Ana Sayfa 1998-2012 Türkler Korkak mı?

Türkler Korkak mı?

“Evet” ise mesele yok, “Hayır” ise, AB’ye neden “Hayır”?

- Reklam -

Benim konum ve konumum dışı ama yine de başlıkta geçtiği için “korkmak nedir?” sorusuna kısa ve bilimsel olmayan bir iki cevap vereyim. İnsan bilmediğinden korkar. Çünkü bilinmeyen ile ihtilâf durumunda insan ne yapması gerektiğini kestiremez, çaresiz kalır. İnsan kendinden üstün olduğunu bildiği ve / veya öğrendiği güçlerden de bir ihtilâf vukuunda korkar. Bu, sağlıklı bir korkudur. Aksine davranış akılsızlık olur.

Eğer “kader”, “kısmet” ve hattâ “takdir-i ilâhî” diye mücadeleden kaçmak için bahane aramak gibi ruhî bir miskinliğiniz yoksa, aksine tarihte tüm uluslar tarafından biz Türklere mal edilen “cesaret”, “bahadırlık”, “celâdet” gibi bir hasletiniz varsa korkup sinmeyeceksiniz ve korkuyu yenmek için korkunun üzerine gideceksiniz. Bu körü körüne bir gidiş olmayacak, aksine “üstün”ün üstünlüğünü sağlayan özelliklerine ulaşmak şeklinde olacak. Meselâ, o benden bilgili ise ben de onun kadar bilgili olurum, işte bu kadar basit.1 Ulusumu mazlum2 milletlerden saymak, komplo teorilerine inanmak, herkes bize düşman, gibi saçma sapan klişelere iltifat etmek yok. Bir Batılı yılda (x) kadar kitap okuyorsa ben (x+1) okurum, bir Batılı (y) saat çalışıyorsa ben (y+1) saat çılışırım, bir Batılı (z) dil biliyorsa ben (z+1) öğrenirim, işte bu kadar basit…Çağdaş Türkçü de böyle olunur zaten, “Vur-kır-devir” ile değil, “çalış-öğren-uygula” ile. Yok eğer Yunanın, Kıbrıslı Rumun, Portekizlinin becerdiğini ben beceremeyeceksem ömür boyu aczimden kahrolur, Ayasofya’nın bendeki anahtarını teslim eder çeker giderim, bu kadar basit…

Artık “İman dolu Serhad” değil, “Bilgi dolu kafa” gerek, işte bu kadar basit… Ya bu deveyi güder “bilgi çağı”na entegre oluruz veya bu diyarda-kendini özgür sanan- köleler oluruz, bu kadar basit… Tembelin efendilik hakkı yoktur ve de olmayacaktır, bu kadar basit… Bütün Batı ülkelerine saygı duyuyorum!

Benim konu olarak seçtiğim husus, özelikle şu AB’ye girmemek için bin dereden su getirenlerimizin3, ülkeyi ağlama duvarına çevirenlerimizin ruhî durumu. Frenkler galiba bu tür korkuya Xenophobla diyorlar. Bunu, lâfı gevelemeden, o kişi veya gruplar Batı’dan korkuyorlar, şeklinde yalın ama net olarak ifade edebilirim. Yalnız önce kişi ve grupları biraz kirlilikten arındırayım. Türklerin ve Türkiye’nin uzun vadeli, dünya durdukça geçerli çıkarları için düşünmeyip de -kendilerince- önemli bir hususu kısa vadede çözümlemek ve sonrası için “Tanrı kerimdir” veya “sırtımızda yumurta küfesi yok ya!” mantığı veya kurnazlığı ile hareket edenleri önce ayırmalıyız. Bu bir kirliliktir ve Türklerin ve Türkiye’nin çıkarları ile bağdaşmaz. Meselâ, politik simge olan türban sorununu, tüm kadınları ilerde burkalar veya çadar içinde hareme sokmak, Kur’an’dan icazetli kadın dövmeyi Dubaili yargıçların kararı ile kemik kırmayacak kadara dek uygulamak, hattâ Nijeryalı Safiye Hüseyni Tungur-Tudu gibi recmettirmek için, “inanç özgürlüğü” maskesi altında çözmek, veya yasaklı gerici yüz kızartıcı suç işlemiş4 politikacıları kurtarmak veya din istismarının söz konusu olmadığı AB için geçerli olan “lâiklik tanımı”na sığınarak maksada Makyavelist bir zihniyetle daha kolay ulaşmak; dini önce devlet kontrolundan çıkarmak, yandaş vakıflara ve özel kuruluşlara bıraktırmak için AB normlarına, AİHM’ye ve nihayet AB’ye deveye hendeği atlatana kadar5, “evet” demek, düpedüz bir kirliliktir. Veya ülkeyi bölmek maksadı ile etnik grupları abartılı olarak ön plâna çıkarıp rahat propaganda yapabilmek için AB’ye “evet” demek kirliliktir. Veya özgürlük ve mülkiyet düşmanı yerli komünistlerin kapitalist AB’ye orada sırf rahat at koşturmak için “evet” demesi kirliliktir. Dünyanın kuruluşunda, kuruluş programında kuruluş felsefesinde maalesef kirlilik vardır. En önemli belge de her entelektin muhakkak okumuş olması gereken Tevrat’tır.

Demek ki “evetçiler”i ikiye ayırmış bulunuyorum. Birinci kesim, Türklerin ve Türkiye’nin esenliğini samimiyetle, içtenlikle ve de bilimsel olarak AB içinde bulanlar ve ikinci kesim olarak da köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek suretiyle kirli maksatlarına ulaşmak isteyen “kirli fikirliler”.

Benim bu kısa yazımda esas itibarıyla analiz etmek istediklerim ise genel olarak “korktukları için AB’ye hayır!” diyenler. Kimler bunlar? Meselâ AB’li meslektaşları ile boş ölçüşemeyecek derecede bilgiden, usul-erkândan yoksun, uyduruk diplomalı diplomalılar ve kotalardan, devalüasyonlardan, enflâsyondan, istifçilikten, karaborsacılıktan vs. palazlanmış işadamları. Meselâ “AB’li doktor benden bilgili, lisan da biliyor” diyenler. Veya “AB’li öğretmen benden bilgili, lisan da biliyor” diyenler. Veya “AB’li sanayici benden bilgili” diyenler. Veya “AB bizim törelerimizi yok eder” diyenler”. Veya hattâ “AB bizi dinimizden eder” diyenler. Şimdi analiz edelim bu hayırcıları. Bunların hepsi korkak. Neden mi korkuyorlar? Çünkü doktor çıkmış ama doktorluk donanımı yetersiz; mühendis çıkmış ama mühendislik donanımı yetersiz; iktisatçı olmuş ama ekonomik donanımı yetersiz; öğretmen çıkmış ama öğretmenlik donanımı yetersiz. Peki AB’nin tıp okullarında okunan kitaplar gizli yerlerde saklı, kilit altındaki kitaplar mı? Yooo! Alenen satılan ve hattâ internet denen sistem ile birkaç saniyede üstelik bedava ulaşılabilen kitaplar. Havadan para kazanam ayacağını bilen bir kısım işadamları sanayiciler de AB’den çok korkarlar. Neden? Arkadaş sen bir korkaksın, rakibinin bilgisinden korkuyorsun! Uzun misâllere gerek yok. Hepimiz ancak çalışmak suretiyle kazanılabilecek bilgi yoksunuyuz ve (Sakıp Beyin kulakları çınlasın) bil-gi-li-den kor-ku-yo-ruuuz! Bilgi tevarüs olunmuyor. Ama çalışkan bilgililer eser(ler) bırakıyorlar. O eserleri de okuyacak çalışkan çocuklar ve torunlar da yetiştiriyorlar. Biz kurallara uymaktan korktuğumuz için AB trafiğinden bile korkuyoruz. Çünkü kurallara uymak kendini disipline etmek çalışkanlığını gerektirmektedir. Dünyada en zor disiplin altına sokulabilen ise o insanın kendisidir. Âleme talkın vermek kolaydır zira. Biz -bazı- Türkler fikrî çalışkanlık gerektiren her şeyden kor-ku-yo-ruz!!! Batılı ise kolu bacağı ile yapacağı işi düşünerek (yani fikren) o işi makinaya yaptırmaktadır6.

- Reklam -

Bilmem dikkatinizi çekti mi? Yukarda “… üstelik lisan da biliyor…” sözcüklerini tam dört kez tekrarladım. Aslında dört bin kere de tekrarlayabilirdim. Kasten tekrarladım. Çünkü Türk entelekyası ya lisan bilmez ya da doğru dürüst bilmez. Neden bilmez, biliyor musunuz? Çünkü bir yabancı dil -özel durumlar hariç- ancak ve ancak fikrî çalışkanlık ile sistemli çalışarak öğrenilebilinir de ondan! Doğru dürüst bakımlı bir yabancı dil konuşmak, öğrenmek için, dünyanın en sıkıcı kitapları olan gramer kitaplarını okumak gerekir de ondan! “Fikrî Çalışma Özürlü” gurbetteki Türkler hâlâ bulundukları ülkelerde “tarzanca” konuşmaktadırlar. İşin çok düşündürücü (ve de utandırıcı) tarafı bu fikrî meskenet ve aşağılayıcı durumun ikinci ve üçüncü kuşak soydaşlarımızda da sürmesidir.7 Çok iyi tanıdığım Alman halkı bu duruma akıl erdirememektedir. Bence sorun kültür yolu ile tevarüs ettiğimiz ve ettirdiğimiz “fikrî miskinlik”tir, yani düşünce parametrelerimizin nitelik ve öncelikleri. “Öncelik” dedim.

Çünkü Türk’ün kafasında “Yabancı Dil”, “öncelikler Skalası”nda -henüz- alt sıralarda bulunmaktadır. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun hariciyesinin lisan işi azınlıkların elindeydi. Ben şahidim, daha elli yıl öncesinde tüm bankalarımızın kambiyo servislerinin aslî elemanlarının pek çoğu azınlık vatandaşlarımızdandı. Ne hikmetse, Anadolu doğumlu Agop, Artin, Siranuş; Yani Koço, Eleni, Mişon, Salomon, Raşel çatır çatır Fransızca konuşur da onların komşusu Ali, Veli, Fatma bu işi kıvıramaz! “Ne hikmetse” dediğime bakmayın, bunun hikmeti mikmeti yok, yabancı dil öğrenemeyen, öğrenme özürlü değilse düpedüz fikren miskindir!!!8 Çok ilginç ve de düşündürücüdür ki, Namık Kemal Zeybek bile yayınladığı -batık- “Ayyıldız” gazetesinin 6 Aralık 1999 tarihli nüshasında KPDS (Kamu Personeli Dil Sınavı), sınavını kınıyor ve “… yüzlerce bilim adamı sınava alınıyor. Üçü beşi sınavı geçebiliyor…” diyordu. KPDS bir “belâ” imiş.9 İşte Türkiye’nin büyük bir sorunu: Yüzlerce -sözüm ona- “bilim adamı”ndan üçü beşi KPDS’yi kazanabiliyor ve de Yesevî Üniversitesi Mütevelli Heyeti mensubu eski bakan Zeybek sınava “belâ” diyebiliyor!10

Korkunun ecele faydası yok. Devekuşu misâli kafamızı kuma sokarak (yani AB’den kaçarak) bir yere varamayız. Şairin “Tek Dişi Kalmış Canavar”, solcuların “emperyalist”, komünistlerin “Vahşi kapitalizm” demek suretiyle -sözüm ona- tel’in ettiği Batı, yani coğrafya olarak AB- fikren bizden çok üstündür ve biz bu fikrî üstünlükten korkuyoruz. Yetişemediğimiz ciğere, pis demek suretiyle kendimizi aldatarak zaman kaybediyoruz. Ya bu deveyi güderiz ya bu diyardan gideriz. Bu deve yalelli söyleyerek değil, fikrî çalışkanlıklar ile güdülür. Barut çoktaaan icat oldu mertlik çoktaaan bozuldu. Emperyalizm için bile, çalışmak, çok çalışmak ve daha çok çalışmak gereklidir. Yapılacak yegâne şey, Batı’nın üstünlüğünü sağlayan özelliğine öykünmektir. Yani “Fikren Çalışmak!” Bence büyük Atatürk’ün formülü şudur: Batı’ya rağmen (yani ara sıra bir Batı ülkesiyle ile düşman durumunda olsak bile), Batı’nın silâhıyla (yani Batı’nın herkese açık müktesebatıyla), Batı uygarlığına ulaşmak Batı’nın mayasında Hristiyanlık var, diye eşdeğeri olmayan bu uygarlığı reddetmek fanatiklik uğruna büyük aptallıktır. Batı’nın tüm nimetlerinden yararlanıp ona pis demenin basit bir riyakârlık11 olduğu gerçeği de bir yana!

Konuyu dağıtmamak için bir iki hususa daha değineceğim. Bazı ham ve yavan Türkçülerin de dahil olduğu grup, yani Atatürk’ün çağdaşlaşma esprisinden kopmuş ve Türk-İslâm Sentezi labirentinde bocalayıp Araplaşmış, İslâmı kadınların etek boyu, saçları, dövülmesine indirgemiş ve dolayısıyla Türkçülüğe yabancılaşmışlar, AB’ye girersek törelerimiz kaybolur, diyorlar. Tabiî ki bir töreler çatışması olacaktır12 ve sağlam töre sakat töreyi yenecektir. Töresi sakat olan korksun! Siz eğer beğendiği delikanlı ile gezdi diye kızkardeşinizi bıçaklıyorsanız ve aile meclisi ve de soy-sop sizi onaylıyor ve kahraman sayıyorsa, sizin “töre” dediğiniz bu “vahşet” zaten ölüme mahkûmdur ve o töreyi öldürmek her uygar insana vaciptir. Şu geçenlerde İsveç’te meydana gelen Fadime Şahindal’ın katli olayı töre mi yani? Olmaz olsun böyle töre13! Siz istediğiniz kadar “Uygarlıklar Ülkesi Türkiye” diye poster bastırın ve Stockholm’un her köşesine astırın. İsveçli’nin yerinde olsam ben de “hadi ordan!” derim14. Ayinesi iştir ülkelerin lâfa bakılmaz, görünür milletlerin rütbe-i medeniyesi onun davranışlarında. Kızmayalım. Biz de başka ulusları davranışlarına göre değerlendirmiyor muyuz? Sağlam, çağdaş töre, çağdışı töreyi yener, yenecektir ve yenmelidir.15 Pisliği töre deyip putlaştırmayalım. Putu pislik olanın yeri…

Dindar denen, denilen, kendini öyle sanan, öyle dedirten, öyle gözüken kesim de AB’den korkuyor, AB bizi dinimizden eder, diye düşünüyor. Batı, İsa’yı da, Meryem’i de, Hristiyanlığı da didik didik etti. Batı’daki İsa’yı ve Meryem’i hicveden(!?) fıkralar ciltler doldurur. Almanya’da bir katolik hanımdan onlarca Meryem Ana fıkrası (Witz) duymuş ve şaşmıştım. Benim mütevazi kitaplığımda üç ciltte takriben 2000 sayfalık Karlheinz Deschner’in yazdığı “Kriminalgeschichte des Christentums”, yani “Hristiyanlık’ın Kriminal Tarihi” adlı eser var. Hristiyanlık iki buçuk asırdır bu ve buna benzer yüzlerce esere karşın konumunu korumaya çalışıyor. Arasıra Fatima’nın sırları gibi süper çağdışı zırvalıklara rağmen değişiyor ve değişecek de. Diğer taraftan bir Müslüman “İslâm’ın Kriminal Tarihi” diye makale yazsa âkıbeti Salman Rüşdi’den beter olur16. İslâm (ve onun politik rantını yiyenler ve ticaretini yapanlar) AB’nin fikir normlarından korkuyor. Ben, fikir yapım gereği Türkçülük ile din arasında ilişki kurmadığımdan, hattâ kurulmaması tezini savunduğumdan, Türklüğün dinî desteğe ihtiyacı olmadığına inandığımdan, bu konuda burada fikir yürütmeyeceğim ve sadece mevcudiyetini gözlemlediğim korkuya temas etmekle yetineceğim. Evet dindar denen ve-veya dedirten kesim de korkuyor AB’den. Neden? Çünkü din sanılan ve sandırılan yüzlerce belki binlerce hurafe ve mesnetsiz put yıkılacak da ondan. Korkuyorlar, çünkü yıkmak cesaretini gösteremediğimiz, çoğu Arabistan’dan ithal putları AB fikir normları yıkacak. Korkuyorlar. Çünkü yıkılan putların yerine ikame edeceğimiz rasyonel parametreleri yeteri kadar üretemeyecek bir fikrî miskinlik içindeler.17 Korkuyorlar, çünkü “Made in Arabien” marka yıkılanın boş bıraktığı yere yerlisini “Made in Türkiye” koyamazlarsa o yeri hemen -pek de düşkün olduğumuz- bir “Batı ithal malı” dolduracaktır. Korkuyorlar, çünkü düşünemiyorlar, çünkü “dubito ergo cogito: cogito ergo sum”18 diyemiyorlar, çünkü kafalarda Gazalî çöreklenmiş19. Düşünemiyorlar ve düşündürmüyorlar, onun için de asırlardır “Fikir Dünyası”nda yokuz!

- Reklam -

Bu yazımın ikinci paragrafında, korkuyu yenmek için üzerine gitmeli, dedimdi. Şimdi nazariyeden ameliyeye geliyorum. Bu satırların yazarı ben, Batı’da da yaşadım. Batılılar ile de çalıştım. Asla Batı’dan ve Batılı’dan korkmadım. Çünkü, Batılı’yı düşman saymadan ama onun müktesebatına saygı göstererek ve de benimseyerek ve de özümseyerek ama Türk kalarak yaşadım aralarında. Yaşadığım standart Alman kadar Hristiyanlığı öğrendim, standart Alman kadar Alman ve Avrupa tarihini inceledim, standart Alman kadar Alman iç ve dış politikasını, basınını izledim. Ev sahibi-misafir kurallarına uydum, telâffuz hariç standart bir Alman kadar bakımlı ve gramerli Almanca konuştum ve çalıştığım bankada Alman arkadaşlarıma kendim için “Super Kraft” dedirttim. Tanıdığım tüm Almanlar beni sevdi ve saydı.20 Bütün bunlar hiç de kolay olmadı. Onun için de diğer Türk arkadaşlarım kadar sarışın kız arkadaşım olmadı. Olanlarda da kafalarının içi ilgimi çekti. O kafaların dışı gibi içi de türbansızdı. Çünkü o sarışın, sempatik, güler yüzlü, cam gibi berrak mavi gözlü kafaların içinde de “dubito ergo cogito: cogito ergo sum” kurumlaşmış olarak vardı…

Büyük kişiler ve büyük uluslar büyük düşünür. Türkler, büyük düşündüler21 tarih boyunca, en son örnek de Atatürk!. Eğer “Türküm!” demekten mutluluk duymak, bunu başkalarına da kabul ve gıpta ettirmek istiyorsak büyük düşünmeye mecburuz da… Tarihteki övündüğümüz Türkler büyük düşündüler ve uyguladılar. Çocuklarımız da bizimle övünsünler…

DİPNOTLARI

1. Yalnız “o kadar basit olmayan” bir hususu da şimdiden vurgulamak isterim. Bu, “Türk Düşünce Sistemi”nin parametrelerinin mutlaka değiştirilmesi şartıdır. Bunu yapmadığımız takdirde, yani halk deyimi ile “biz bu kafa ile gidersek” Bilgi Çağında tutunmak imkânsızdır! Değindiğim X, Y, Z. hususları “derece/Nicelik/Kantite” farklarıdır, genel olarak. Ama “Batı Düşünce Sistemi” ile “Türk Düşünce Sistemi” arasında bir “Mahiyet/Nitelik/Kalite” farkı mevcuttur. Mümtaz Turhan “Garplılaşmanın Neresindeyiz?”inde sayfa 20 (4.baskı 1987) şöyle der: “… kaçırdığımız, binaenaleyh telâfi etmemiz lâzım gelen…. insanın kafasında, zihniyetinde hakikî değişikliği meydana getiren Kopernik, Galile ve Dekart’la başlayan objektif, ilmî düşünce hareketidir”. Bu konuyu başka bir yazıda incelemeye çalışacağım.

2. “Mazlum” sözcüğünü yadırgarım. Mazlum, fikren ve bedenen tembel, kişiliksiz, kişiler veya ulus(lar)dır. Tembel, mazlumluğunu kendi hazırlar, ona razıdır. (Sözde) emperyalizme, ( ) Dışgüçlere, ( ) Haçlılara karşı düşmanlık yaratmak için, onları, bizi yok etmek isteyen “aktif”, bizi de onlarla boyuna uğraşmak zorunda kalan “pasif” ulus durumunda göstermeğe çalışmak, Türkler de hem “yılgınlık” hem de “nefret” hissi doğurmaktadır ki, hem mesnetsiz hem de çok zararlıdır. Bir insan kendini hem Türk hem de mazlum hissedemez. Mazlum ruhlu olan Türk değildir… Türk’ün Makûs Tâli’i yoktur… Bir zamanlar da komünistler “geri bıraktırılmış Türkiye…” diye tutturmuşlardı…

3. Ben başlıkta “Türkler” demekle 65 milyon Türkiyeliyi kasdetmedim. Kasdettiğim “Türkler” Türkiye’ye yön veren entelekyadır. Zaten bu bütün ülkelerde böyledir.

4. Bir politikacı 150 kilo şahsî altınının ve devletin partisi için verdiği trilyonun hesabını veremiyor ve halk arasında yüzü kızarmadan dolaşabiliyorsa ve yandaşları tarafından hâlâ göklere çıkarılıyorsa bunu ulusça derin düşünmeliyiz. Çünkü yaygın bir fanatik ideoloji salgını ve ahlâkî değerler erozyunu, halkın reflekslerinde yozlaşma var demektir.

5. Dinci partiler için demokrasi zaten bir amaç değil bir araçtır. Nasıl komünizm ile demokrasi asla bağdaşamazsa, şeriat ile de demokrasi asla bağdaşmaz! Aksini söylemek safdillik ama çok zaman da takiyye yani yalanı yasaklayan din için yalancılıktır.

6. Bundan otuz yıl kadar önce katıldığım bir konferansta Ertuğrul Soysal (TOOBB?!), Avrupa’ya bir vagon dolusu buğday gönderip karşılığında bir küçük transistörlü radyo alıyoruz, demişti. Aksini yapmamıza engel olan kim?

7. Türkiye gazetesi, 13.03.2002, “Türk anneleri ziyaret eden Rau: Lütfen Almanca öğrenin” dedi. Düşünün! Almanya’da doğan 2. hattâ 3. kuşak Almanca konuşamıyor. Ben de Alman olsam, Almanya’da doğanı bile Almanca konuşamayan Türklerin AB’de ne işi var, derim!

8. Bunu ulusal düzeyde bir (çok kötü) özellik sayarsak, bilimsel olarak mutlaka incelemeli ve çözümlemeliyiz, AB söz konusu olsa da olmasa da!

9. Celâdet Moralıgil, “Türkçe’nin Serüveni” Türk Yurdu (“Türkçeye Saygı” Özel Sayı) No.162-163 sayfa 280. Bu yazımda ayrıca Yabancı Dilde Eğitimi eleştirenleri de eleştirmekteyim.

10. Ben yetkili olsam, doktora, doçentlik ve profesörlük tezlerinin mutlaka bir yabancı dilde de yazılmasını şart koşardım.

11. Amerika’ya Bypass ameliyatı için git, akşam şarapla domuz eti yemiş ve abdestsiz hemşire ameliyatta kalbini mıncıklasın, ertesi sabah “geçmiş olsun!” diye elini uzatan aynı hemşirenin elini sıkma!O hemşire elbette içinden, “demek ki dünkü ameliyat veterinerlik vak’a imiş” der. Bundan birkaç sene evvel elini sıkmayan Sultanahmet Camii imamı için Belçika kraliçesi ne düşündü bilmiyorum. Kimbilir belki, “Ne nazik adam eli kirli olduğu için vermedi” demiştir. Oysa ki kir elde değildi!

12. Töreler çatışacak derken, AB içinde bir töre diğerlerini yok edecektir anlamını çıkarmamak gerek. Tabiî ki yerel töreler yaşayacaktır. AB’yi A’dan Z’ye tek düze bir toplum şeklinde anlamak hatadır. Kaldı ki, töre kültürel bir değerdir. Bir klanın bir töresi bugünkü en uygar bir ülkenin benzer bir töresinden çok saygın olabilir. Hars ve medeniyet farkı, her Türkçünün okumuş olması gereken Gökalp’ta oldukça isabetli incelenmiştir ve bu hususta bir hayli yayın da vardır.

13. Türkiye’de ve hattâ otuz yıldır Avrupa’da bulunan Türkler nezdinde bir anket yapılsa eminim büyük çoğunluk kaatil babaya hak verecektir. Gördünüz mü “Garplılaşmanın Neresindeyiz?”

14. Hattâ şöyle bile derim: Demek ki bir zamanların uygarlıklar ülkesi şimdi ilkellerin elinde…

15. Tabiî ki töreler birbirini etkileyecektir de. Diyalektik bir süreç yeni sentezler, töreler doğuracaktır. Özcan Yeniçeri, Türk Yurdu sayı 175’te “Stratejik Türkçülük” adlı yazısında, sayfa 36 “… Şunu unutmamak gerekir ki, geleceğin dünyası analizlerin dünyası değil sentezlerin dünyası olacaktır…” diyor. Çok doğru! Ve çağdaş töre ve fikirler sentezde belirleyici rol oynayacaklardır. İşimiz kolay değil!

16. Aklı öne çıkaran Türk din bilgini Matüridî hakkında “Matüridide Bilgi Problemi” adlı kitap yayınlamış olan D.E.Ü.İ.F. mensubu Prof. Dr. Hanifi Özcan ön sözde “… Felsefî eserleri okuma ve tahammül gösterme alışkanlığının henüz tam olarak yerleşmediği, dolayısıyla açık ve eleştirici bir zihni yapıya sahip olma yolunda fazla mesafe katedememiş olan ülkemizde…” demektedir. (Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı yayınları Nu: 54.)

17. Memnuniyetle belirtmeliyim ki Türkiye’de sağlıklı tartışmalar yapılmaktadır. Meselâ Türkçe ibadet, Türkçe ezan, çağa ters düşen ve maksadı kalmamış veya saptırılmış kurban kesme yerine sosyal yardım gibi. Ben hep iyimserim. Çok mesafe aldık, ama iç negatif dinamikler hızımızı kesti ve kesiyor.

18. Descartes’in ünlü tümcesi: ”Şüphe ediyorum o hâlde düşünüyorum, düşünüyorum o hâlde varım!” (I doubt, therefore I think: I think therefore I am).

19. Türk”ün “Düşünsel Kızılelma”sı ancak ve ancak Selefilik’ten, Gazalî’den kurtulmakla mümkündür. Gazalî kategorileri içinde Türk aydınlanması asla ve asla mümkün değildir! Bazı durumlarda “hem, hem de” mümkündür, ama Türk Düşünsel Aydınlanması’nda “ya, ya da” söz konusudur. Gazalî’nin bulunduğu kafada “dubito” yaşamaz. Dubito’nun olmadığı yerde cogito olmaz! Bu böyle biline ve gereği yapıla. Beni çok aşan bu konuda şunu da söylemek isterim: Maturidilik’teki “taklit” değil “tahkik”. Descartes’ın “dubito ergo coito”sunun karşılığıdır. Hattâ Pozitivizmin çekirdeği: Züppe Türkçesi ile derim ki: Türklüğün geleceği için Gazalî out Maturidî in! Gazalî Türk düşüncesinin enfarktüs geçirdiği yerdir ve mutlaka bir “by-pass” gereklidir.

20. Bu hususu tanışmış olduğum tüm Avrupalılar için de söyleyebilirim.

21. Bu, palavracılık veya magelomanlık değildir. Kasdettiğim, eldeki kullanılabilir kaynakları harekete geçirerek onlardan maksimum fayda sağlamaktır. Akıl+azimli çalışkanlık kasdettiğim.
 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -