin pek çoğuyla, Batılı olan, yeni politik ve kültürel yeni bir güç aşıladı. Diğer yenilik ise Batı uygarlığının, önde gelen gücü Fransa ve İngiltere dünya politika sahnesinin önünde çekilince, Truman doktrini ve Marshall planı ile, Amerika Birleşik Devletleri, dünya arenasına çıktı ve hem Batı sözcülüğünü üstlendi hem de Oryantalizm gibi Avrupa’da yaratılmış bütün filolojik disiplinleri kendi üniversitelerine aktardı. Ve bundan sonra ABD’nin doğrultusunda İslam yeni şeklini alacaktır. Nitekim bu tezin doğruluğu hemen ortaya çıktı; çünkü ABD’nin küresel hegemonyasını inşa etme çalışmalarına şahit olduğumuz son birkaç yıl içerisinde uluslar arası ilişkiler ve milli savunma kavramlarının içeriklerinin de değişmeye başladığı bir gerçektir. ABD’nin üstünlüğünün kalıcılığını belirleyecek olan Büyük Orta Doğu Projesinin geleceği de yaşanmakta olan bu değişimin bir parçasıdır. ABD’nin Doğu kültürüne etkisi, diğer devletlerin aksine, yönetimi doğrudan ele geçirmek yerine, kendi kültürünü yaymak, ekonomik etkileşim, silah sağlama şeklinde gelişmiştir. Oryantalist söylemin geri ve ilkel Doğuluları gelişmiş toplumlar seviyesine çıkarmak için çalıştığını, bugün ABD’den duymaktayız. Irak ve Afganistan örnekleri olduğu gibi göz önündedir.

- Reklam -

ABD’nin önceki dönemin sömürgecilik tecrübesinden yoksun oluşu, yeni egemenlik ilişkilerinde, uhdesine aldığı liderlik konumunu sürdürmesinde kendisine köstek değil, destek olmuştur. Bir yandan ABD önceki sömürgecilik döneminin olumsuz birikimini kolaylıkla reddedebilmiş, öte yandan da bu birikimin kendi lider konumunu sürdürmesine imkân verecek yönlerini kullanma imkânı bulmuştur. ABD, Avrupalı sömürgeci devletlerin Asya ve Afrika topraklarındaki kirli mirasına bulaşmamış olduğu şeklindeki – gerçekte bir yanılsamadan ibaret olan- görüntüsü nedeniyle batı dışı toplumlarda daha dostça ve sıcak ilişkiler kurabilme başarısını göstermiştir. Kendi emperyalist sistemini, Batı dışı toplumlara da görece bir konum vererek önceki sömürgeci sistemden değişik bir tarzda kurmuştur. Oryantalist bilgi üretiminde de ABD benzer şekilde, ayrımcı bir tavır takınmamıştır. Bilgiyi asil ve adi diye ayırtmamış kendi üstünlüğünü devam ettirecek bilgiler kimden ve nasıl gelirse gelsin pragmatik bir tarzda kullana bilmiştir. Sahip olduğu askeri, iktisadi ve siyasi güce bağlı olarak da toplumlararası farklılıkları, kendi üstünlüğünü besleyen zenginlikler haline başarıyla getirebilmiştir. ( Yücel Bulut, Oryantalizmin Kısa Tarihi,Küre yay., s. 145-146) ve sonuçta ortaya çıkan tablo çok şaşırtıcı olmuştur. Çünkü İslamiyet ile Avrupa’nın büyük bir geçmişi olmasına rağmen buna karşılık, İslamiyet ile Amerika’nın kısa bir tarihi geçmişi olmasına rağmen, zamansal bir orantı kurarsak, Amerika’nın İslam dünyasına verdiği zarar, Avrupa’nın verdiği zarardan daha fazla olmuştur. Çünkü, dinin tarihini ve entelektüel gelişimlerde ki rolünü azaltan Batılı kafasının, İslamiyet’in neşrettiği gücü kavraması nasıl kolay değilse, Amerika’nın da bu gücü anlaması olanaksızdır. İslamiyet’e karşı, Batı teması, olağan üstü verimli bir seri versiyonun temelidir ve Avrupa’ya karşı İslamiyet, Amerika’ya karşı İslamiyet tezlerini de içerir. Ancak Batı’nın İslamiyet’e ilişkin deneyimlerinin rolü çok önemlidir ve Amerika ile Avrupa’nın İslamiyet bilinci birbirinden çok farklıdır. Amerika’nın, İslamiyet hakkındaki baskın düşüncesi bugün iki ana görüş ve kampın sahip olduğu nüfuz alanıyla orantılı olarak şekilleniyor. Çok genel hatlarıyla ifade etmek gerekirse birinci grup, İslam’ı Amerikan toplumuna ve onun uluslararası çıkarlarına karşı bir tehdit ve tehlike olarak algılamakta, Müslümanları ‘öteki’ olarak kurgulamakta ve Amerikan dış politikasının bu bakış açısı üzerine inşa edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Diğer ikinci grupta ise daha çok İslam’a yönelik ılımlı bir bakış açısı mevcut olsa da bunların sesi sadece bulundukları alanla sınırlı kalıyor maalesef. Sadece Edward Said’in o müthiş çıkışından sonra pek fazla ses çıkmadı. Çıkan sesler ise muğlak ve bir o kadarda mahcupça.

Birinci grupta yer alan önemli simalar arasında Foreign Policy Research İnstitute’un başkanı Daniel Pipes, gazeteci ve yazar Steve Emerson, Pentagon’un bir zamanlar danışmanlığını yapan, siyaset kuramcısı ve Medeniyetler Çatışması’nın mimarı Samuel Huntington, New York Times muhabiri Judith Miller, Israil’de faaliyet gosteren Martin Kraemer, Tarihin Sonu Tezi’nin savunucusu Francis Fukuyama, Washington Institute for Near Eastern Policy’nin aktif uyelerinden Alan Makovsky, ve Türkiye’nin yakından tanıdığı emektar tarihçi, Bernard Lewis gibi isimleri sayabiliriz. Bu isimlerin en kayda değer ortak yanı, sadece Yahudi ve İsrail taraftarı olmaları değil, aynı zamanda savundukları İslam ve Müslüman imajı konusunda dikkate değer bir uzlaşım içerisinde bulunmalarıdır. Bu bakış açısına göre, İslam dünyasındaki siyasi eğilimlerin hepsi “fundamentalist” ve şiddet yanlısı ideolojik hareketlerdir. Bu grubun önderliğini bugün Yahudi asıllı ve yanlısı, Amerikalı akademisyen ve medya mensuplarının yapması oldukça düşündürücüdür.

Avrupa hiç bir zaman İslamiyet’e, kollarını açmadı. İslamiyet Hegel’den, Spengler’e kadar, Montesque’den, Max Weber’e kadar büyük filozofların çoğunda heyecan uyandırmadı. Tarafsız olduğu kadar mesafeli bir konumda bulunan Albert Hourani (1916- 1993) İslam dünyasının modern tarihini anlama konusunda önemli ipuçları sunuyor ve modern İslam çalışmaları içerisinde önemli bir yere sahip. Eserlerinde, İslamiyet’in bir iman sistemi olarak aşağılanmasındaki hayret verici sürekliliği tartışmaktadır. Öldüğünde, Oryantalist geleneğin, Doğu’ya ait miras olarak bıraktığı hayali ve soyut imgelerden çok, İslam coğrafyasının yakın dönem sosyal ve siyasi tarihine ilişkin çalışmaları yönlendiren bir düşünceler, ilkeler ve yöntemler bütünü bıraktı. Son dönemde Oryantalist geleneğin dışına çıkan yazarlardan biri de Hourani’nin yanı sıra, Fransız Oryantalist, Maxime Rodinson (1915- 2004) dur. Rodinson, Doğu dünyasına birazcık daha saygılı ve tarafsız yaklaşımlarda bulunmuş, yargılamaktan çok, bir takım handikaplarına rağmen anlamaya be anlamlandırmaya çalışmıştır. Yukarıda işaret ettiğimiz eğilimler bugün ortalama bir Avrupalının yahut Amerikalının İslam ve Müslümanlar hakkında sahip olduğu bakış açısına şüphesiz ışık tutmaz. Ve Oryantalist çizgi ile kıyasladığımız zaman bir ölçüt değildir ancak son dönemde sayıları azda olsa Doğu dünyasına mesafeli yaklaşımlarda mevcut. Tabi neredeyse 15 asırlık geçmişi olan alışkanlıkları, önyargı, hayali imgeleri ve düşünceleri bir hamlede değiştirmek mümkün olmadığından eski kavrayış biçimlerinin yeni formlara bürünerek yeniden sunulması her zaman olası. Arada sırada bir tasavvuf yazarına veya azizine duyulan ilgi dışında, Avrupa’nın Doğu irfanına gösterdiği itibar pek nadirdir.

Son dönemin önemli eserlerinden biri olan ve İslam coğrafyasını gezerek, Siyasal İslamın İflası, adlı eseri oluşturan Olıver Roy, çağdaş İslami hareketleri incelemeye çalışmaktadır. Söz konusu bölgeleri görmesine rağmen, zihin ufkunu saran Oryantalist kalıpları kıramamıştır. Özellikle fundamentalizm konusunu iyice irdelemeden, Hıristiyanlığa ait bu kalıbı, İslam diniyle bütünleştirmesi büyük bir yanlışlık. Ama Roy’un sürekli İslami fundamentalizmden söz açması ve İslam’a indirgemesi esef verici. İşin daha da esef verici yanı ise, İslamcıları farklı bir platformda değerlendirip, İslamcı fundamentalistler diye adlandırdığı grubu ayrı değerlendirmesi şaşkınlık verici bir durumdur. Bu kalıp üzerinden hareket eden yazar, yeni İslamcı aydınlar başlığı altında, İslam coğrafyasında yaşayan aydınları ve entelektüelleri ele alır. Bu kimlikleri, açıklamaya çalışırken tam bir karmaşaya giren yazar, okumuşlar, yeni aydın, mistik aydın, batılılaşmış aydın şeklinde sınıflara ayırdığı bu gruplardan, batılılaşmış aydınları sağlam bir zemine oturtur. Burada çokta şaşırmamak gerekir, çünkü Oryantalist söylemin temsilcisi olan bu yerli batılılaşmış aydın sınıfın sahibi, onlara destek çıkmaktadır. Ve onlarında ülkelerini ne duruma getirdiklerine tarih şahit olmuştur. Batılı yazarların bu geleneği terk etmeye pekte niyetleri yok. Oryantalist şablonlarla Doğu’yu anlatmaya çalışmak zaten yıllardan beri süregelen bir geleneğin çalışmasıdır.

Oryantalizmin esas siyasallaşması 1980 yılından sonra başlar. İslam’ın bir anlamda tekrar yükselişe geçişinde, ekonomik alanda, siyasal alanda, kültürel alanda, bir canlanma hissedilmesinden itibaren 1980’li yıllarda yeni bir nesil çıkar ve Oryantalizmin siyasal bir kimliğe bürünüp geçişini sağlamak için çalışmalar yapmaya başlarlar. Bu alanda en büyük çalışmaları, Bernard Lewis, Huntington, Fukuyama gibi Oryantalistler üstlenirler. Bu dönemden itibaren, İslam’ın medeniyet birikimini incelemeye dönük faaliyetlerden ziyade, doğrudan İslam toplumlarının siyasal, sosyal dinamiklerini incelemeye dönük bir Oryantalist çizgi başlar. Ve bu gün, Batı’daki söylemlerin, örneğin anti-İslam söylemin gelişmesinde bu çizginin önemli bir payı var. Çünkü İran Devrimi ve sonrasında gelişen Afganistan cihadı arkasından Bosna savaşıyla, İslam Çalışmaları ciddi bir alan oluşturmaya başlar. Ve bu dönemde oluşan kavramlaştırmalara baktığımızda siyasi bir içerikte kendisini gösterir. (Ahmet Davutoğlu, Batıdaki İslam Çalışmaları, Marife, kış 2002 s. 43- 44) Özellikle, Oryantalizmin en çarpıcı ve en olumsuz sonuçları, 1980 sonrası Oryantalizminde kendisini gösterdi. Çünkü bu dönem Oryantalistlerinin birçoğu, ilk dönem Oryantalistlerinin aksine, zihni ve entelektüel kaygıdan uzak, son derece pragmatik bir siyasal misyonla çalışmalar yaptılar. En kötü örneği Daniel Pipes’te görülür. Eserlerindeki yaklaşımlar birçok Batılının zihninde zararlı tohumlar ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonraki açıklamaları ve İslam’a saldırıları ve tahriki Oryantalizmin nasıl bir yere geldiğini gözler önüne sermektedir.

- Reklam -

Artık, Hitti, Gibb, Schacht sahneden çekildiler. Rodinson, Berque, Hourani gibi bilim adamlarının yerine başkalarının yetişmesi de uzak ihtimal, bugün ne onların kültür zenginliklerine ne de konular üzerindeki hâkimiyetlerine yaklaşan var. Günümüz Batılı akademisyenleri, İslamiyet’le ilgili açık oturumlar, konuşmacılar uzman olsun olmasın hemen her zaman siyasal kriz dönemlerinde ortaya çıkarlar. İslamiyet, üzerinde konuşulmaya değer bulunduğu tek zaman, Afganistan’dan sonra Lübnan’daki katliamlarda İsrail’in haklılığı, İran’ın, Irak’ın durumu ya da Müslüman coğrafyasındaki olumsuz bir gelişme söz konusu olduğu zamandır. Oryantalizmin bıraktığı miras, bugün çeşitli biçimlerde yaşamaya devam ediyor. İslam’ı özellikle son yıllarda şiddet yanlısı ve fundamentalist bir inanç olarak sunan akademisyenler ve medya mensupları, Oryantalizmin indirgemeci ve tek taraflı mirasını canlı tutma konusunda kararlı görünüyorlar. Örneğin, The New York ve The Tımes gazetelerinin haber indekslerine baktığımız zaman, “terörizm” alt başlığı altında sadece İslam ana başlığına yer verilmektedir. Bununla beraber İslam ve İslam ülkeleriyle alakalı haberlerin büyük çoğunluğu şiddet çağrışımı yapan terör, rehine krizleri, şiddet eylemleri, yağma, saldırı, demokrasi karşıtlığı gibi konular işlenir.

Öyle görünüyor ki güç, romancıların, muhabirlerin, politika saptayıcıların ve uzmanların! elinde kaldığı sürece dini duygular, haklı amaçlar uğruna verilen mücadeleler, insanoğlunun sıradan zayıflıkları ve siyasal rekabetler gibi olguları birbirinden ayıramayacağı gibi toplumların tarihleri de gerçek tarih olmayacaktır. Bu grupların sergiledikleri İslamiyet, Müslüman dünyasının çeşitli olgularını tek bir etiket altında toplayarak kötü niyetli ve düşüncesiz bir varlığa indirgemektedir. Bu durumda inceleme ve anlama değil, bize- karşı- onlar, türünden militarist bir sonuçla karşılaşmak doğaldır. Amerika, İslam coğrafyasında, şu anda ne gibi olumsuzlukların meydana geldiği, yöneticilerin kaç kişiyi idam ettiği, kaç kişinin hakkı gasp edildi, kimlerin hukuki hakkı ihlal edildi gibi olayları takip ederken, bir Jonestown Katliamını veya Cincinnati’deki Who konserindeki tahripkâr kitle cinnetini veya Çin Hindi’ndeki yıkımı (Said, Haberlerin Ağında İslam, s. 42) Neonconlar’in ve mimarı oldukları “terörle küresel savaş” stratejisinin Doğu’daki tahribatı, Irak işgaliyle birlikte oluşan insanlık dışı görüntüleri, Hıristiyanlık, Batılılık veya Amerikan kültürüyle özdeşleştiren kimse yoktur. Ancak konu Doğu coğrafyası olunca Batılılar, bu tür olumsuz özdeşleştirmeleri, İslamiyet için saklı tutmuşlardır.

Peki, neden bu yaklaşım var? Özetleyecek olursak: a)İdeolojik olarak baktığımızda bunun kökenlerinin haçlı seferlerine kadar uzandığını görmekteyiz. Haçlı seferleri anlayışı, İslam’ı âhîrete kadar düşman olarak görmenin yanı sıra, Hıristiyanlık ile İslam arasında sonsuza dek kutsal savaşı da ön görür. b)Avrupa sömürgeciliğinin izinden giden ırkçılık. c)Komünizmin çöküşüyle yok olan tehdit senaryosu boşluğunu doldurma ihtiyacı. Bütün bunlar da, Avrupa düşüncesinin bir dış düşman tehdidi olmadan yaşayabilmesinin güç olduğunu gösteriyor. (Karlsson Ingmar, İslam ve Avrupa, Cem yayınevi, s.14 çev: Gülseren Ergün)

Avrupa veya Amerikan tarihinde İslamiyet’in hiddet, önyargı ve siyasal çıkarların oluşturduğu bir çerçeve dışında genel olarak irdelendiği ve üzerinde düşünüldüğü bir döneme rastlanılmamıştır. Bu şaşırtıcı bir keşif gibi gelmeyebilir. Ancak bu On dokuzuncu asırdan bu yana kendilerini kolektif olarak Oryantalizm ilmi adıyla adlandırdıkları veya Doğu ile sistematik bir şekilde ilgilenen düşünsel veya bilimsel uğraşların bütününü içermektedir.

21. yy’da, edebiyat, sosyoloji, antropoloji, dilbilim ve tarihte gördüğümüz her türlü aşamaları izleyen Harward, Princeton, Chicago gibi üniversitelerde Orta Doğu ve İslamiyet daha genelde Doğu ile ilgili dersleri veren Amerikan bilim adamları önyargısız ve bağımsız araştırmalar yapmıyorlar mıydı? Cevap: Hayır. Özellikle son dönemde, Washington’daki makinistlerin “Büyük Orta Doğu” adıyla girişmek istedikleri jeopolitik mühendislik işi, Oryantalist uzman araştırmacı Bernard Lewis’in 1940’lı yıllardan itibaren geliştirdiği tezlerden esinlenmektedir. Lewis, Türkiye’den Afganistan’a uzanan bir kriz çember üzerinde teorik çalışmalar yapmış, Sovyet Rusya’nın dengesini bozmaya yönelik strateji planları kurmuştur. Ve demir perdenin erimesiyle birlikte, 1990 yılında yapılan NATO toplantısında dönemin İngiltere Başbakanı M. Thatcher’ın ağzından açık dille: “Artık kızıl tehlike bitmiştir, mücadele yapılması gereken asıl tehlike yeşil tehlikedir” demişti. Bu Batı siyaset anlayışına yön veren ciddi bir paradigma oldu. Daha sonra buna yakın görüşler, Daniel Pipes’in yazılarında kendisini iyice hissettirdi. Kızıl tehlike yerini böylece Yeşil tehlikeye bırakmıştır. Bu geçiş döneminde vitrinleri, F.Fukuyama’nın Tarihin Sonu Tezi süsledi. Ancak İslam coğrafyasında yaşanan değişiklikler bu tezi kısa bir süre sonra rafa kaldırtmıştır. Ve sonra o muhteşem dönüş! gerçekleşti. Batının siyasal ve bilgi güç araçlarına dayanan Huntington, ünlü “Medeniyetler Çatışması” tezini ileri sürdü. Bu tez, çok kısa bir sure sonra yankısını, Afganistan ve Irak işgallerinde buldu. Amerika’da İslam imajının üretimi, son derece karmaşık ve büyük ölçekli bir ‘imaj sanayi’ tarafından gerçekleştiriliyor. Bu sanayinin önde gelen üyeleri arasında özellikle bir önceki paragrafta belirttiklerimizin yanı sıra, araştırma kurumları, siyaset kuramcıları, medya kuruluşları, üniversiteler, lobi şirketleri ve dış politika uzmanları ile siyasiler – özellikle şahinler ve Bush- ilk sırayı alırlar.

Bernard Lewis ve diğer bilim adamlarının! Önyargısız ve bağımsız çalışmamalarının nedeni, oryantalizm’in diğer sosyal veya beşeri ilimlerden daha çok saptırılmış olduğundan değil onunda en az diğer uğraşlar kadar ideolojik ve kirletilmiş olmasıdır. Aralarındaki temel fark, oryantalist bilim adamlarının uzman konumlarını İslamiyet’e ilişkin gerçek duygularını inkâr etmek ve hatta saklamak için Nesnellik ve bilimsel tarafsızlıklarını ortaya koymak amacı güden otoriter bir dil kullanmalarıdır. Ve bu işin daha da ilginç tarafı ise, İslam’ın son dönemdeki canlanma çabalarına, barbar kavramının bir uzantısı olarak, radikal dinci, köktendinci, entegrist, üçüncü dünyalı, taşralı ve en nihayetinde ‘terörist’ yaftasını takmaya özen göstermektedirler. Amerika, hem Ortadoğu’da girişeceği bir takım askeri işgalleri hukuki bir zemine oturtmak hem de bölgeyi anlamak ve nitelendirmek için kullanılan bilimsel araçları teknik bir yenileme ve geliştirme eğilimine girdi. Siyaset kuramcılarına ve oryantalist kafalı medyatik adamlara verdiği destekle bu meşru zemini oluşturmaya çalıştı. Medeniyetler Çatışması, ile işgale girişeceği bölgenin koordinatlarının sinyalini verdi. Sonrasında ise Büyük Orta Doğu Projesiyle bölgeyi anlamaya anlamlandırmaya girişti. Tabi bu anlamlandırma kendisine, N.Bonaparte, Renan, Lane, Silvestre Sacy, Flaubert, Massignon, Gibb, J. Balfour, Dante vs. sayısı daha yüzlerce olan atalarından miras kalan bir anlamlandırmaydı. Bu anlamlandırma niyetlerinin, düşünsel paradigmaların, saldırıların altında yatan gerçek genetiksel karakter olan oryantalizmin kalıntıları iyi okunmalıdır. Bu sistem açıkça Batı dışı diğer bölgelerin yönlendirilmesi, kullanılması, hatta eritilmesi için gösterilen gayretlerin tamamını kapsar.

Oryantalizm, son dönemde, en vahim, en acı, en ürkütücü, en yüzsüz ve en kanlı alanlarından birisi olarak Irak ve Filistin’de kendisini hissettirdi. İsrail devletinin kuruluşu, Araplar için bir ruhsal darbe olmasının yanı sıra, onurlu ve zengin bir geçmişi olan bir kültürün kendi topraklarında bağımsız olmayışının da acı bir anısıydı. (Ingmar, İslam ve Avrupa, s. 38) Oryantalist söylem, temsil düzeyinde Filistin’i “işgal edilmiş bir toprak” olarak değil, “içinde teröristlerin bulunduğu, iktisadi ve siyasi olarak geri kalmış geleneksel bir toplum” olarak tanımlar. Böylece, İsrail tanklarına taş atanlar terörist ilan edilir, yapılan tartışmalarda Filistin Sorunu’nun özüne gidilmez ve ötekileştirilmiş haksız görülüp cezalandırılırken, işgal gücü ve işgal eylemin kendisi göz ardı edilir.

Batı modernizminin amacı temelde yalnızca ötekini anlamak değil, aynı zamanda ötekini kendine benzetmek, yani kültür emperyalizmi, asimilasyon, sömürgeciliktir. Batılı insan ‘öteki’ni değiştirmek, dönüştürmek ve kendine benzetmek ister. Benzetemezse şer odağı olarak ilan eder. Modernistlerin, oryantalist derlemelerinde, Postyapısalcılık, Yapısökümü, Fransız Feminizmi, Psikanaliz, Postmarksizm, Postkolonyal, Kuram Kültürel Çalışmalar gibi çeşitli ve farklı estetik, kuramsal ve hatta siyasal konumlar, postmodernizmin tanımında birleştirilir.

Son Irak operasyonunda basına yansıyan bazı haberler, aynı ilişkinin (öteki’ye bakış) devam ettiğini göstermektedir. İngiliz çavuş Winsley, silahını Iraklı esire doğrultmuş olarak görüntülenir ve bu şekilde haberleştirilir. Hatta esir düşen Amerikan-İngiliz askerlerinin bütün yaşam öyküleri günlerce basında yer almasına karşın, hiçbir Iraklı askerin adı hiçbir yerde geçmez. Ayrıca hiçbir Iraklıya bu harekâtı nasıl karşılayacağı sorulmadan, kucak açarak karşılanacakları ilan edilmiştir. Oysa gerek savaş esnasında, gerekse savaştan sonra, hiçbir Iraklının böyle bir girişimi benimsemediği görülmüştür. Ülkede yaşanan iç karışıklıklar, Sünni-Şii gerginliği ve son olarak kimyasal silahların bile kullanılmaya başlanması ve her gün gerçekleştirilen vur-kaçların veya eylemlerin arkasında Saddam’ın olduğu iddiaların geçersizleştiği ve Saddam’ın yokluğuna sevinenlerden çok daha fazla Amerika’yı orda istemeyenlerin var olduğu bilinmektedir bugün. Buna rağmen, yani Saddam faktörünün çözülmüş olduğu ve mevcut rejimin tasfiye edilmesine rağmen, kendi kaderlerini tayin hakkı Iraklılara tanınmamaktadır. Hatta zulüm ettiği söylenen halkının, O’nu yargılamasına müsaade bile edilmemiştir. Bir adım daha ileriye gidilerek halkın, verilen idam karalarına tepkisinin boyutları ölçülmeden, Saddam idam edilmiştir. Peki, neden halka sorulmamış veya herhangi bir İslam ülkesinin fikri alınmamıştır cevap: Çünkü her bakımdan ‘yoksunlukla’ malul olan bu insanlar, kendileri için neyin iyi yapılması gereken şey olduğunu bilemezler! İslam ve Müslümanları kendine ve dünya barışına tehdit olarak algılayan özgürlük havarisi beyaz adam’ın gülen yüzünün, iyilikçi maskesinin, ciddi suratlı ciddiyetsizliğinin altındaki canavarlığı ve vahşiliği, işkence ile öldürdüğü masum insanların fotoğraflarıyla belgelenmiştir.

Bu işgalin başka bir acı gerçeği ise Doğu’ya ait kültürel kaynakların farklı yollarla ama hep aynı amaçla Batı’ya taşınmasıdır. Irak Ulusal Müzesi, çeşitli dönemlere ait yaklaşık 150 bin esere sahipti. Şimdi çoğu kayıp ya da farklı müzelere taşınmış durumda. Ulusal Kütüphane, aralarında Osmanlı dönemine ait eserlerin de bulunduğu binlerce elyazması, tablet barındırıyordu. Özellikle, dünyanın ilk yazılı kanunları Hammurabi tabletleri ile Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun eserinin en eski elyazmalarından birinin de kaybolması bu işlemi gün yüzüne çıkardı. Müze ve kütüphanenin yağmasını çok değişik açılardan ele almak gerekiyor. Yok olan eserler Irak toplumun belleğini ve kültürünü oluşturuyordu. Kültür varlıklarının ideolojik hedefler haline gelebildiğine dair çarpıcı bir örnek 1990’larda Bosna’da yaşanmıştı. Saraybosna’yı kuşatan Sırp güçleri ısrarla kütüphane binasını hedef almıştı.

Başını küresel sermaye ve finans sisteminin çektiği 21.yüzyıl oryantalizminin, ulusal kimlikleri ve buna bağlı olarak ulus devletleri ortadan kaldırmak istediği ve bunu da çeşitli kademelerden oluşan bir süreç olarak algıladığı artık gün gibi ortadadır. Bu süreç iki farklı yöntemle uygulanmaktadır. Bu yöntemlerden birincisi “üs” olarak seçilen ve “kendi rızasıyla” dönüşüme mahkûm edilen ülkelerde uygulanan yöntem, ikincisini de küresel sistemin dönüşüm ve değişim taleplerine direnen ülkelere uygulanan yöntem oluşturmaktadır. Birinci örnekte ülkeler IMF, Dünya bankası ve Dünya Ticaret Örgütü ve özelliklede AB kriterleri vasıtasıyla sıkı bir değişim ve dönüşüm programına tabi tutulmaktadır (Hüseyin Durgut ve diğ: Küreselleşen Dünya ve Türk Kimliği, Toplumsal Dönüşüm Yayınları,s. 69). Diğer bir vasıta ise yerli işbirlikçiler sayesinde gerçekleşmektedir. Bu durumu en iyi şekilde Jean Paul Sartre özetlemektedir. Sartre, Frantz Fanon’un, Yeryüzünün Lanetlileri’ne yazdığı ön sözde şöyle der: “Dünyanın her tarafından gelen insanları Londra’da Pariste, Amsterdam’da eğitiyor, ağızlarına büyük lokmalar gibi sözler koyuyorduk, onlarda bunları birer gerçek olarak seslendiriyorlardı. Her biri, bizim birer mikrofonumuz gibiydi, biz ne dersek, onların ülkelerinde aynı şeyler yankılanıyordu. Bu çağ bizim altın çağımızdı.” (Ahmet Bedir, Kur’an’ın Anlaşılmasında oryantalizmin Entelektüelimizdeki Etkiler , Marife, kış 2002, s.194). Küreselleşmenin, bu denli hızlı bir şekilde, ulus devletleri etkisi altına almasında en büyük etken olarak başka ne gösterilebilir ki?

Sonuç olarak küreselleşme, kapitalizmin yaygınlaşmasından, hegemonik yapıdan ve Oryantalist vizyonun sınırlarından öteye gidememekte; bilgi, teknik, enformasyon gibi anlalar da güçlü olanların lehine işleyen bir süreci işaret etmektedir. Güç dengelerinin, sosyal ve siyasal açıdan giderek güçlünün lehine işlendiği bir dünyada, hakkından vazgeçmek veya taviz vermek daima zayıfa düşer. Yani küreselleşme denilen kavram, oryantalizmin asırlardır, Doğu coğrafyasını egemenlik altına almak için verdiği uğraşın, 20.yüzyılın son ve 21.yüzyılın ilk çeyreğinde izlediği yeni stratejinin adıdır.

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -