Ana Sayfa 1998-2012 Türkiye'nin Bitmeyen Meseleleri

Türkiye’nin Bitmeyen Meseleleri

Bugün Türkiyemizin içinde bulunduğu dalgalı ortamın zaman zaman Türkiye gündeminde uzun bir yer işgal ettiğini bilmeyen yoktur. Ama bugüne kadar her nedense yöneticiler bu tehlikenin farkına ya varamamakta yahut da tedbir alma noktasında kollarını kaldıramamaktadırlar. Türkiye her nedense 70 milyonluk bir nüfusu ile çalışmaya devam etmekte ancak hâlâ Amerikan parasının faizlerini ödeyememektedir. Bu borcun faizleri ödenerek kalan borçların yıllarca birbiri üstüne devir ederek söylenenlere göre 150 milyon Amerikan parasına çıktığı malûmdur.

- Reklam -

Bugün Türkiye’nin çözümlenmemiş sayılamayacak kadar çok çeşitli meselelerinin çözülmeyişinin bir nedeni de bu alınan borçların yatırıma dönüştürülememiş olmasıdır. Türkiyemiz her nedense bir yatırımcı sıfatıyla değil de sanki tüketici kredisi almış bir hâle düşmüştür. Bu durum borç veren ülkelerin ülkemizi denetleme imkânlarını her geçen gün kolaylaştırmaktadır. Türkiyemizin otuz yıldan beri içinde bulunduğu anarşi ve pahalılık ortamının körükleyicisi, yatırıma dönüşemeyen dış borçlar ve bu borçların ortaya çıkardığı bir gizli Duyûn-u Umumiye yani Uluslararası Para Fonu’dur. Bu para fonu Amerikan kaynaklı olduğundan 1920’lerdeki sömürgecilik faaliyetlerinin pahalı bir yol olduğunu kavrayan Amerikalılar bugün daha çağdaş bir sömürü sistemi olan, uluslararası Para Fonu adını verdikleri, aslında Duyûn-u Umumiye’den hiçbir farklı yanı olmayan Para Fonu ile Türkiyemizin daha çağdaş ve modern bir şekilde tepkiler doğurmadan sömürülmesi zeminini hazırlamaktadır.

Büyük zaferden sonra izmir’de iktisat Kongresi’ni toplayan Atatürk “Siyasî zaferler iktisadî zaferlerle taçlandırılmadıkça siyasî başarıların faydası olmayacaktır” diyerek bugünkü tehlikeli duruma el atmıştı. Ne yazık ki, Türkiye’yi yönetenler dış borçlanma tehlikesini henüz kavrayamadıklarından dolayı her on yılda, ya da her yedi yılda bir iktisadî kriz patlak vermektedir.

Türkiye’nin her şeyden önce bir beka dâvası, yani var oluş dâvası vardır. Türkiye’nin iktisadî dâvası, var oluş dâvasının temel şartlarından birisidir. iktisadî gelişmeyi sağlayamayarak devamlı dış borç alan ülkeler borç veren ülkelerin birer sömürgesi durumundadır. Bu durum, o ülkenin bekasını ortadan kaldırmaya yöneliktir. Osmanlı Türkiyesinin 1853’ten sonra aldığı borçların getirdiği sonucu bilmeyen yok gibidir. Ancak ders almış olanlar çok azdır. Türkiye’nin bir diğer meselesi siyasî huzur dâvasıdır. Türkiye siyasî huzura kavuşmak için de yine iktisadî kalkınmasını sağlamak zorunluluğundadır. iktisadî refahı gerçekleştirmeden siyasî huzuru ve bekayı korumak mümkün müdür? Karnı doymayan, yarınlarını garanti altına almayan bir milletin fertlerini bir arada tutabilmek ne derece mümkündür? Bir diğer mesele Türkiyemizde her işimizde aklın ve ilmin hâkimiyetini kabul etmek ve bunu uygulamaya koymak meselesidir. Aklın ve ilmin hâkim olmadığı cemiyetler iktisadî kalkınmayı sağlayamazlar. iktisadî kalkınmayı sağlayamayan milletler de siyasî huzuru ve dolayısıyla bekalarını koruyamazlar. Beşincisi ve en önemlisi de Türk milletinin Millî Eğitim dâvasıdır. Eğitimi millî olmayan milletin bütün eğitim öğretim çabaları başka milletlere fayda sağlayacaktır. Yetişen elemanların bir çoğunun yurt dışına gitmesi ve oralarda yerleşerek başka milletlere hizmet eder olması o milletin eğitiminin millî olmamasının tabiî bir sonucudur. Buna beyin göçü diyoruz. Çocuğu sen büyüteceksin, okutacaksın, masraflarını üstleneceksin, yetişip yurduna faydalı bir eleman olacağı sırada birileri bu yetişmiş adamı alacak ve götürüp kendisine çalıştıracak. işte bu millî şuur eksikliğinin bir sonucudur.

- Reklam -

Türkiye’nin ana dâvalarını birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bu ana dâvalar birbirine bağlıdır. ister ortaya çıkışında isterse çözüme kavuşturulmasında birbirlerinin sebebi ve sonucu durumundadır.

Beka dâvası, Türk milletinin bulunduğu topraklarda var olma veyahut yok olma dâvasıdır. Türk milletinin millî birlik ve beraberlik, millî bütünlük içerisinde Türk istiklâl ve Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek dâvasıdır. Büyük Atatürk bu konuda gençliğe hitap ederek “Birinci vazifen Türk istiklâl ve Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir!” demiştir.

- Reklam -

Hiç şüphesizdir ki, millî bekayı sağlamanın ilk şartı siyasî huzurun temin edilmesidir. Kudretli ve mukaddes Türk devletinin hâkimiyetinde memleketin devamlı siyasî huzura kavuşturulması meselesidir.

Siyasî huzurun sağlanması için de iktisadî kalkınmanın zaman geçirilmeden sağlanması lâzımdır. Ülkenin her tarafında sanayi tesisleri, iş yerleri bütün ihtişamıyla Türk’ün olduğu zaman iktisadî kalkınma sağlanarak Türk milleti refah ve bolluk içinde olacaktır. Bu bolluk ise istenilen siyasî huzurun temininde büyük faydalar sağlayacaktır. Hattâ siyasî huzur için bir nevi çimento olacaktır. Ancak bunlar yapılırken okullarda çocuklarımıza millî şuur kazandırılmalıdır. Millî bir terbiye ile terbiye edilmeyen nesillerin aldatılması her zaman mümkündür, kapitalist zihniyetle yetiştirilen fertler nerde daha fazla menfaat görürse oralara doğru tırmanmak isteyeceklerdir. Bu durumda Türk’ün bekası unutulmuş olacaktır. Düşmanlarımızın istedikleri de budur. Türkiye ve Türkler kalkınmasın, onlar sadece hammadde ve pazar deposu olsun. Bugünkü Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi üyeliğe almadan önce ısrarla gümrükleri açmamızı istemesinin asıl sebebi Türkiye’yi Osmanlı Türkiyesi döneminde olduğu gibi bir açık pazar ve hammadde deposu hâline getirmek isteğidir. Türkiye Avrupa Birliği’ne girelim diye ısrar ettikçe ev ödevleri geriye döndürülmektedir. Bunun gerekçesi açıkça söylenmese de Avrupalılar birer sömürgecidir. Türkler ve Asyalı ve Afrikalı diğer Müslümanlar sömürülmeye lâyık birer hizmetkârdırlar. Avrupalının fikrî yapısı bu şekilde işlemektedir. Medeniyet adına Asyalı ülkelere manda yönetimi uygulamak istemelerinin sebebi buraların sömürülmesini daha çağdaş ve az ziyan vererek sömürme çabasından başka bir mânâ ifade etmemektedir. Avrupalı bunu yıllarca tekrarladı. Defalarca yazdı. Ama Türkiye’de hâlâ bu gerçeği görmezlikten gelerek dereyi görmeden paçayı sıvayanlar tedbir almamakta direnmektedirler. Daha doğrusu aldıkları gayrı millî terbiye onları Avrupalıların gerçek yüzlerini ortaya dökmeye müsaade etmiyor.

Siyasî huzurun sağlanması için iktisadî kalkınmanın hedefine ulaşılması şarttır. Diğer iki dâva ile iktisadî kalkınmanın hedefine ulaşabilmesi için memleketimizde, çağdaş medeniyet seviyesinin mutlak neticesi olarak, aklın ve ilmin hâkimiyetini tam oturtmak, kavram kargaşalığına düşmemek, zihinleri belli ana fikirlerde birleştirmek, yanlış şartlandırmalarla doğmatizmin ve yabancı ideolojilerin ağına düşmemek gerekir.

Aklın ve ilmin hâkimiyetini sağlamak ve diğer bütün dâvaların ana düğümünü çözmek ise insan unsuruna, mevcutları ve yeni nesilleri, millî kültür ve ilim potasında yoğurmaya, kısacası, Millî Eğitim dâvasına dayanır.1

Türkiye’nin meselelerini bir de tersinden başlayarak birer cümle ile şöylece ifade etmek mümkündür. Millî Eğitim dâvasını hakkıyla çözümlemediğimiz takdirde aklın ve bilimin hâkimiyetini tam olarak kuramayız. Aklın ve bilimin hâkimiyetini tam anlamıyla kuramadığımız müddetçe de memleketimiz için mutlak surette başarılması gereken iktisadî kalkımayı sağlayamıyoruz. Gereksiz bir kavgaya tutuşarak zaman kaybediyoruz. iktisadî kalkınma dâvasını gerektiği şekilde hızlı bir şekilde çözemediğimiz için de siyasî huzur bulamıyoruz. ihtilâller, müdahaleler birbirini takip ediyor. Bu şekilde sen haksızsın ben haklıyım yok ben haklıyım tarzında sunî gündemler Türk milletinin vakit öldürmesine sebep oluyor. Daha da ileri gidildiğinde hükûmetlerin aciz kaldığı durumlarda anarşik olaylar birbirini ardı sıra geliyor.

Millette huzur denen bir şey kalmıyor. Bu da kalkınmayı engelliyor. Siyasî huzursuzluk ise memleketimizin bekasını tartışmalı duruma getiriyor. Sözde dostlarımız olan Avrupalılar da Sn Remo’da, Reval’de, Mondros’ta ve Sevr’de karara vardıkları Türk’ü Balkanlardan, Anadolu’dan atarak Orta Asya bozkırlarına sürmek veya topyekûn tarihten silmek isteklerini gerçekleştirmek için ikide bir birer müfettiş edasıyla ülkemizi teftişe geliyorlar. işte bu durumda dış devletlerin denetimine girmeye aday bir ülke durumuna gelince hasta adam dedikleri Osmanlı Türkiye’sinin yaşatılmasında bir yarar kalmadığını kararlaştıran batılılar nasılki, Çanakkale’de, Balkanlarda, Galiçya’da, Yemen’de, Kafkasya’da ve Anadolu’nun dört bir yanında Türklere karşı savaşa giriştilerse ve o günkü idareciler gerek yenileşme namına gerekse Duyûn-u Umuniye namına birtakım tavizler vermek gerektiğine inandılarsa, gerekse Osmanlılık hâyaline kapılarak hürriyet vermekle ve ana dillerde eğitim verilmesine müsaade edilmekle azınlıkların Osmanlı Türkiyesi’ne bağlı kalacaklarına inanılarak azınlık tehlikesi önemsenmediyse, sonuçta bir Mondros’la, bir Sevr’le karşılaşılarak ülkenin b üyük çoğunluğu kaybedildi ise bugünkü Uluslararası Para Fonuna teslimiyetin getirdiği sonucu görmek için müneccim olmaya gerek yoktur. Kur farkları ile soyulan, zamlarla canından bezdirilen halk kime çalışıyor? Uluslararası para fonunun kurtardığı bir ülke var mıdır? Bunca Türk iktisatçıları ne iş yaparlar? iktisat fakültelerimiz Türkiye’nin kurtuluş reçetelerini neden kendi millî haysiyetimize göre, millî şartlarımıza göre hazırlayamazlar, yahut hazırlıyorlarsa hükûmetler neden bunları uygulamaya koymaktan çekinirler de devamlı olarak dışarıdan prensler getirme yoluna giderler anlamak zor.

Türkiye’ye yönelik bir batı tehdidinin en az ikibin yıllık bir geçmişi vardır. Hun Türklerinin Avrupa’ya gelmeleriyle Türkler Avrupalılarca barbarlıkla damgalanmıştır. Müslüman olup işe bir de Hristiyanlık kavgası eklenince sonuç haçlı seferlerinden, katliamlardan, harplerden, barış devrindeki baskılara kadar uzanan bu devrede Hristiyan Batı, Türklere karşı kin bilemeye kiliseler vasıtasıyla alıştırılmıştır. Bu tehdidin iki hedefinden birincisi yukarıda söylediğimiz gibi Türkleri geldikleri yere kadar geri itmektir. Bu hedefe Avrupalılar Osmanlı Türkiyesi’nin 1683 yılında Viyana’da bozguna uğraması ile isteklerini gerçekleştirme yoluna girmişlerdir. Ancak istiklâl Harbi’nde Atatürk’ün öncülüğünde Türk milleti Avrupalının bu harekâtını durdurmuştur. Açıkçası Avrupalının Sevr rüyâsı yarıda kalmıştır. Bugün bile hâlâ Kıbrıs ve Limni’de, adalarda oynanmak istenen oyun bu geri itme isteğinin son safhasından biridir.

ikinci hedef, geri itme gerçekleştirilemiyorsa, Türkiye’yi hiç olmazsa kuvvetlendirmemek, ne ölen, ne kalan bir memleket hâlinde tutmaktır. Türkiye’nin Avrupa Birliği kapılarında dolaştırılmasının sebebi burada aranmalıdır. 12 Eylül’e karşı inanılmaz Batı ayaklanması ve çeşitli baskılar hep bunun tezahürleridir. Bütün bunlara rağmen Türklerin müşterek kudreti şimdilik batı tehdidini belli bir yerde durdurmuştur. Ancak bu tehdit sona ermiş değildir. Tehditler çağdaş yöntemlerle parayı kullanarak yapılmaya çalışılmaktadır. Türkiye’nin son dönemde karşılaştığı Ermeni soykırımı iddiaları Batılıların Türkler karşısında her zaman bir tehdit oluşturduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Türklerin bütün iyi niyetlerine rağmen batılılar Türkleri tarihten silmek hâyalinden vazgeçmemektedirler. Kuzeyimizdeki islâv tehdidi de zaman zaman kendini göstermektedir. 1991 yılında kızıl rengini kaybederek kara renge bürünen islâv sömürüsü Türkiye ve Türkler için şu anda açık bir tehlike arzetmese de ileride her an tehlikeli bir hâl alabilir. 1991 yılında Türklerin bir kısmının bağımsızlığına kavuşmasıyla birlikte sömürgelerinin bir kısmını kaybeden kara tehlike bu sefer yine çeşitli bahanelerle bu topraklara müdahalede bulunmanın yollarını aramaktadır. Kendisinde güç bulduğu takdirde, batılı dostlarıyla anlaşabildiği takdirde bundan hiç mi hiç çekinmeyecektir. O kara sömürgeci batılılardan 20 Ocak 1990’daki gibi bir icazet aldığı gün Ermenilerle birlikte harekete geçebilecektir. Batının ve Rusların şımarık çocuğu Ermeniler zaten böyle bir fırsat aramaktadırlar.

Türkiyemizin varlığı ikibin yıldan beri kesintisiz devam eden batı tehdidinin ve kuzeyimizdeki Rus tehdidinin yanısıra bir de etrafını saran komşuları tarafından da tehdit edilmektedir. Yunanistan’ın 12 millik karasularına sahip olma hevesi Türkiye’nin denizi uzaktan seyretmesi anlamını taşımaktadır. Ermeniler ise uydurdukları yalan tarihin yalan bir ürünü olan soykırım iddialarının hesabını sormaya kalkışmaktadırlar. Avrupa’nın ve zaman zaman da Rusların desteğiyle çığırdan çıkan Ermeniler 1991 yılında Ruslardan bağımsız olunca tekrar Batılı ülkelerin sevgilisi oldular. Avrupalılar bu sevgililerini himaye altına alarak Ermenilerin Azerbaycan’da Türklere karşı saldırıya geçmelerine zemin hazırladılar. Bulgaristan düne kadar ülkesinde Türk ismine tahammül edemiyordu. Binlerce insanımızı vagonlarla Türkiye sınırlarına gönderdikleri 1989 yılı hâlâ hafızalardan silinmemiştir. Bu göç tıpkı 1912-1913 Balkan Savaşları ve 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşları sonucunda evlâdı Fatihan’ın Anadolu’ya doğru göçünü andırıyordu. Suriye yanı başımızda yıllarca Türkiyemizi bölmek isteyen anarşistlere batılı devletler gibi kol kanat gererek 30 bin Türk vatandaşının ölmesine neden olmuştur. Hâlâ Hatay’ı toprakları içinde göstermeye devam etmektedir. Yanı başımızdaki iran, içinde barındırdığı Türklerin Türkiye ile bağ kurmasını önlemeye çalışarak Türkiye üzerinde oyunlar oynamaya ve Ermenilerle iş birliği yapmaya devam etmektedir.

Türkiyemiz Batılı devletler ile Rusya ve komşularımızın tehdidinden başka bir de uzak tehditlerle karşı karşıya bulunmaktadır. Bunların başında israil, Çin ve Avrupa Konseyi ülkeleri ile Birleşmiş Milletlere kadar uzanan geniş bir kesim-zaman zaman Türkiye aleyhine kararlar almaya devam etmektedir. Cemiyet-i Akvam’ın Musul meselesinde ingilizleri tutarak Musul’un Türklerin elinden çıkmasını sağladığını unutamayız. Bugün artık açıktan silâhlı kuvvete başvurmayan bazı batılı ülkelerin insan hakları bahanesi ile Türkiyemizi bölmeye çalıştıkları bilinmektedir. Her bir düşman kendi siyaseti gereğince en kısa zamanda Türk’ü tarihten silmeye çaba sarfetmektedir. Türkiyemizi boğmaya çalışan çemberler her geçen gün daralmaktadır. Avrupa Birliği’nin ana dilinde televizyon, anadilinde okul açılması isteği ve Ermeni soykırımını Türklere tanıtma gayretleri bu tehdidin bir sonucudur.

1- Prof. Dr. Muharrem Ergin, “Türkiye’nin Meseleleri” Türk Kültürü sayı 265, s. 305.
 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -