MUSTAFA Kemâl 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışını yaptığı zaman, tarihe mâl olan meşhur: “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünü söylemiştir. Bizler de onun bu sözünü meclisimizin alnına asarak Cumhûriyet’e olan bağlılığımızı ve hâkimiyetin kayıtsız şartsız milletin olduğu ilkesini kabullendiğimizi göstermişiz. Ama aradan biraz zaman geçince hakimiyetin milletin elinde bulunmasından rahatsızlık duyan feodal beyinli insanlar Atatürk’ün bu sözünü kırparak “Egemenlik ulusundur”, “Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur” şekline sokmaya başladılar “kayıt” kelimesinin de düşman oldukları kelimelerden olduğunu unutarak.
Vecizelerin de atasözü ve deyimler gibi bir özelliği bulunduğu, kelimelerinin eş anlamlısıyla ya da yakın anlamlılarıyla değiştirilemeyeceği ilköğretimdeki öğrencilerimiz dahi çok iyi bildiği bir kâidedir. Böyle husûsi sözlerin, bir kelimesi bile eş anlamlısı ile değiştirilse ortaya komik bir durum çıkar. Meselâ en basitinden “Ak akçe kara gün içindir” sözü yerine “beyaz akçe siyah gün içindir.” dediğimiz zaman hiçbir mana ifâde etmez ya da “Üzüm üzüme baka baka kararır” yerine “üzüm üzüme baka baka siyahlaşır” demek ne kadar gülünç ve yanlış olur. Atatürk’ün -veya herhangi bir insanın- sözlerini değiştirmek, onları kendi zihnî dünyamıza göre yorumlamak da bir o kadar çirkin ve yanlıştır. Bu veciz sözü oluşturan asil kelimelerin yerine, elli altmış yıllık eş anlamlısı zannedilen ucûbeleri koymak bir büyük gafletin, belki de şuurlu veya şuursuz bir büyük ihânetin neticesidir.
Her kelimenin ayrı bir mânâ dünyası vardır. Kelimeler birbirlerinin yakın anlamlısı olabilir; ancak hiçbir zaman bir keline diğerinin aynısı değildir. Kelimeleri aynı kefeye koymak bunları oluşturan kültürleri de aynı kabul etmek demektir. Böyle bir tavır bizim dilin inceliklerine vakıf olmadığımız hakikatini ortaya çıkarır.
Şimdi Atatürk’ün sözünün orijinalliğinin bozulmasına değecek kadar mühim olan şu kelimelerin dünyasına bir göz atalım:
Ulus-Millet: Ulus kelimesi, “Divanü Lügati’t-Türk‘te ve Kutadgu Bilig’de köy ve şehir anlamında kullanılmıştır.(1) Daha sonra köyde, şehirde yani bir bölgede oturanlar anlamıyla kullanılmaya başlamıştır.”(2) Eski Türklerde çadırlardan oluşan küçük topluluklara “oba,” obaların birleşmesiyle oluşan topluluğa “kabile” (oymak), oymakların birleşmesinden oluşan topluluğa “il”( Aşiret), aşiretlerden oluşan, yeni kalabalığa ise “uluş” (Uruk) denirdi. Uruk (ulus) bir ülkenin belli bir bölgesinde yaşayan boy demektir. Nejat Muallimoğlu da Türk Dil Kurumu’nun Divanü Lügati’t-Türk Dizini’ni (Ankara 1972) kaynak göstererek: “Orhun Kitabelerinde ulus, şehir, il, ülke, ahâli mânâsınadır”(3) der. Yaptığımız araştırmada Orhun Abideleri’nde ulus kelimesine rastlayamadık. Ancak Költiğin Abidesi’nin Kuzey cephesinin sonlarına doğru yer alan: “Kurıya kün baksıkdakı Sogd Berçik er Bukarak uluş budunda Enik sengün Ogul Tarkan kelti.” (Batıda gün batısındaki Soğd, İranlı, Buhara ülkesi halkından Enik general, Oğul Tarkan geldi) cümlesinde uluş kelimesi kullanılmıştır. Burada da “uluş” kelimesi millet karşılığında değildir. Çünkü bu cümlede millet mânâsına gelen kelime, Orhun Abideleri’nin hemen hemen her cümlesinde karşımıza çıkan “budun” kelimesidir. Prof. Dr. Muharrem Ergin “uluş” kelimesini Türkiye Türkçesine çevirirken: ehir, Ülke, Memleket, il, halk diye beş tane karşılık vermiştir.(4) Bize göre bu mânâlandırma da tenkit edilmelidir. Abidelerde sadece bir defa kullanılan bir kelime için beş değişik anlam fazla değil mi? Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu ise kelimeye daha net bir mânâ verir: “uluş: Memleket, devlet, Ülke, …”(5) Abdulkadir İnan ise ulus kelimesinin Moğolca “uluş” kelimesinden geldiği kanaatindedir.(6) İsmet Zeki Eyüboğlu da Türkçe “üleş-” (bölüm, kesim, topluluk) fiilinden geldiğini söyler.(7) Bütün bunların tersine Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu “ulus kelimesinin Türkçe “uluş” isminin Moğolca’ya geçerek oradan “ulus” olarak döndüğü yani kelimenin aslında Türkçe olduğu kanaatindedir.(8) Ama buna herhangi bir delil göstermez.
Millet ise dilimize Arapçadan gelmiş bir kelimedir. “Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu”(9) demektir. Bunun dışında milletin “din, mezhep, bir dinde veya mezhepte bulunanların tamamı”(10) anlamı da vardır. Görülüyor ki millet kelimesiyle “ulus” kelimesi arasında dağlar kadar fark var ve millet kelimesinin yerini hiçbir zaman ulus kelimesi tutamaz. Ulus, belki milletin bir alt birimi olabilir.
Ben bu noktada kelimelerin psikolojisi üzerinde de durmanın uydurukça zihniyetini anlamaya yardımcı olacağı kanaatindeyim. Eğer, ulus kelimesi, Nejat Muallimoğlu’nun da işâret ettiği gibi, Divanü Lügati’t-Türk’deki anlamıyla, yani aşiretlerden oluşan kalabalık anlamına gelen “Uruk” (11) kelimesiyle alâkalı ise, büyük bir milleti bir kabileler birliğine dönüştürme gayretine âlet ediliyor demektir. Eğer, Abdülkadir İnan Bey’in kanaâti doğru ise, bu Türk milletine büyük bir hakarettir. Çünkü uluş kelimesinin Moğolcada bir anlamı da ‘koyun sürüsü’ demektir.(12) Yok öyle değil de İsmet Zeki Eyüboğlu’nun dediği gibi “üleş-” kelimesinden geliyorsa Türk milletinin üleştirilecek, paylaşacak ne insanı ne de toprağı vardır. Hele hele üleştirilmiş olmak bize yapılabilecek hakaretlerin en büyüğüdür.
Kelimenin kökü ne olursa olsun millet kelimesi yerine ulus kelimesini koymak son derece yanlıştır ve maksatlıdır. Ecdadının büyüklüğünden ve ihtişamından hicap duyup başka başka gayelerin yaltakçılığını yapmak için tarihini ve edebiyâtını yok sayan zavallı beyinleri düşündüğüm zamanlar, hep eserlerinden tarif edilmez bir haz duyduğum, rahmetli Cemil Meriç’i yâd etmek istiyor sevdâlı gönlüm: “Zavallı Türk aydını… Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazinelerinin olduğunu. Düşmanlarının putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser. Dev papağanlaşır.”(13)
Art zamanlı ve eş zamanlı dil birliğimizi, ancak dil birliği ile ihdas edilebilecek fikir birliğini ve bunun tabiî neticesi olacak iş birliğimizi baltalamak için gösterilen şer gayretler maalesef, biz farkında olmasak da, hedefine ulaşıyor ve sadece iktisadî geri kalmışlığımızı anlatmayan da “hayır delikanlı, sen bir az gelişmişsin” lâfını “gururla göğsümüzde taşımaya” devam ediyoruz.
Bunun hâricinde Adriyatik’ten Çin’e İran’dan Turan’a” kadar olan coğrafyada yaşayan bütün Türkler millet kelimesini anlar ve severek kullanır. Azerbaycan, Başkurt, Özbek, ve Uygur Türkleri kendi şivelerine göre millet kelimesini “millät” olarak kullanırlar. Türkmenler ise aynı bizim gibi “millet” demektedirler. Farklı olarak sadece Kırgız Türkleri ulut, Kazak Türkleri de “ult” derler Şimdi biz millet kelimesi yerine ulus kelimesini kullanarak soydaşlarımızla ve dedelerimizle olan tanışıklık bağını koparmış olmuyor muyuz?
Koşul-Şart: Koşul kelimesi “koş-” fiilinden yapılmış bir isimdir. Ancak bu koşmak hızlı yürümek mânâsında değil, hayvanları çekeceği vasıtaya bağlamak gibi bir bağlılık ifâde eden fiildir. Zirâ dilbilimcileri de bu kelimenin “hayvanları çekeceği vasıtaya bağlamak” fiilinden geldiği görüşündedir. Bir çiftçi çocuğu olarak çok iyi bilirim ki, köylerimizde öküz ve atları boyunduruk vurarak çifte koşarlar, böylece bağ ve bahçeleri sürerler.
Akl-ı selim ile şöyle bir düşünelim: bir kişi bize koşul kelimesiyle hitap etse hakaret etmiş olmaz mı? Hangi birimiz, kendimize “öküz” diye hitap edilmesini veya bunun imasını kabul edebiliriz. Hadi hayvanlığı kabul etme pahasına da olsa koşul kelimesini bir inat uğruna, kullanmaya râzı olalım. “Şart koşmak” yerine “koşul koşmak” mı diyeceğiz? Şart şut tanımayan pervasız insanlar ne zamandan beri koşul şurt tanımaz oldular. Karşılıklı sözleşme mânâsına gelen şartnamelere “koşulnâme” mi diyeceğiz. Böyle saçmalık mı olur?
Tek suçu Arapça olan bu şart kelimesini çıkarıp atalım dilimizden yüz milyonlarca insanın bu kelimeyle konuşup anlaştığını düşünmeyerek. Dilde ırkçılık yapalım çifte standardı mürşit yaparak. İnsanların kafalarını karıştıran sualler bitecek mi? Her sahada milliyetçiliğe karşı olanlar neden dilde milliyetçiliği, hattâ ırkçılığı savunuyorlar? Arapça ve Farsça kökenli kelimelere karşı yapılan bu saldırılar neden batı dillerine karşı yapılmıyor?(14)
Tahsin Banguoğlu Hocamızın dediği gibi: “Kelimeler çakıl taşları değil, inci taneleridir. Bu taneler dilimizde boy boy, renk renk, biçim biçim seçilmiş inci dalları hâlindedir. Bir daldaki bütün kelimeler şekilce ve mânâca bir gurup teşkil ederler.”(15) Ama nesebi ve mânâsı gayrı sahih bu dil ucûbelerini nereye bağlayacağız?
Şart kelimesinin kardeş cumhuriyetlerde kullanılışına bir göz atalım: Azerbaycan ve Uygur Türkler: “şärt”, Kazak ve Kırgız Türkleri aynen bizim gibi “şart”, Başkurtlar “sart” ve “talap”, Türkmenler: “şert”, Özbek Türkleri de “şärt” ve “şäràit”, Tatarlar ise: “şart” ve “taläp” demekteler. Farkı ne? Farkı sadece koşul.
Hâkimiyet-Egemenlik: Egemenlik, Yunan’ın “hegemonya” sından gelmektedir. Hâkimiyet ise ha(c), kef(s), mim(o) aslî harflerinden türemiş bir kelimedir. Dilimizde hâkimiyetle aynı kökten türeme hâkim, mahkûm, hüküm, mahkeme… kelimeleri vardır. Biz Yunan’ın hegemonyasını hâkimiyete tercih etmekle hâkimi, hükmü, ahkâmı, mahkemeyi zihinlerde mahkûm etmiyor muyuz? Diyebilirsiniz ki ikisi de yabancı kelime, hangisi olsa ne fark eder? İyi de biz bu kelimeleri bin yıldan beri kullanıyoruz. Kullana kullana Türkçeleştirdik. Hiç bir vatandaş, dile husûsî bir ilgi duymayan hiçbir üniversite mezunu bunların Arap kökenli olduğunu bilmez. Hattâ bizzat müşahede ediyorum ki kelimelerin menşei hakkında konuştuğumuz zaman hayrete düşüyorlar. Nasıl hayrete kapılmasınlar ki: İnsanlarımız asırlarca bu kelimelerle konuştu. Aşklarını, sevgilerini, nefretlerini bu kelimelerle ifâde etti. Sevgilinin sözleri bizim için bir hüküm olurken, gözlerinin mahkûmu olduk. Bunlarla atasözleri ve deyimler oluşturduk. Az bilip çok konuşma ihtiyacı hissettiğimiz zaman ahkâm kestik, suçlu olduğumuz zaman hüküm giydik, moralimiz bozulduğu zaman ise suratımız mahkeme duvarına döndü.
Kadim düşman Yunan’ın hatırı kırılmasın diye hâkimiyeti dilimizden söküp atmak onun yerine işgalci egemenliği yerleştirmek Yavuz Bülent Bakiler Bey’in de ifâdesiyle bir havuzun sularını iki karış kalacak şekilde boşaltıp sonra da ona balıklamasına atlamak kadar mantık dışıdır.
Diğer Türk Cumhuriyetlerinde de hâkimiyet aynı şekliyle kullanılmakla birlikte Rusça’daki “suverenitet” kelimesi de yaygın olarak kullanılmaktadır: Azerbaycan Türkleri: “Hakimiyät” ve “suverinnik”, Başkurtlar: “Suverenitet” ve “hakimiyät”, Özbek Türkleri aynı bizim gibi “hàkimlik” ve “hàkimiyät”, Tatar Türkleri: “suverenitet” ve “hakimiyät”, Türkmen Türkleri: “Häkimiyet”, “özığtıyarlılık” ve “suverenitet”, Uygur Türkleri: “Mustäkillik”, “häkimiyät” Kırgızlar: “Erktülük”, Kazaklarsa “egemendik” kelimelerini kullanmaktadırlar.
Bütün bunların üstüne “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünü kırparak “Egemenlik ulusundur” ya da “Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur” demek, size de dil ahlâkına ve vecizelerin hususiyetlerine karşı yapılmış mühim bir yanlışlıktan ziyâde bir ihânetin varlığını düşündürmüyor mü?
Her zaman sorularıyla beni meşgul eden bu dil meselesini bütün insanlarımızın düşünmesi ve araştırması birinci dereceden isteğimizdir. Ancak kültürlerin dille gelip dille gittiğini hiç unutmamak şartıyla.
Vedâ ederken üstâd Cemil Meriç’i yâd edelim:
“Argo, kanundan kaçanların dili. Uydurma dil, tarihten kaçanların… Argo, korkunun ördüğü duvar; uydurma şuursuzluğun. Biri günahları gizleyen peçe, öteki, irfânı boğan kement. Argo, yaralı bir vicdanın sesi; uydurma dil, hâfızasını kaybeden bir neslin. Argo, her ülkenin; uydurma dil, ülkesizlerin.”(16)
Ah bu kelime düşmanlığı!
Ah bu dil hokkabazlığı ilişkisi!
Ah bu hazımsızlık!
“Ah bu gaflet, gafletlerimizin en büyüğü!”
DİPNOTLARI
(1) Besim Atalay; Divanü Lügati’t Türk Dizini “Endeks”, c. IV, s. 962.
Not: Burada da kelime Orhun Abidelerindeki gibi “uluş” olarak geçmektedir ve Çiğilce köy, Arguca şehir olarak anlamlandırılmıştır.
(2) Nejat Muallimoğlu; Türkçe Bilen Aranıyor, s. 791.
(3) Nejat Muallimoğlu; Türkçe Bilen Aranıyor, s. 791.
(4) Prof. Dr. Muharrem Ergin; Orhun Abideleri, s. 136.
(5) Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu; Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, s. 173.
(6) Nejat Muallimoğlu; Türkçe Bilen Aranıyor, s. 791.
(7) İsmet Zeki Eyüboğlu; Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, s. 687.
(8) Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu; Karahanlı Türkçesi Grameri, s. 129.
(9) Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, Ankara 1988, c. II, s. 1026.
(10) Ferit Devellioğlu; Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, s. 648.
(11) Uruk: Soy, sülâle. Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, Ankara 1988, c. II, s. 1516.
(12) İsmet Zeki Eyüboğlu; Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, s. 687.
(13) Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, s. 9.
(14) Dilde Özleştirme hareketlerinin Rus dış siyasetiyle ilgili olduğu hakkında geniş bilgi için bkz. Nihat Sâmi Banarlı, Türkçenin Sırları; Stalin ve Dil, s. 219.
(15) Tahsin Banguoğlu; Dil Bahisleri, s. 141.
(16) Cemil Meriç; Bu Ülke, s. 84.