Ana Sayfa 1998-2012 UZUN BİR ÖMRÜN KISA BİR ÖZETİ

UZUN BİR ÖMRÜN KISA BİR ÖZETİ

Didim’de taksitle girdiğimiz yazlık evin inşaatı yeni bitmişti. Eşimle ben oraya ilk defa gitmiştik. Harika bir plajı olan Altınkum kaldığımız yere on dakika uzaklıktaydı. Denize girmek için oraya minibüsle gidip dönüyorduk. Didim’de kalışımızın son günlerinden birinde Altınkum’a gitmiş, ikindi serinliği inince de evin bulunduğu siteye dönmüştük. Minibüsten inip eve doğru yürürken, daha çok çocuklardan oluşan küçük bir kalabalık gördük. Merakla seyrediyorlardı. Baktıkları yerde Amerikan yapısı kocaman bir station vagon Ford duruyordu. Arkasında da tekerlekli bir ev (buna treyler deniliyormuş). Ford’un önünde ufak yapılı biri, arabaya dayanmış kendisini seyredenleri seyrediyordu. Sırtında kısa kollu bir gömlek vardı. Gömleğin düğmeleri neredeyse karnına kadar açıktı. Göğsünde de gösterişli bir zincirle boynuna bağlanmış kocaman bir madalyon sarkıyordu. Fakat asıl dikkati çeken ayağındaki mayo ile pantolon arası bir şeydi. Bacaklarını sımsıkı sarmış, dizlerine kadar inen bu “şey” kırmızı, mor, mavi renklerin alacasına bulanmıştı. Ford’un önündeki USA yazılı Amerikan plakası bütün bu dekoru tamamlıyordu.

- Reklam -

Biraz daha ilerleyince yanımdaki eşime sordum:

– Bu adam bizim Oğuz Bey değil mi? Yanlış mı görüyorum?

O kendinden emindi:

– Yok canım, dedi, Oğuz Bey böyle olur mu?

Yanılıyordu. İki üç adım daha atınca gördük ki “bu adam” Oğuz Bey’di. O da bizi görmüş, yüzünde geniş bir tebessümle elini sallıyordu. Selâmlaştık, devâsâ arabayı orada bırakıp bizim eve yollandık. Akşam sofrasında maksadını açıkladı. Ege gezisine yeni çıkmıştı, bundan sonrasını bizimle birlikte tamamlamak istiyordu. Mevsim ılımandı. Tekerlekli evde biz yatardık, o da arabanın arkasındaki düz bölümde pek âlâ uyuyabilirdi. Bu fikri önce yadırgadım, ama biraz düşününce çekici gelmeye başladı. İstediğimiz yere gider, istediğimiz yerde kalırdık. Kampinglerde geceler, oradaki hayatı yakından görürdük. Niye olmasın ki?

Ertesi sabah yola çıktık.

- Reklam -

Bodrum, Gökova, Marmaris, Tire, Kuşadası, Çeşme, İzmir, Ören, Çanakkale rotasındaki seyahatimiz iki hafta kadar sürecekti. Bu süre içinde Oğuz Bey’i, yani yaygın adıyla Reha Oğuz Türkkan’ı daha yakından tanıyacaktım.

O zaman Milas – Bodrum yolu henüz yapılmamıştı. Bir sürü virajla dolu eski dar yolda ilerliyorduk. Ben o sırada ehliyet alamamıştım, onun için arabayı Oğuz Bey kullanıyordu. Bir yamaçta kontağı kapattı. Arabadan inip yolun kenarındaki kır çiçeklerinden bir demet topladı. Sonra yamaçtan inip orada durdu. Oturduğumuz yerden bakınca sadece kafası ve elinde tuttuğu kır çiçekleri görülüyordu. İsteği üzerinde böyle bir fotoğrafını çektik. Arabaya dönünce sordum: “Bunun mânası ne Oğuz Bey?”. Anlattı: Bir yerde okumuş, genç adamın biri, sevdiğine vermek için böyle kır çiçekleri toplarken uçuruma düşüp hayatını kaybetmiş. Bunu annesine anlatınca yaşlı kadın böyle bir romantizmden çok etkilenmiş. Şimdi çektiğimiz fotoğrafı annesine göstererek ona duyduğu sevgiyi bu yolla ifade edecekmiş

Sonraları gördüm ki Oğuz Bey, annesine sevgiyle beraber korkuya varan bir saygı ile bağlıydı. Anne de, diğer evlâtlarına olduğu gibi, Oğuz Bey’e karşı da mütehakkim bir davranış içindeydi. Oğuz Türkkan, sonraları, annesiyle ilgili bir hâtırasını şöyle anlatacaktı:

“Büyükada’daki köşkte kalıyorduk. Orhan Ağabeyimle beraber köşkün sahiline iner, oradan denize girerek Sedef Adası’na kadar yüzüp gelirdik. Ama annem yüzme bilmediği için bizimle beraber denize giremezdi. Bir gün, ona bir iyilik yapıp yüzmeyi öğretmeye karar verdik. Üçümüz sandala binip denize açıldık. Sedef’le Büyükada arasındaki bir yerde durduk. Kanaatimize göre, en iyi yüzme dersi, öğreteceğimiz kimseyi birden denize atmaktı. O çırpına çırpına kendini su üstünde tutmayı başaracaktı. Biz de öyle yaptık. Tuttuğumuz gibi annemi denize atıverdik. Nasıl gayret göstereceğini seyretmeye hazırlanırken, aaa, bir baktık ki, annem ağır bir taş parçası gibi dibe doğru iniyor. O zaman aklımız başımıza geldi. Ağabeyimle ikimiz aynı anda denize daldık. Dipte bir adet anne, Buda heykeli gibi bağdaş kurmuş oturuyordu. Yakaladığımız gibi yukarı çıkardık.”

Şimdi dönelim bizim Ege turumuza. Gündüzleri ekseriya yol alıyor, akşamları bir kampingde kalıyorduk. Çevreden aldığımız sebze meyvelerle basit yemekler yapıp yiyorduk. Domates salatası soframızın baş konuğuydu. Ama yanımızda zeytinyağı filan taşımıyorduk. Domates, biber, salatalığı doğrayınca Oğuz Bey tabağı alıyor, zeytinyağı kokusu hissettiği bir ailenin yanına veya –varsa- büfeye gidip biraz yağ dökmelerini rica ediyordu. Benim ölsem yapamayacağım bir işi gayet tabiî bir eda ile başarıp dönüyordu.

- Reklam -

Bodrum’dayken paraya kıyıp özel bir motor kiralamıştık. Kasabanın karşısında Karaada denilen ve meskûn olmayan bir ada vardı. Oradaki mağara meşhurmuş. Bu mağaradaki çamuru yüzüne gözüne süren insanlar güzelleşiyormuş. Biz de güzelleşmek için oraya gittik. Başka gelenler de vardı. Ancak mağaraya sürünerek girmek gerekiyordu. Bana zor geldi. Ama Oğuz Bey inat edip girdi. Az sonra çıktığında suratı sıvama çamurla korkunç bir hâl almıştı. “Nasıl, güzelleşmiş miyim?” diye sorunca artık kendimi tutamayıp “Evet, şahtınız, şahbaz oldunuz” deyiverdim. Şakayı severdi. Karşılıklı gülüştük.

Oğuz Bey’in bu Ege turuna çıkmakta üç amacı vardı. O sırada Milliyetçi Koalisyon hükûmeti kurulmuş, TRT’nin başına da Prof. Nevzat Yalçıntaş getirilmişti. Aydınlar Ocağı’nda her gün bu konular konuşuluyordu. Bir kısım arkadaşlar da TRT’nin Haber Dairesi başına benim getirilmemi istiyorlardı. Hattâ bu yolda kulis bile yapıyorlardı. Tabiî, benim İstanbul’daki kurulu düzenimi ve sorumlu olduğum görevleri bırakıp Ankara’ya gitmem hemen hemen imkânsızdı. Ancak Oğuz Bey bu söylentiyi fazlaca ciddiye almış, beni daire başkanı gibi görmeye başlamıştı. Yolculuk sırasında TRT ile ilgili projeleri üzerinde konuşup bir nevi hazırlık yapmayı düşünmüştü.

İkinci amacı, senelerden beri yurt dışında olduğu için tanışıp görüşemediği akrabalarını arayıp onlarla görüşmekti. Üçüncüsü ise, evlenmek için bir Yörük kızı bulmaktı. Böyle dolaşıp dururken Yörük kızı nasıl bulunurdu bilmiyorum ama niyetinin ciddi olduğu muhakkaktı.

Oğuz Bey, ilk evliliğini genç yaşlarda yapmıştı. O zamanki hanımı, ünlü romancı Reşat Nuri Güntekin’in baldızı, yani karısının kardeşiydi. Amerika’ya beraber gitmişler, oradaki hayatı beraber yaşamışlar, iyiyi kötüyü birlikte görmüşlerdi. Sonra araları bozulmuştu. Oğuz Bey’e göre, Türkiye’ye dönme fikrine karısı katılmamış, iki çocuğu ile Amerika’da kalmayı tercih etmişti. Boşanmışlardı. Oğuz Bey, çeyrek asırlık gurbeti geride bırakarak vatana dönmüştü. Yetişkin iki kız da annelerinin tarafını tutmuşlardı. Oğuz Bey, 55 yaşından sonra yeni bir hayata başlayacaktı. Yeni ailesi, yeni çevresi, yeni işleri olacaktı. Ama, bu türlü bir hayatın çerçevesi içinde bir Yörük kızının da bulunması gerekiyordu. (Niye illâ ki Yörük kızı, onu da anlamış değildim.)

Bu yolculuk sırasında mutlaka Tire’ye de uğramamız gerekiyormuş. Çünkü orada bir “halası” varmış. Onu bulup eline öpecekmiş. Gittik. Adres filân yoktu, halayı kırık dökük bilgilerle bulmak zorundaydık. Ama zoru başarıp evi bulduk. Beyaz taşlarla döşenmiş geniş ve sessiz sokağa girdiğimizde bütün evlerin camlarından meraklı başların uzanıp bizi seyrettiğini fark ettim. O hanım evde yokmuş, komşulara haber ilettiler. Biz arabada oturmuş, olup bitenleri seyrediyorduk. Komşu evden başı örtülü bir hanım çıktı. Oğuz Bey, koşup onun eline öptü. Kadın biraz garipseyip öylece kalakaldı. Arkasından başı örtülü başka bir hanım daha çıka geldi. Birkaç kelime konuştular. Oğuz Bey, eğilip onun da elini öptü. Yoksa iki halası mı vardı? Sonra anlattı ki, elini ilk öptüğü hanım halasının kızı imiş, yaşı da Oğuz Bey’den çok küçükmüş. Onu asıl halası sanıp yanlışlıkla elini öpmüş. Bu ”hala” hikâyesi sonraları aramızda hep gülüşme konusu olacaktı.

Çeşme’ye de gittik. Şifne koyundaki bir kampinge misafir olduk. Kalabalıktı. Tekerlekli evin arkasındaki büyük camı açıp balkon gibi oturduk. Dikkatimizi iri yanı bir zenci çekti. Ulu bir ağaç gibi ortalıkta dolaşıyor, insanların üzerine basmamaya dikkat ederek hoplaya zıplaya yürüyordu. Derken önümüzde epey esmer bir çocuk belirdi. Beş yaşlarında ancak vardı. Oğuz Bey, onunla İngilizce konuşmaya başladı. Çocuk, o iri yarı Amerikalının oğlu imiş. Annesi Türkmüş. Oğuz Bey, onunla konuşurken bize de dönüp izahatta bulunuyordu. “Bunlar işte böyledir, gider Amerikalıyla evlenir, çocuk sahibi olur, ama ona Türkçe filân öğretmez. Bunun gibileri vatanından, milliyetinden kopmuş zavallılardır,” ilh. İngilizce konuşup dururken, çocuk birden “Haydi be, sen de!” deyip yanımızdan uzaklaşıverdi. Oğuz Bey’in suratı görülecek gibiydi. Ama “Vay velet vay, bizi işletti” diyerek hakkı teslimden de geri durmuyordu.

Son olarak Çanakkale’deki bir kampingde geceleyip İstanbul’a dönüyorduk. Gelibolu’dan çıkmış, Hamzakoy taraflarına gelmiştik. Bir yol ayrımında Oğuz Bey tereddüt geçirdi. Öyle olunca da trafik tıkandı. Derken yanı başımızda bir polis belirdi. Ceza yazmaya hazırlanıyordu. Oğuz Bey başını camdan çıkarıp gayet nazik bir eda ile İstanbul’a hangi yoldan gidildiğini sordu. Adam cezayı unutup izahat vermeye başladı. Oğuz Bey onun sözleri sona ermeden g aza bastı. Sonra bana dönüp: “Bak, dedi, bu psikolojik bir davranış biçimi. Önce sen saldıracaksın. Çok kere de işe yarıyor. En azından şimdiki gibi bir cezadan kurtarıyor.” Psikoloji doktorası yapmış birinin bu sözlerinden şüphe duymak haksızlık olurdu.

Kaderde Namık Kemal’in kabrini ziyaret de varmış. Oğuz Bey, onun büyük dedelerinden biri olduğunu söylüyordu. Aile soy kütüğünde ünlü şahısların bulunmasına önem veren Oğuz Bey’e inanmış göründüm. Ama, en azından bu vesileyle, Rumeli fatihi mübarek Gazi Süleyman Paşa’nın ruhuna bir Fatiha okumak fırsatını buldum. Namık Kemal’in kabri, Süleyman Paşa türbesinin bahçesindeydi.

Tekirdağ’ı geçtikten sonra Oğuz Bey’i uyku bastı. Bunu fark edince Sümerler bahsini açtım. O, Sümerlerin Türk olduğuna inanmıştı. Bense, onların Türklüklerini belirleyecek yeterli bilgi ve belge bulunmadığını, bazı emarelerle kesin bir hükme varılamayacağını ileri sürüyordum. Ciddi ciddi tartışırken Topkapı surlarına vardık. Çok sonraları, o tartışma sayesinde uykusunun açıldığını, muhtemel bir kazadan böylece kurtulduğumuzu yazmıştır.

ooo

Oğuz Bey’le tanışalı bir yıl bile olmamıştı. Onun, Amerika’dayken benim adımı işitmemesi normaldi. Ama ben onun hayat macerasını en az yirmi seneden beri biliyordum. Bir gün Aydınlar Ocağı’ndaki odama girivermiş ve kendisini tanıttıktan sonra sanki kırk yıllık ahbapmışız gibi konuşmaya başlamıştı. Belki de bu yüzden birbirimize çabuk ısınmıştık. Kısa zamanda beni güvendiği yakın çevresine katmıştı. Ayrılışından çeyrek asır sonraki Türkiye’yi ve onun başlıca şahsiyetlerini yeni yeni tanımaya çalışıyordu. Elli beş yaşına gelmişti ve arkasında renkli, heyecanlı, güneşli, sisli günleri bırakarak yaşamıştı. İlgi çekici olacağını düşünerek hayatının o güne kadar olan bölümünü yazması için ısrarda bulunmuştum. O da oturup geçmiş zamanı kaleme almıştı. Bunu Boğaziçi Yayınları arasında “Tabutluktan Gurbete” adıyla yayınlamıştık. Tahmin ettiğimiz gibi, kitabın mevcudu kısa zamanda tükenmişti. O sıralar ara ara Tercüman’da ve Orta Doğu’da yazıları yayınlanıyordu. Hayatının bu yeni döneminde ne gibi işlerle uğraşacağına henüz karar vermemişti. Sürekli arayış içindeydi. Bir ayağı hâlâ Amerika’daydı. Arada bir ortadan kayboluyordu. O zaman yine Amerika’ya gittiğini anlıyorduk. Bir defasında orada otomobil kazası geçirmişti. Türkiye’ye kafasını sabitleyen bir boyunlukla dönmüştü. Onun boynunda durduğu müddetçe sakal bırakacak, hayatının sonuna kadar da bir daha kesmeyecekti.

Bir akşam Ankara’daki Washington Restaurant’ta yemek yiyorduk. Birkaç masa ötede oturan –CHP’nin millî savunma bakanı- Hasan Esat Işık, eski arkadaşı Oğuz Bey’e, sakalını ima ederek “Troçki’ye benzemişsin” diye lâf attı. Sanırım haksız da değildi.

Amerikanvâri davranışları, gömleğinin açık düğmeleri, boynunda sallanan madalyonu, kısa kesilmiş sakalı ve sırt çantası ile çizdiği profil, Türkçülerin alışılmış ciddiyet kalıplarına hiç uymuyordu. Yetişkin Türkçüler bunu anlayışla karşılıyorlarsa da gençler tepki gösteriyorlar, onu Türkçülük kadrosunun dışına itmeye çalışıyorlardı. Adını da “Reha Oğuz Amerikan”a çevirmişlerdi. Bunda Amerikan vatandaşı olmasının da etkisi seziliyordu.

ooo

1930’larda ve 40’ların başında bir kısım Türkçüler ırkçılığı savunuyorlardı. Onlara göre, Türk kanı yabancı kanlarla karışmamalı, Türk’e ait özellikler böylece bozulup yozlaşmamalıydı. Bunun için yabancı kadınlarla veya erkeklerle evlilik yapmaktan kaçınmalıydı. Ayrıca Türk milletini Türk soyundan gelenler yönetmeliydi. Bunu sağlamak için kanunî tedbirler alınmalıydı. Bu görüşlerini güçlendirmek için de ırkçılığın daha karmaşık özelliklerinden söz ediyorlardı.

Reha Oğuz Türkan bu gruptandı. Çok genç yaşta, liseyi yeni bitirdiği dönemde Türkçü dergiler yayınlamıştı. Bu dergilerdeki ateşli üslûp, devrin tek parti hükûmetince uygun görülmüyordu. Onun için Ergenekon dört sayı, onun yerine çıkan Bozkurt birkaç sayı ancak yayınlanabilmişti. Daha sonraki Gökbörü de aynı âkıbete uğramıştı. Dergilerin kapatılış gerekçelerinden biri Almanya’nın da düşmanımız olduğu şeklindeki yazılardı. Ama, sonraları o ve arkadaşları Nazi Almanya’sının adamlarıymış gibi tanıtılacaklardı. Bu arada Ankara’da Kitap Sevenler Kurumu’nu kurmuş, Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları kitabını yeni harflerle ilk olarak yayınlamıştı. O dönemde iddialı isimler taşıyan kitaplar yazıyordu: “Irsî Hususiyetler ve Muhit”, “Türkçülüğe Giriş”, “Dört İçtimaî Mesele”, “Solcular ve Kızıllar”, “Kızıl Faaliyet” gibi. Yaşı 20 ile 23 arasındaydı.

Atsız’la tanışmış ve yazılarını yayınlamıştı ama bir süre sonra araları iyice açılmıştı. Temel konulardaki düşünceleri hemen hemen aynıydı, fakat mizaçları çok farklıydı. Onu destekleyen üç dört arkadaşıyla birlikte Atsız’a hücum eden broşürler yayınlamış, Atsız da buna karşılık ağır cevaplar taşıyan başka broşürler yazmıştı. Yazık ki bu çekişme neşriyat alanına dökülmüş, dost düşman çok kimse özel meseleleri bile öğrenmişti. Nihayet Prof. Zeki Velidî Togan araya girmiş, evindeki bir toplantıda bu tartışmaların sona ermesi için tarafları ikna etmişti. Kararlaştırılan hususlara riayet edeceklerine dair taraflara yemin de ettirilmişti. İşte bu toplantı hemen hepsinin başına çorap örecek, hükûmet darbesi için hazırlık olarak nitelendirilecekti.

ooo

Ankara’daki 3 Mayıs gösterilerinin ardından başlatılan tutuklama furyası onu da önüne kattı. Diğer Türkçülerle birlikte Reha Oğuz’un da tutuklanacağı anlaşılınca babası onun sıkıyönetim bölgesi dışında kalan Ankara’da teslim olmasını tavsiye etti. İstanbul-Ankara Ekspresine binen Reha Oğuz, başkente yaklaşırken Gazi istasyonunda tutuklandı.

Bundan sonraki bir buçuk yıl acılarla, gözyaşlarıyla, hasretlerle geçecekti. Yanlış ifadeyi imzalatma tehdidine karşı koyunca onu tabutluğa kapattılar. Tabutluk denilen şey, duvarın içine açılmış betondan bir oyuktu. Dikine duran bir sandığa, daha da doğrusu bir tabuta benziyordu. Tepede yanan 500 mumluk üç ampul tabutun içini dayanılmaz şekilde aydınlık ve sıcak yapıyordu. Reha Oğuz’u buraya tıkınca bileklerinden zincirle bağladılar, sonra zincirleri gerip ayaklarının yerden kesilmesini sağladılar. Böylece vücudunun olanca ağırlığı el ve ayak bileklerine biniyor, oraları yara hâline getiriyor, bu da dayanılmaz bir acı veriyordu. Havasızlık ayrı bir felâketti. Reha Oğuz, ayaklarını tabutluğun köşelerine dayayıp kendini öne doğru bırakarak, tabutluğun tahta kapağındaki aralıktan sızan havayı ciğerlerine çekmeye çalışıyordu.

İşkence bundan ibaret değildi. Polis âmirlerinin baskısına direnince dayak yiyor, hücresine atılınca da bitlerle, pirelerle ve tahtakurularıyla boğuşmak zorunda kalıyordu. Ortalıkta tifüs salgını vardı, bu da ayrı bir tehlike oluşturuyordu.

Tutuklanma, sorgu ve duruşma safhaları bir buçuk yıl sürdü. Yüksek yerden gelen talimatla cezalandırılacakları muhakkaktı. Öyle de oldu. Reha Oğuz 5 yıl 5 ay ağır hapse, iki yıl da Diyarbakır’da sürgüne mahkûm edildi. Hüküm giyenler kararları temyiz ettiler. Askerî Yargıtay mahkûmiyet kararlarını bozdu ve tutukluların tahliyesini kararlaştırdı. Başsavcı, bu karara karşı tashih-i karar talebinde bulundu. Ancak bu talebi reddedildi. Bunun üzerine iade-i muhakeme istedi. Yargıtay genel kurulu bu talebi de reddetti. Tutuklular serbest bırakıldı. Millî Savunma Bakanının, Askerî Yargıtay üyelerini huzuruna çağırıp azarladığı yetmezmiş gibi bir süre sonra hepsi emekliye sevk edildi.

Askerî Yargıtay, nihaî kararıyla bütün sanıkları beraat ettirdiği gibi, onları vatansever olarak da ilân etti. Bir kâbus bitmişti. Bitmişti ama arkasında nice yıkıntılar, ıstıraplar ve mahrumiyetler bırakarak. Reha Oğuz’un bir gözü, işkenceler yüzünden sakatlanmıştı. Onun tedavisi için yurt dışına gitmeyi kararlaştırdı. Önce Fransa’ya gitti. Orada Sorbon Üniversitesi’nin antropoloji derslerini takip etti. Ancak gözünün tedavisinde bir ilerleme olmadı. Bunun üzerine Amerika’ya gitmeye karar verdi. Kardeşi bir yıldan beri orada ticaretle uğraşıyordu. Reha Oğuz Newyork’ta kısa bir süre kalıp gözü iyileşince Güney Amerika’ya gitmeyi planlıyordu. Kardeşi Amerika’da biraz daha kalmasını tavsiye etti. O da orada 25 yıl kaldı.

ooo

1975 yazında günlerim hep Oğuz Bey’le birlikte geçti. Onların Büyükada’daki babadan kalma köşklerinde gecelediğimiz oldu. Burası, yüksekteki Maden yolundan denize kadar kat kat inen büyük bir bahçenin ortasındaydı. Bakımsız kalmıştı ama yine de oturulacak gibiydi. Bir Pazar günü öğle vakti Büyükada’ya, oradan da yürüye yürüye köşkün bulunduğu yere gitmiştim. Köşkün üçüncü katı yol hizasındaydı. Oradaki küçük pencereden yabancı bir surat görünüyordu. Kapıyı açıp merdivenleri yeni inmiştim ki bu surat yanımda beliriverdi. Hiçbir şey söylemeden parmaklarını büküp “nazar değmesin” gibilerden tık tık alnıma vurdu. Sonra “Hımm, alnı geniş, zeki bu zeki” deyip geldiği gibi ortadan kayboluverdi. Oğuz Bey, onu tanıttı: “Orhan Ağabeyim bu”. Sonra büyük balkona kurulmuş sofraya oturduk. Birkaç lokma almıştık ki, Orhan Bey bana dönüp sordu: “Altan Bey, karımı nasıl buldunuz?” Karım dediği yapılı, ne güzel, ne çirkin, mesafeli bir hanım. Tam karşımda oturuyor. Birden ter içinde kaldığımı hatırlıyorum. Yüzümü de ateş basmış olmalı. Dilim tutulmuş, bir şey söyleyemiyorum. Derken bir kahkaha tufanı koptu. Benim dışımdaki herkes kahkahalarla gülüyordu. Oğuz Bey duruma açıklık getirdi. Amerika’dayken Cumhuriyet gazetesine “Amerika Mektupları” yazıyormuş. Bunlarda Amerikalıların yadırgadığı âdetlerinden filân da bahsediyormuş. Bu âdetlerden biri de, herhangi bir davette Amerikalı kocanın oradakilere “Karımı nasıl buldunuz?” diye sormasıymış. Oradakiler de ister istemez kadını metheder, bazen de göklere çıkarırlarmış. Böylece herkes memnun olurmuş. Orhan Bey, kardeşinin yazısını okuduktan sonra, yeni tanıdığı kişilere böyle bir soru yöneltir, onların şaşkınlığını görünce de keyiflenip kahkahayı basarmış. Bu oyundan ben de nasibimi almıştım.

Oğuz Bey, tamamlayıcı bilgiyi şöyle verdi: “Ağabeyim çok planlıdır. Sabah kalkınca gazeteyi alıp radyo programlarını okur. Kendisinin, karısının ve kızının dinleyeceği programları ayırıp bir çizelge yapar, ayrı renklerle işaretler. Sonra bu çizelgeyi radyonun üstüne asar. Böylece radyo dinleme sırasında anlaşmazlık çıkmasını önler. Sonra mutfağa girip akşamdan yazarak yerlerine iliştirdiği etiketlere göre faaliyete başlar. Meselâ “Buzdolabını aç”, “Masayı sil”, “Kahvaltılıkları çıkar”, “çayı kaynat” gibi. En sonra da başka bir kâğıda kocaman bir “Sus” yazar.” O zaman sormuştum: “Ötekileri anladık da bu ne?” Cevabı beni hayli güldürmüştü: “Çünkü bilir ki karısı arkadan gelip mutfağın hâlini görünce söylenecektir. Kâğıttaki mesaj ona konuşmamasını ihtar etmektedir.”

ooo

Yemekten sonra herkes bir köşeye çekilip de yalnız kaldığımız zaman, Oğuz Bey Amerika macerasının devamını getirmişti:

“Fransızcayı anadilim gibi biliyordum. Ama bu lisan Amerika’da pek işe yaramıyordu. Bu yüzden iş bulmakta zorlanıyordum. Boğaz tokluğuna çalıştığım, çelimsiz vücuduma rağmen 60 kiloluk gübre çuvallarını vagonlara doldurduğum günler oluyordu. Bunun üzerine İngilizceyi yıldırım gibi öğrendim. Bu bana akademik hayatın olduğu kadar iş hayatının da kapılarını açtı. Tecrübî psikoloji doktoru olduğum gibi eğitim psikolojisi dalında da uzmanlaştım. İletişim konuları da meşguliyet alanıma giriyordu. “Sorularla Programlı Öğrenim” tekniğinin geliştirilmesine katkıda bulundum. Bu metot, öğrenciye derslerini yarı zamanda öğretiyor, öğrendiklerini dört misli daha uzun bir süre hatırlatabiliyordu. Sonra video ve küçük bilgisayarları da ekleyerek multi-media (çok araçlı) bir eğitim sistemi ortaya çıkardım. Bu başarılar üzerine üniversiteyi bırakıp Uni-Teq adlı bir okul açtım. Daha da ileri gidip iki katlı otobüsleri öğrenim araçlarıyla donatıp okul okul dolaştırdım. Gezici öğretim atılımı tuttu. İşlerimiz genişledi. 4’ü bizim olmak üzere finans yoluyla 124 okul açtım. Burada büyük para kazanabileceğimi görüyordum. Türkiye’ye büyük sermaye ile dönüp faydalı yayınlar yapmak, yeni Türk nesillerini ahlâklı, milliyetçi ve sağlam bilgili olarak yetiştirecek okullar açmak idealimdi. Ancak işler büyüdükçe gözler bana çevriliyordu. Sonunda muhasebecimle avukatımın el ele vererek hazırladığı oyunlarla bütün okullarım bir Yahudi şirketinin eline geçti. Yılmadım, yeniden hamle yaptım. Üniversitelerle liselere öğretim malzemeleri pazarlayan bir şirketin başkanı oldum. Bu şirketin hisseleri iki yılda yarım dolardan 14 dolara çıktı. Çoğunluk hisseleri elimde olduğu için birden zenginleştim. Holdingler kurdum. Ama 1969’daki ekonomik bunalım beni fena çarptı. Alacaklarımızı tahsil edemedik. Borsada hisselerimiz hızla düşmeye başladı. Bir-iki yıl daha dayanıp şirketlerimi yok bahasına sattım. Yoktan var ettiklerimi kaybetmiştim. Artık yurda dönmek istiyordum. Ama karım Amerika’da kalmak niyetindeydi. Tartışmalarımız sonuç vermedi. Boşandık. Kızlarım anneleriyle kalmayı tercih ettiler. Yurda yalnız ve hemen hemen on parasız döndüm.”

ooo

Ondan sonrasını biliyordum. Yahut şöyle söylemeliyim: “Ondan sonrasını Oğuz Bey’le birlikte yaşadık.” Önce televizyon programlarından söz açayım. Oğuz Bey, bir gün yüzünde gülücüklerle geldi. TRT Genel Müdürlüğüne getirilen Nevzat Yalçıntaş’la görüşmüş. Ona belgeseller hazırlama projesinden bahsetmiş. Nevzat Bey de çok memnun olup, “Aman, ramazana kadar yetiştirelim” demiş. Bu programları beraber yapacakmışız. “İyi ama, dedim, benim bu programcılık konusunda tecrübem yok ki!” Önemli değilmiş, yaparak öğrenirmişim. Oturup uzun uzadıya çalıştık. On ayrı program taslağı hazırladık. Bunların maliyetlerini Oğuz Bey çıkardı, dosyaladık, alıp Ankara’ya gittik. Nevzat Bey, bizi her zamanki nezaketiyle karşıladı. Dosyaları Program Dairesi Başkanına götürmemizi söyledi. Demek kendisi oradan takip edecekti. Daire başkanı, Tatar suratlı, asık yüzlü biriydi. Dosyaları aldı, olumlu olumsuz bir şey söylemedi. Kalkıp döndük. Bu program tekliflerinden bir daha hiçbir haber çıkmadı.

TRT’den haber çıkmadı ama Milliyet gazetesinde aleyhimizde bir yazı çıktı. O dönemde Örsan Öymen adında biri Milliyet’te polemik kokan yazılar yazıyordu. TRT ile de ilişkisi vardı. Onun sabahtan akşama kadar orada burada kafayı çektiğini, bu arada da ölçüyü aşan yazılar yazdığını söylüyorlardı. Yazısı “Bozkurtlu programlara 75 milyon” başlığını taşıyordu. O vakit ortaya çıktı ki, program dairesi başkanı olan Tatar suratlı TRT’den ayrılıp Milliyet gazetesinde çalışmaya başlamış. Bizim dosyaları da yanında götürüp Örsan Öymen’e vermiş. O da mal bulmuş mağribî gibi aleyhimizde döşenmiş. Bunu görünce ben de Orta Doğu gazetesindeki köşemden ayrı olarak cevaplar verdim. Bunun üzerine yeni bir yazıyla tevil yoluna gitmek istedi. Bu defa mahkemeden etraflı bir tekzip yazısı gönderdim. Gazete, bunu Öymen’in çerçeveli sütununda olduğu gibi yayınlamak zorunda kaldı. Benim cevaplarım Tercüman gazetesinin sahibi Kemal Ilıcak’ın dikkatini çekti. Tercüman’ın Avrupa baskısında köşe yazarı olmam teklifini aldım. Orada on yıl kadar yazacaktım. Örsan Öymen, bir süre sonra fazla içki yüzünden öldü. Tatar suratlı ne oldu bilmiyorum, unutulup gitti.

Bu kalem mücadelesinde tek başıma kalmıştım. Oğuz Bey, başka mecralara dalmıştı. Konuyla hiç ilgisi yokmuş gibi davranıyordu. Bu TRT olayı Oğuz Bey’le müşterek iş yapmanın zorluğunu göstermişti. Kendimi yalnız bırakılmış hissediyordum. Oğuz Bey’e en küçük bir imada, bir sitemde bile bulunmadan dostluğumu devam ettirdim. Tâ ölene kadar. Ama iş konusunda daima mesafe bırakarak.

Reha Oğuz, hiç şüphe yok ki zeki bir adamdı. Hattâ zekâsının taşkın olduğu bile söylenebilirdi. Ölçümlerde IQ’sü yüksek değerde çıkmıştı. Çok da hareketliydi. Yerinde duramaz gibiydi. Bir gün Ankara’da düzenlediğimiz bir toplantıdan dönüyorduk. Özel olarak tutulmuş otobüste yirmi beş – otuz kişiydik. Oğuz Bey bir türlü yerinde oturamıyor, koltuklar arasındaki dar koridorda dolaşıp bir onun bir bunun yanına ilişerek bir şeyler konuşuyordu. O zaman henüz profesör olmamış Salih Tuğ kulağıma eğilerek “Ben Oğuz Bey’e bir ad buldum” dedi. “Nedir?”. “Müzebzib!” (Zıp zıp zıplayan). Bu tek kelimede takdir mi yoksa istihza mı gizliydi, çözemedim.

1975’te kurulan milliyetçi koalisyonun eğitim alanındaki atılımlarından biri de yaygın öğretimdi. Bunun için radyodan ve televizyondan yararlanılacaktı. Oğuz Bey bu konularda tecrübeli olduğu için iş onun üzerinde kaldı. Yaykur’u kurmak ona nasip oldu. Ekranda dramalı, kostümlü hareketli bir anlatım tasarlıyordu. Kültür dersleri için ben de destek oldum. Fahrî olarak senaryolar hazırladım. Ancak bunların çekimi için zaman ve para yetmeyince dersler ekranda anlatılarak verilmeye başlandı. Ben de kendimi çektim. Oğuz Bey bir yıl kadar dayandı, sonunda o da ayrılmak zorunda kaldı. Ama Yaykur gelişti ve açık üniversite hâlini alarak günümüze kadar yaşayıp geldi.

1976 yazında bir gün Kemal Ilıcak sordu: “Reha Oğuz kendisinden otuz altı yaş küçük bir hanımla evleniyormuş. Doğru mu?” Haberim vardı, evet dedim. “Yahu, bu adam aklını mı kaçırmış?” diye tepki gösterdi. Yoo, aklını kaçırdığı filân yoktu, bir yıl önceki gezimizde arayıp durduğu Yörük kızını Akşehir’de bulmuştu. Onu beğenmiş, kendine eş yapmayı uygun bulmuş, adına da Zübeyde’nin yanına Ece’yi ekleyerek “beğenilir” bir şekil vermişti. Evlendiler, otuz dört yıl bir yastığa baş koydular. İki oğulları yetişti. Ece Hanım, Oğuz Bey’in hayatına çeki düzen verdi, onu derbeder bir hayattan kurtardı. Çalışmalarında eşinin yardımcısı oldu. Onun, hele son senelerde çok sayıda eser vermesinin arka planında hep Ece Hanım’ın mütebessim yüzünün varlığı hissedildi. Kemal Ilıcak boşuna telâşlanmıştı.

Oğuz Bey’in kendine özgü alışkanlıkları vardı. Bütün faaliyetleri sırasında hiç yazıhane tutmamıştı. Hazırlıklarını evinde, telefon görüşmelerini tanıdıklarının iş yerlerinde yapardı. Ama bazen ölçüyü kaçırdığı da oluyordu. Bir gün Tercüman’a gittiğimde dış ülkelerle telefon bağlantılarının yasaklandığını söylediler. Sebebini sordum. Oğuz Bey Avrupa ve Amerika görüşmelerini gazete telefonlarından yapıyormuş. Yüksek faturalar gelip de araştırılınca iş anlaşılmış. Kemal Bey de dış ülke konuşmalarına yasak getirmiş. Onun hesaplı, hattâ çok hesaplı biri olduğunu biliyordum. Zaten cömertliğinden bahseden kimse de yoktu.

Bir başka alışkanlığı bir girişimde bulunacağı zaman yakın tanıdıklarını toplayıp danışmasıydı. Mizah dergisi çıkarmaya kalkıştığında da böyle yapmıştı. Kendisinin iyi mizah yazıları da yazacağına inanıyordu. Evet, doğrusu güzel bir üslûbu, açık ve akıcı bir anlatımı vardı, yazdıklarını rahatça okutabiliyordu. Ama mizah işi başka bir işti. Toplantıda dergiye isim aranırken ben “Deve” adını teklif ettim. Çünkü bana kalırsa, devenin kendisi bile gülünçtü. Ayrıca şapkalı, kasketli, gözlüklü, puro içen, gülen, öfkelenen birçok deve figürü kullanılabilirdi. Oğuz Bey bu ismi tuttu. Sonra bu isimle dergi mi, albüm mü, mizahî nitelikli bir şeyler yayınladı. Bunların tutmadığı kısa sürede kapanmalarından anlaşılıyordu.

Türk 2000’ler Vakfı’nı kurarken de aynı metodu uyguladı. Yakın saydıklarını defalarca topladı, onlara görüşlerini, tasavvurlarını anlattı. Kurucu olmalarını istedi. Vakıf böylece kuruldu. Ülküyle ilgili faaliyetlerini bundan sonra Vakıf şemsiyesi altında yürütecekti. Bu vakıf büyük toplantılar, açık oturumlar tertipledi. Bunlara beni daima ya konuşmacı yahut yönetici olarak iştirak ettirdi. Ama Vakfın yönetim kurulu başkan vekili olduğumu yıllar sonra başka bir vesileyle öğrenecektim. Oğuz Bey’i artık iyi tanıdığım için bu sürpriz beni fazla şaşırtmayacaktı.

Reha Oğuz Türkkan, hayatı boyunca takip ettiği Türkçülük yolundan hiç şaşmadı. Belki de bu sebeple Sümerlerin, Etrüsklerin, Kızılderililerin, hattâ Eskimoların Türk kökenli oldukları yolunda araştırmalar, makaleler yayınladı. Bunlarda takip ettiği metot şuydu: Bugünkü Türklerle ve Türkçe ile benzeşen hususlar bulup sıralamak ve sonra bunların üzerine bir senaryo bina etmek. Meselâ Kızılderili dilindeki birkaç kelimenin Türkçeyle benzerliğini ileri sürmek, sonrasında da Kızılderililerin Kuzeydoğu Asya’dan Bering Boğazı yoluyla Kuzey Amerika’ya geçerek yayıldıklarını ileri sürmek gibi. Olup bitenleri gözleriyle görmüş gibi anlatmak, fakat hiçbir ciddî delil gösterememek bu metodun zaafı idi. Ama bizim Kızılderililer gibi akrabalarımızın olması çok kişiyi hoşnut ettiği veya ilgi çekici geldiği için bu türlü yazılar okuyucu buluyordu. Anlaşamadığımız konulardan biri buydu.

Reha Oğuz Türkkan’ın ilgilendiği konular çok çeşitliydi: Psikoloji, antropoloji, hukuk, tarih, füturoloji, eğitim, senaryo yazarlığı, yayıncılık, vakıf yöneticiliği, ticaret vb. Bunların içinde başarısız olduğu tek alan ticaret yani iş hayatı idi. Firmalar kurmuş, bunları geliştirmiş, bu sayede para kazanmış fakat sonunda bütün şirketlerini kaybetmişti. Amerika’da rahat yaşayacak bir refah seviyesi yakalamışken Türkiye’ye “on parasız” dönmüştü. Çok verimli bir yazardı. Üç ayrı dilde 40 kadar kitabı, 3.000’den fazla makalesi, ansiklopedi maddesi, inceleme dizisi, senaryo, piyes, hikâye ve çocuk masalları kaleme almıştı. Benim yayınladığım bütün dergilere sürekli yazı yazmıştı. Son olarak Orkun’da 80 kadar yazısı çıkmıştı. Bazen en umulmadık dergilerde imzasını görürdüm. Hemen bütün siyaset önderleriyle tanışıklığı ve ilişikliği olmuştu ama hiçbir zaman hiçbir partiye girmemişti. Bu yönüyle siyasetin hem içinde hem dışında bir tutumu vardı.

Reha Oğuz’un en çok tenkide uğradığı iki husus vardı. Biri, yazılarında ve kitaplarında kendisinden çok bahsetmesi, bu suretle görüşlerinin şahsîleşmesiydi. İkincisi ise, Türkçülüğün yakın geçmişinde kendisinin Atsız’dan önce ve ondan daha çok faaliyet gösterdiğini durmadan tekrarlamasıydı. Bu iddia elbette yanlıştı ama sanırım kendisini inandırmıştı, başkalarını da inandırmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Bu yüzden Atsız hayranı gençlerin hücumuna uğramış, tartaklandığı bile olmuştu. Aslında çelişkili bir durum vardı. Reha Oğuz, Atsız hakkındaki düşüncelerini bir kitabında şöyle dile getirmişti: “Bugün bakıyorum da ‘Bozkurtların Ölümü’ gibi romanlarının, Türklük ve Türkçülük ateşinin sönmemesinde ve gençler arasında daha da kök salmasında bir hayli payı olmuş. Böyle bir insana ben ancak saygı duyabilirim.” Başka bir yerde de gerçek kanaatini belirtiyordu: “…tarihçi ve yazar olarak, her zamanki gibi gözünü budaktan sakınmadan, inandığı fikirlere imanla dolu bir hayattan sonra Atsız ve kardeşi Sancar Allah’ın rahmetine kavuşmuşlar.” Hakikati böyle teslim eden birinin, ölümünden sonra Atsız’la uğraşmasındaki tezadı anlamak güçtür.

Reha Oğuz’un uzman olduğu alanlardan biri de hızlı okuma idi. Daha Amerika’da iken bunun metodunu belleyip uygulamış, iyi sonuçlar almıştı. Türkiye’de de bu konuda kitap yazdığı gibi kurslar açmış, buralarda yetişen öğreticiler eliyle de bu kursları genişletmişti. Hızlı okuma konusunu gelir getirici hâle sokmayı da başarmıştı. Büyük oğlu Tuğrul, şimdi hızlı okumayı şirketleştirip yönetmektedir.

Oğuz Bey’le son gezimiz Erzurum’a oldu. Orkun ‘un Erzurum temsilciliği 3 Mayıs Türkçülük Günü tertiplemiş, konuşmacı olarak da ikimizi Erzurum’a davet etmişti. Gittik. Orada 3 Mayıs Parkı’nın açılışında kurdeleyi birlikte kestik. Ertesi günü de Atatürk Üniversitesi konferans salonunda konuşmalarımızı aynı kürsüden yaptık. Keyifli bir yolculuk olduğunu hatırlıyorum.

Eskiden beri hayâlinde çiftlik sahibi olmak vardı. İlerlemiş bir yaşında Söğüt’le Adapazarı arasındaki Doğançay’da dört dönümlük bir arazi satın aldı. Oraya ev inşa etti, ağaç dikti, 5-10 koyun, hindi aldı, henüz satın alamadığı at için de ahır yaptırdı. Ara sıra oraya kaçıp kır hayatının güzelliklerine dalıyordu. Ama, çiftliği emanet ettiği kâhyanın umursamazlığına bir de sel felâketi eklenince çiftlik harap oldu, bir kısım kıymetli kitaplar da okunmaz hâle geldi. Ama at hevesi hiç geçmedi. Beş yaşındayken ata binmeye başlamış, delikanlı çağında da İstanbul’dan Eskişehir’e atla gitmişti. Çiftlikte ata binemedi ama Azerbaycan’da bu fırsatı kaçırmadı. Sovyetlerin yıkılışından sonra oraya ilk gidenlerden biriydi. Artık hayâllerinin gerçekleşme zamanı gelmişti, “Turan”a doğru ilk adımlar atılıyordu. İçinde bulunduğu heyeti Azerbaycan’da gezdirirlerken kırlık bir yerde mola vermişlerdi. Orada oturdukları sırada ilerde başıboş dolayan bir at gördüler. Reha Oğuz koşup hayvanı yakaladı ve bir sıçrayışta sırtına bindi. Senelerden beri, muhalifleri onun gibi Turancıların ata binip Turan’ı fethetmeye kalkışacaklarını mizah yollu ilân ediyorlardı ya, şimdi gelip görsünlerdi.

Türkçülük bahsine gelince: Reha Oğuz Amerika’dayken adı biraz efsane gibiydi. Aleyhinde yazılanlara rağmen geçmişteki çalışmaları unutulmamış, 1944-1945 Türkçülük Dâvası’nda tabutlukta işkence gördüğü hatırlardan çıkmamıştı. Türkçülüğün mazlum kahramanlarından biri addediliyordu. Türkiye’ye döndükten sonra ise bu kanaat değişmeye başladı. Onun dış görünüşü, tenkitlere aldırış etmemesi ve çok çeşitli alanlarda boy göstermesi yeni bir Reha Oğuz tiplemesini ortaya çıkarmıştı. Bunun eskisiyle ilgisi pek azdı.

Reha Oğuz’un Turancılık, yani Türk asıllı toplulukların birleşmesi ideali öz bakımından değişikliğe uğramamıştı. Dünya siyaset sahnesindeki değişimler bu görüşünü pek az etkilemişti. Buna karşılık gençliğindeki siyasî ırkçılık anlayışı zaman içinde ilmî ırkçılığa dönüşmüştü. Irkların incelenmesini ve bundan bir takım sonuçlar çıkarılmasını bilim konusu olarak görüyordu. Dünyanın her yerinde de bu tür çalışmalar yapılıyordu. Atatürk de Anadolu’da insanların kafataslarını ölçtürmemiş, arkeoloji ve antropoloji çalışmalarına önem vermemiş miydi?

Yenilikleri takip etmek onda eski bir merak hâlindeydi. Daha Amerika’da iken yeni yeni ortaya çıkan bilgisayarlarla, uydularla, DNA araştırmalarıyla ilgilenmiş, bu konuda şirketler kurmuştu. Ama, kendisini aynı zamanda muhafazakâr bir milliyetçi olarak tanımlıyordu. Türk’ü Türk yapan özelliklerimizin kaybolmasını, yeniye ve yarınlara koşarken ‘dün’ümüzü kaybetmemizi de istemiyordu.

Ne kadar değişik alanlarla ilgilenirse ilgilensin, Reha Oğuz, Türkçülük konusunda hayatı boyunca sabitkadem olmuştu. Bu konuda kitaplar, makaleler yazmış, çalışmalarında Türkçülüğü rehber tutmaktan geri kalmamıştı. Türkçülükte 70 küsur yıl direnmek her kula nasip olmuyordu.

Son yıllarında Bodrum Yerköy’de aldığı yazlık eve gidiyorlardı. Oradaki bir ziyaretimde onu mutlu ve huzurlu görmüştüm. Hayatta dilediği her şeye az veya çok erişmiş gibiydi. Artık daha çok telefonla görüşüyorduk. Son konuşmamız, ölümünden kısa bir süre önceydi. Anlatmıştı ki, Mısır’a giden bir turist kafilesine eşiyle birlikte katılmıştı. O yaşta? Piramitleri merak ediyordu, görmüştü. “Pek bir şey değilmiş” diyordu. Doğrusu hayret ve aynı zamanda gıpta etmiştim. Her zamanki gibi neşeliydi. Ağrılarını, ıstıraplarını belli etmiyordu. Karşılıklı atıflarla bir hayli gülmüştük. Biri bana onun da günün birinde öleceğini söylese inanamazdım. Tam 90 yaşındaydı.

Şu bir gerçek ki “Reha Oğuz öldü” demek, Türkçülükte bir devir kapandı demektir. Acı tatlı bir alay hâtıra canlılığını kaybetmiş, hâfızalara intikal etmiş demektir. Enerji ve dinamizm dolu bir makine ansızın duruverdi demektir.

Cenazesindeki kalabalık bilmem bu anlattıklarımı zihninden geçirmiş midir? Daha da ötesi, acaba onu gerçek şahsiyeti ile tanıyabilmiş midir? Yoksa sadece Reha Oğuz adı bile onları cami avlusuna çekmeye yetmiş midir?

Bu soruların cevabı hiçbir zaman bilinemeyecektir. Ama kesin olarak bilinen şudur ki, dünyaya bir Reha Oğuz daha kolay kolay gelmeyecektir.

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -