Ana Sayfa 1998-2012 TÜRK’ÜN VE TÜRKÇENİN NÂDÎDE GÜLLERİ

TÜRK’ÜN VE TÜRKÇENİN NÂDÎDE GÜLLERİ

Bir arada bulunmalarında, insanlık için büyük tehlike riskleri barındıran iki habîs kelime var: “Kâselîs, tesvîlât”. Bunlardan birincisi; “dalkavuk, çanak yalayıcısı” mânasına geliyor. İkincisi ise; “ hîleler, yalanlar “ demek. Biri fâil, diğeri fiil olarak bütün eğrilik, şer, tuzak ve fenâlıklara şemsiye açan bu ikili, bugünlerde Türkiye’yi mekân tutmuş görünüyor.

- Reklam -

Yalaka sözünde en âmiyâne şeklini bulan dalkavukluk, zâten yalan üzerine ihtisas yapmışların mesleği değil mi? Rahmetli Reşat Ekrem Koçu’nun, vaktiyle yayınladığı bir dalkavukluk fiyat târifesi vardı.

Bâzı durumlarda; dalkavukluğu sevimli, hattâ mecbûr ve de mağdûr gösteren ifâdelere rastlanıyor. Hiç, yalan söylemenin ve bunu geçim kaynağı hâline getirmenin mecbûriyeti olur mu?

Türkiye basını başta olmak üzere, bir sürü kalabalığındaki dalkavukluk sektörü; politik gelişmelere, ekonomik grafiklere alkış tutabilmek için, epeyi zamandır avuç patlatıyordu.

Ne zaman ki, mevcut siyâsî otorite yıpranma emâreleri gösterdi, cümle dalkavuk takımı, makâmı değiştirip başka şarkıya geçtiler.

Kâselîs sözünde; hem müzikâlite bakımından hem de mânâ itibâriyle dalkavukluk, defileye çıkmış görünmektedir.

Sultan İbrâhim (1640-1648 ); maiyeti erkânıyla Topkapı Sarayı’nın denize nâzır seyir yerlerinde, gurub vakti dolaşırmış. Güneş ışıklarının hâreler hâlinde deniz suyuna düştüğü demlerde:

- Reklam -

“ Eyvâh! Deryada harîk var! “

diyen Sultan’a, etrâfındakiler:

“ İhtimâldir Pâdişâh’ım, belki deryâ tutuşa! “

diye koro cevâbı verirlermiş.

Pekâlâ, bunun bir ışık oyunu ve göz aldanması olduğunu, denizde yangın çıkmadığını anlatabilirlerdi. O zaman atiyye bekleyen kâselîs ile kasıtlı feryâd ü figân ehlinin dilinde, İbrâhim’in “ Deli “ sıfatı olmazdı.

- Reklam -

Zavallı kâselîs, zavallı İbrâhim… Ve, İbrâhim’in yanında, ona rağmen hatâda ısrâr eden zavallı Türkoğlu…

İstisnâî bir, iki hesaplama dışında, umûmî kabûl gören Osmanlı hükümdârı sayısı otuz altı.

Bunlardan, sırayla ilk altısının mezârı Bursa’da, yirmi dokuzunun İstanbul’da, otuz altıncı sultânınki ise, Şam’da bulunuyor.

Üçüncü ve onuncu sırada yer alan Murâd-ı Hudâvendigâr ile Kaanûnî Sultan Süleymân’ın ikişer mezârı var. Kosova’da şehîd olan Sultan Murâd-ı Evvel ve Zigetvar Kalesi önünde son nefesini veren Kaanûnî’nin, vücudları tahnîd edilerek iç organları Kosova ve Zigetvar’a; ilaçlanmış diğer cenâze aksâmı da Bursa ile İstanbul’a defnedilmiştir. Bu sûretle, otuz altı hükümdâra âit otuz sekiz mezâr bulunmaktadır.

Yine bu otuz sekiz mezârın işgâl ettiği mekân sayısı yirmidir. Kosova ve Zigetvar dâhil, on bir mezâr müstakil türbelerde; sekiz mezâr ikişerli olarak dört türbede, on mezâr da beşerli iki avluda yer almıştır.

En kalabalık pâdişâh mezâr mekânları Ayasofya Câmii avlusu ile Hatice Turhan Sultan Türbesi’dir.

Bu kabir özetinden çıkacak mâlûmât içinde, Ayasofya’nın en çok tercih edilen yerler arasında bulunması, oldukça kayda değer görünüyor. İkinci Selîm, Üçüncü Murad, Üçüncü Mehmed, Birinci Mustafa ve Sultan İbrâhim, Ayasofya avlusunda yatmaktadırlar.

Dolayısıyla, bir Hristiyan mâbedi veya müze muâmelesi yaptığımız ve bu yüzden de milletlerarası münâsebetlerde alkış beklediğimiz Ayasofya başlıklı tavırlarımız, ecdâdın duruşuna ters düşmektedir.

Sembollerini kaybeden veya unutan milletler, sele kapılan çalı, çırpı gibi çâresiz ve güçsüzdür. Ayasofya, bizim canlı bir sembolümüzdü.

Düne âit bâzı sahneleri anlamakta, anlatmakta sıkıntı çekiliyor. Meselâ, bir Hâlet Efendi melodramı var. Şeyh Gâlib, Keçecizâde İzzet Molla gibi, on dokuzuncu asrın yüz akı kalem erbâbı, Hâlet’in lehinde şâhitlik ederken; başta Tepedelenli Ali Paşa’nın rûhu olmak üzere, hamiyet sâhibi yığınla devlet adamı, Hâlet’e şeddeli bedduâlar okuyor.

Fransa nezdinde Osmanlı Devleti’nin Paris Elçiliği’nde bulunmasına, Fenerli Rumlarla içli-dışlı olmasına, İngiliz menfaatlerini koruduğuna dâir şâyiâlar ayyûka çık masına rağmen, Hâlet Efendi; Avrupalılaşma hareketlerine muhâlif görünmeyi başarmıştır.

İkinci Mahmud Hân’ın, Yeniçeri Ocağı’nı lâğvetmesine şiddetle karşı duran; Pâdişâh’a halk arasında gâvur sıfatı verilmesinde hissesi bulunan Hâlet; altı buçuk asırlık Osmanlı târihinde “ Devlet Kâhyâsı “ unvânını taşıyan tek şahıstır.

Vaktiyle yakın alâka ve üstün himâyesini gördüğü Sultan İkinci Mahmud’un fermânıyla 1822 yılında Konya’da boğdurulan Hâlet Efendi’nin, bedeni orada, kesik başı ise İstanbul’a getirilerek Galata Mevlevîhânesi bahçesine gömülmüştü.

Pek yaygın söylenişe ulaşan:

Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzûr,

Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubûr

beyti, Hâlet Efendi’nin ardından dillere peleseng edilmişti.

Tıbbî bir tâbir olan ve hastalığın veya yaranın azması, kötüleşmesi mânâsına kullanılan redâet; Vak’a-i Hayriyye’ye tekaddüm eden günlerde, alçaklık ve kötülük karşılığında, Hâlet Efendi’nin ef’âli için sarf olunuyordu.

Hâlet Efendileri ortadan kaldırmak, o kadar mühim değil. Asıl iş, onları yetiştiren muhîti yok etmek. Etrâfımızda hâlâ Hâletler kol geziyor. Onların kılık değiştirmeleri ve kendilerini câzib ambalaj içinde takdîm etmeleri bizi yanıltmamalı, aldatmamalıdır. Ziyâ Paşa, bu hakîkatıi anlatmak için:

Bed-asla necâbet mi verir üniforma,

Zerdûz palan ursan, eşek yine eşekdir.

derken, belki günahsız bir hayvana haksızlık ediyordu.

Anadolu’da temeli atılan Türk dîvân edebiyâtının ilk ustalarından Şeyhî, daha ziyâde Hârnâme adını taşıyan manzûm hikâyesiyle hatırlanmaktadır. Sâhibinden kahır ve eziyet dışında hiçbir iyi, yumuşak davranış görmeyen zavallı bir eşek, bu hikâyenin hem başrol oyuncusu, hem de isim koyucusudur.

Daha kibâr zemîn ve muhîtlerde merkeb dediğimiz bu çilekeş, ama, bir o kadar da sevimli hayvan, eşek lâfzının heybesine ne kadar aşağılayıcı, tahkîr edici ve de muhâtabını gücendirici atasözü varsa, doldurup semerine asmıştır.

Bu arada, deve kervânına kılavuz oluşuyla yükselen zekâ eğrisine, hörgüç kıvrımları refâkat etmiştir.

Eşekle eşkin eski alfabemizde aynı harflerle yazılması, gözden süzülen yaş tânelerine Hârnâme vezninde lâtifeler göndermiştir.

Lâtince “ equus mulus “ sözünün Türkçesi katır demek. Deveden sonra ata da üstünlük sağlayan eşek, bu asîl ve dahî cengâver hayvan âilesine dâmâd olup katırın babası mevkiine yükselmiş. Erkek eşekle dişi atın, yâni kısrağın evliliğinden doğan nesle katır denmiş. Dişi eşek ve erkek atın ( aygırın ) evlendiği de, vâki ama, onların yavrusu katırdan biraz farklı ve eşeğe daha yakın göründüğünden “ Bardot (bardo)” adını almış.

Fincancı katılırlarındaki nâzenin ve kırılgan hâlden inadın üstüne tapu kaydı çıkartmaya kadar Türkçeye kök salan bu melez mahlûkun, her nabız atışında eşekden nişâneler taşıması, hilkat romanının en mânâlı tecellîlerinden biri değil mi?

Ne diyelim? Karakaçanların, nallıfatmaların dünyâsından bakınca; Musul’un, Kerkük’ün, Kıbrıs’ın, Karabağ’ın sancıları belki hafifler.

İnsan eliyle ve diliyle yaşanılmaz hâle getirilen Dünyâ, hayvanların mâsûmiyetine teşne.

Kendilerine kitap veya suhûf indirilen, semâvî din tebliğ edicisi sıfatıyla ümmetleri olan birkaç peygamber dışında, diğerlerinin hayat hikâyeleri, muhtelif rivâyetlere, tahminlere dayanıyor. Bunlardan biri de Hz.Lût.

Deniz seviyesinin altında bulunmasıyla şöhrete kavuşan Orta Doğu’daki göle de adını veren Hz.Lût, yaygın ve kabûl gören mâlûmâta göre, Hz.İbrâhim’in yeğeni. Sodom’da yaşarken, şehir halkına ilâhî mesajı iletmiş. Fakat, Sodomlular bu lâhûtî sese kulaklarını tıkayarak mülevves yaşayışlarını sürdürmüşlerdir.

Bugünkü gay tâifesinin ataları durumundaki Sodom ahâlisi, alçaklıkta zirve sayılan bir harekete de tevessül edip; genç ve yakışıklı erkek kılığında Sodom’a gelen, Hz.Lût’un evine misâfir olan üç meleğe ( Cebrâil, Mikâil, İsrâfil ) tecâvüze yeltenmişlerdir.

Kulak, göz dayanmaz bir manzara içinde helâk olan Sodom’a, son def’â bakmayı deneyen Hz.Lût’un karısı, bulunduğu yerde bir tuz kayasına dönüşmüştür.

Kur’ân-ı Kerîm’de müteaddid yerde adına ve fiillerine işâret edilen Hz.Lût’un; Türkiye’nin de aralaraında bulunduğu yirmibirinci yüzyıl dünyâsında, yeniden uğraması gereken o kadar çok şehir var ki… Bunlardan bâzıları, Sodom’u da, Gomore’yi de mâsûma çıkarır.

Ahlâksızlığı ve pespâye bir hayat sürdürmeyi, bâzı şehirlerin inhisârına alma veya verme devri, çoktan kapandı. Televizyon, internet vb. teknoloji meyveleriyle, bütün bir Dünyâ Sodom’laştı. Devlet sınırları ve pasaport kontrolleri, Başçavuş’un Beygiri kadar bile kaale alınmıyor. Kuyruğuna basılanlar da, etrâfı dolduran alkış ehlinden cesâret alarak naiflik cakası satıyorlar.

Resim veya ressamlardan söz ederken kullanılan naif kelimesi, Fransızcadan, bir nokta eksiği ile alınmış.

Herhangi bir ustaya, ekole, akıma bağlı kalmadan, kendi kendini yetiştirmiş ve eserlerinde de başkalarına âit iz, tesir görülmeyen san’atkârlara naif deniyor.

Naif san’at gibi, geniş bir tâbire, başlığa karşılık, bu sözün borusu daha çok resim sâhasında çalınıyor.

Batıda, özellikle Fransa’da Pazar yeri ressamları, primitifler, alaylılar diye anılan naifler, peyzajda, harekette ve renkte çocuksu davranmakla ithâm edilmişlerdir.

Her şeye rağmen, Avrupa resim galerilerine kalem ve fırçalarının hakkıyla giren, parmakla gösterilen yerlere çıkan naif ressamlar, hiç de az değildir.

Peki, Türkiye’de durum nedir? Puro dumanını karşısındakinin suratına boşaltıp ha bire lo lo diyen fıkra ressamı gibi; anlaşılmazlık ve garîblik dışında hüneri olmayan –nereden icâb ettiyse – kendine naif yakıştırması yapan yığınla mukallid var. Özenti içindeki rûh hâlinden naif şahsiyet portresi çıkar mı?

Kısacası, her işimiz gibi, san’ata bakışımız ve ortaya koyduğumuz san’atkâr tipi de bahtımızın rüzgârına kapılmış gidiyor.

Güçlü şahısların, cemiyeti de güçlü olur. Maalesef, biz tam tersini yaşıyoruz. Her türlü gıdâ, vitamin ve mineral takviyesinden mahrûm bir yetişme tarzı, yâni, eğitim ile başka adreslere gitmemiz, mümkün değil.

İstanbul sokaklarının, hele çeşme ve sebil cinsinden târihî eserlerin üzerlerine yamanmış vahşet çizgilerini naiften sayacaksanız, bir harf ilâve edip nahif deyin de, ele güne mahcûb olmayın. Daha ne kadar cehâlete destek olacağız?

Cehâletin en büyük destekçisi; hiç tereddüdünüz olmasın, gaflettir. Sözden fiile uzanan bir hayli uzun ve teferruatlı bir gaflet listemiz var.

Klâsik Selçuklu ve Osmanlı târihlerinde Adalar Denizi gibi bize göre bir isim varken; mâlûm akla, kültüre hizmet ederek Ege dediğimiz; Anadolu’muzun cennetten bir köşesini de aynı ada kurban verdiğimiz denizin güney doğusundaki ada topluluğunun, milletimize mâl olmuş nâmı, Oniki Ada’dır.

Merkezi ve en büyükleri Rodos olan bu adalar: İstanköy, Kerpe, Kaşot, Tilos, Harki, Leros, Patmos, Nisyros, Sömbeki, Astropalya, Kalimnos adlarıyla denizdeki yerlerini almışlardır. Bunlardan Nisyros, İncirli diye de tanınmıştır.

Türk milletinin yayla karakterini denize ve adaya uydurmak pek kolay olmamıştır. Bu yüzden, geç başlayan bir denizcilik hikâyemiz bulunuyor. Bahriye, balıkçılık üzerine kullandığımız tâbirlerin ezici sayı ile yabancı menşe’li oluşu, bunun en görünen açıklaması.

Çaka Bey’le başlayıp Adalar Denizi’ne bakan beyliklerle devâm eden ve nihâyet Barbaros’la zirveye yerleşen deryâlı mâcerâmız, daha sonraki asırlarda, yerini garîb bir hamâkate bıraktı.

Meselâ, bu Oniki Ada hakkındaki tutumumuz, bizi bütün Dünyâ’ya rezîl etti. Kaanûnî’nin 1522’deki Rodos Seferi ile büyük kısmı Türk hâkimiyetine geçen Oniki Ada’nın, tâkib eden yıllarda, Barbaros Hayreddin’in gayretleriyle tamâmı Ay-Yıldız’lı bayrağın gölgesine girdi.

1911’deki Trablusgarb Harbi öncesinde İtalya, bir oldubitti ile işgâl ettiği bu adaları, çeşitli gelişmelerin bahtını yâver tutmasıyla 1945 yılına kadar bırakmadı. 1945’de, İkinci Dünyâ Savaşı sonunda, taşlar yerine otururken, İtalya da bu ada tapularını esas sâhibine, yâni Türkiye’ye vermek istedi. Ama, biz bu ikrâmı reddettik. Bu gaflet, İngilizlerin yardımıyla Yunanistan’ı Oniki Ada sâhibi yaptı.

Bu netice, bizim öz değerlerimizden hızla uzaklaştığımızı ve dışarıdan yönelen hamlelere, imhâ hareketlerine karşı plânsız, programsız, metânetsiz olduğumuzu gösterdi. Şekilsizlik, şuûrsuzluk, kültürsüzlük belimizi kavrayınca, Greko-Romen tarzıyla güreşenlere dayanamadık.

Batı medeniyetinin baş tâcı ettiği Grek mitolojisine göre, yaratılan ilk kadın Pandora. Bu, söyleyenin ve yazanın bile inanmadığı yalana bakarsanız, narsist erkekleri cezâlandırmak için halk edilen Pandora; Zeus’un kendine verdiği ve bütün kötülükleri barındıran kutuyu, açmaması gerekirken, merâkına mağlûb olup açar.

Bu sûretle, ne kadar kötülük varsa, yeryüzüne saçılır. Yaptığının farkına varır varmaz kutuyu hızla kapatan Pandora, maalesef geç kalmıştır. Artık, kutuda umuttan başka bir şey yoktur.

Güyâ, bu mel’anet kutusunun içindekiler, Prometheus’un cennetten çalıp getirdiği ateşi kabûl edenleri cezâlandırmak için istif edilmişti.

Adı, hakîkaten Pandora’nın Kutusu mudur? Bilinmez ama, Küre-i Arz’da başıboş ve de tehlike saçarak dolaşan kötülükler, öyle bir kutuya sığacak kadar az değil.

Canlı bomba denilen bir terör şekli, aslâ umutla falan önlenecek gibi görünmüyor. Kendi canından vazgeçmiş birine, hangi nasîhatı, tenbihâtı verebilirsiniz? Böylelerinin, yâni canına meydân okuma noktasına gelenlerin yapamayacağı kötülük, çılgınlık olabilir mi?

Yaşadığımız günlerin mânâsına en uygun kötülük kutusu, belki televizyon olabilir. En fazla da Türk milletinin ortadan kaldırılması kampanyalarına mibzerlik yapan mâlûm yayınları, Pandora görse, ne yapardı? Ahlâk’ın, ahlâksızından bile rahatsız olan bu şer ekranları, inanın, Pandora’yı sevap, iyilik mekânı saydıracak derecede çığırdan çıkmış durumdalar. Bunları seyreden akıldâneler, canlı bomba olmayıp da ne yapsınlar? Bomba patlayıncaya kadar canlı kalabilmeyi kâr sayıyorlar.

Okuma, okuduğunu hazmetme ve yazma işlerini topluca terk edeli beri, desteksiz atış tâlimleri gırla gidiyor.

Bir ansiklopedide, Fuzûlî’den: “Türkçe şiirlerde İkinci Ali Şîr Nevâî denmeye lâyıktır.” tarzında, garîb ve yerini bulmayan iddiâ ile bahsediliyor.

Burada, sâhası şiir olan bir derecelendirme yapılıyor ve Ali Şîr Nevâî birincilik, Fuzûlî de ikincilik kürsüsüne çıkarılıyor.

Abdüllâtif Uyan tarafından hazırlanan ve 1983 yılında İstanbul’da yayınlanan

( Berekât Yayınevi ) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi’nin 839. sahîfesindeki Fuzûlî maddesini okurken – ne yalan söyleyeyim – önce İslâm adına üzüldüm. Zîrâ, Ali Şîr’in de, Fuzûlî’nin de birbirinin gölgesine ihtiyâcı yok. Bunların ikisi de, ayrı vâdilerin söz sultânı olmuş.

Türk edebiyâtında, Ali Şîr-i Sânî, yâni İkinci Ali Şîr yakıştırmasıyla anılan bir isim var ama, bu Fuzûlî değil,

1554 yılında, Kaanûnî’nin fermânıyla Hind Denizi Seferi’ne çıkan Seydî Ali Reis; âniden kopan bir fırtına Türk gemilerini Hindistan kıyılarına atınca, sağ kalan levendlerini serbest bırakarak, isteyenlerin kendisiyle İstanbul’a yürüyebileceğini bildirmiştir.

Elli kadar askeri ile iki buçuk yıl süren bir mâcera sonunda, yürüyerek İstanbul’a varan, Pâdişâh’ın Edirne’de olduğunu öğrenince de, ayağının tozu ile Er Meydânı’na geçen Seydî Ali Reis; daha gençlik döneminde Galatalı Kâtib mahlâsıyla yazan iyi bir şâirdi.

Bu, mihnetli ama çok renkli yolculuk esnâsında; Çağatay ülkesinde, yâni, bugünkü Özbekistan’da bir müddet kalan Seydî Ali Reis, bu Türk şîvesini hemen kavrayıp, Ali Şîr’i andıran manzûmeler yazmıştır. Çağatay Türkleri, bu Nevâî kokulu mısrâların sâhibine, hiç çekinmeden Ali Şîr-i Sânî deyivermişlerdir.

Ali Şîr’e, Fuzûlî’ye ve Seydî Ali Reis’e; Türkçenin üç nâdîde gülüne selâm olsun…

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -