Ana Sayfa 1998-2012 Türkiye'de Akedemik Ünvan Almakda Karşılaşılan Güçlükler ve ...

Türkiye’de Akedemik Ünvan Almakda Karşılaşılan Güçlükler ve …

2. Türkiye’de Yabancı Dil Çıkmazı

- Reklam -

21. Dil çıkmazının başlangıcı ve dayandığı mantık

Ortaçağ eğitim anlayışında evrensel nitelik taşıyan değerler ön plândaydı. Eğitim, evrensel değerlerin gençlere aktarıldığı kurumlardan oluşmuştu. Evrensel değerler, evrensel nitelik taşıyan dillerle yapılabilirdi. Bu diller, yani Orta Çağdaki eğitim dilleri, doğu toplumları için Arapça, batı toplumları için Lâtince idi. Türk milleti dahil olmak üzere, doğu toplumlarının çoğu eğitimlerini Arapça ile gerçekleştirdiler. 8. asırdan itibaren başta Bağdat olmak üzere kurulan eğitim kurumlarının dili Arapça’ydı. 11. asırda Selçuklu İmparatorluğu döneminde kurulan ve dünyanın ilk üniversitesi olarak bilinen Nizamiye Medreseleri’nin eğitim dili de Arapça idi. O dönemde yetişmiş ve ünü zamanımıza ulaşmış bilginlerimiz Arapça okudular, eserlerini de Arapça yazdılar. Farabî (870-950), İbn Sina (980-1037), Gazzalî (1058-1111), Sadreddin Konevî (ölm. 1273) gibi düşünürlerimiz eserlerini Arapça yazdıkları için, onların eserlerini kimse okuyup anlayamadı. Burada suçlu aramak gerekirse, eserlerini Arapça yazmak zorunda bırakılan düşünürler değil, olsa olsa o devrin yöneticileri suçlu sayılabilir. Dünya çapında ün yapan İbn Sina’nın bir tek eseri bugünkü Türkçe’ye tercüme dahi edilmemiştir. İbn Sina, bu çalışmalarıyla Arap toplumuna mı yoksa kendisini okuyup anlamayan Türk milletine mi hizmet etmiştir?

Osmanlı İmparatorluğu’nda bu yanlışlık fark edilmiş olmalıdır ki, medreselerde eğitim dili Türkçe olmuştur. Ancak ağdalı bir dil kullanılmıştır. Fakat 17. asırdan itibaren yönümüzü batıya çevriyoruz; bu sefer himayemiz altında büyüyüp gelişen Fransa’ya hayranlık duyuyoruz. O dönemde batıyı, özellikle Fransa’yı örnek alarak açtığımız ortaöğretim ve yükseköğretim kurumlarının eğitim dili, Fransızca oluyor. Gençlerimiz Türkçe değil, Fransızca eğitim alarak yetiştiriliyor. Bu durum Cumhuriyetin kuruluşuna kadar devam ediyor. Şimdi ise İngilizce hastalığına tutulduk. Kısacası, Orta Çağdan itibaren dil konusundaki mantık hep aynı olmuştu: “evrensel dil” ile eğitim yapmak “evrensel dili” bilmek. Yani mantık hiç değişmedi. Sadece “evrensel dil”ler değişti. Orta Çağdaki evrensel dilimiz Arapça’ydı, bir ara Farsça da etkili oldu; sonra Fransızca oldu. Fransızca işini tamamlamak üzereyken, Amerikalılar ve İngilizler hemen işe müdahale ederek sonucu kendi lehlerine çevirmeyi başardılar. Bu sefer herkes İngilizce öğrenme çabasına girişti: Kurslar, kasetler, İngiltere veya Amerika’ya gitmek için yapılan masraflar, ortaöğretim kurumlarımızın eğitim dilini İngilizce yapma çabaları gün geçtikçe artıyor. Şimdi soruyoruz: İlim yabancı dili bilmekle mi oluyor? Yine soruyoruz: Eğitim İngilizce yapılırsa, çocuklarımız tıpkı Amerikalılar ve İngilizler gibi ilim ve teknikte ileri mi gidecekler?

Atatürk, Türk diline ve Türkçe’ye çok büyük önem veriyor. Eğitim dili Türkçe oluyor. Bir konuşmasında; “Türk milletinin dili, Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bizce Türk dili; Türk milleti için mukaddes bir hazinedir…” diyor. Başka bir konuşmasında ise dil ile millî his arasında paralellik kuruyor ve Türk dilinin yabancı dil etkisinden kurtarılması gerektiğine işaret ediyor. Diyor ki: “Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesinin yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır.” (2.11.1930)

- Reklam -

Orta Çağda, eğitimdeki dil yanlışlığı batıda da sürdürülüyor. İngilizler hariç batı toplumları, eğitim dili olarak Lâtince’yi kullanıyorlar. Bu anlayışlar hem doğu, hem de batı toplumlarının ilim ve teknikte istenen hızda ilerleme sağlamasına engel teşkil ediyor. Batıda Rönesans, evrensel Hristiyan zihniyetinin, fertleri ve toplumları silik, sönük ve şahsiyetsiz hâle getirişine, evrensel dil anlayışına bir tepki olarak ortaya çıkmıştı. Kalıplaşmış düşüncelere ve dondurulmuş anlayışlara karşı bir baş kaldırıştı. Toplumların ve fertlerin birbirlerine benzeşmelerini değil, aksine benzeşmemelerini, özgür ve serbest olmalarını, istedikleri gibi ilim ve sanatla uğraşmalarını savunuyordu. İlimle uğraşmak için Lâtince bilmek şart değildi, akıl ve düşünceyi iyi kullanmak gerekirdi.

Böylece “evrensel” düşünceden ve “evrensel dil” anlayışından uzaklaşan her toplum, özgürlüğüne kavuşmuş ve millet olabilme gerçeği ile ilim ve sanatta ileri gitmişti. Almanya, Fransa, Avusturya… gibi ülkeler, bu anlayıştan sonra hızlı bir şekilde, ilim ve teknikte ileri gitmişlerdi. 1950’den sonraki Japon mucizesi de bu anlayışla gerçekleşmişti. Açıkçası milliyetçi düşünce, özgür düşünce ile kalkınmanın temel dinamiğini oluşturuyor. İşte bu anlayış, beynelmilelcilikle ipoteklenmiş insan beynini özgürlüğüne kavuşturup, millî değerlerine katkıda bulunmasını sağlamıştır. Millî değerlere katkı üreticilik, geliştiricilik ve keşfedicilikle mümkün olabilir. Sürekli kendi yapımızı dışlama esasına dayalı, ne ölçüde yabancı menşeli olursa, o ölçüde kabul görür felsefesine dayanan anlayışlar, belirli bir fikir temeline dayanmaktan uzak, gelişmenin değil, kopya eseri olarak ortaya çıkmaktadır.

Günümüzde neredeyse bir dünya köyüne dönüşen ülkemiz, “globalleşme” ve “evrensellik” gibi batı medyasının oluşturduğu bir etkileşim içindedir. Ülkeler, bir dünya köyüne dönüşecek kadar geri, yoksul ve düşünceden mahrum bırakılıyor. Bütün toplumlar kimliğinden soyutlandırılarak, tek medeniyet, tek kültür, tek dil varmış tezleriyle tıpkı Ortaçağdaki zihniyet anlayışına dönüştürülmeye çalışılıyor. Sosyal, siyasî, eğitim alanındaki skolastik çağın evrensellik anlayışına paralel bir gelişme gözlenmektedir. Batılı toplumlar, ilerleyebilmeleri için Rönesans’ın gerçekleşmesini beklemişlerdi. Rönesans’ı gerçekleştirenler, yukarıdan beri anlattığımız, Ortaçağ mantıklı “evrensel değerlere” ve “evrensel dil” anlayışına baş kaldırmışlardı.

- Reklam -

Anlattıklarımızdan çıkaracağımız iki temel sonuç vardır:

1) Ortaçağda batıda eğitim, evrensel değer olarak kabul ettiği doğmalara dayalı olarak yapılıyordu. Onun için uzun süre ilim ve teknikte gelişme sağlanamamıştı. Türk-İslâm dünyasında, kalıplaşmış doğmalar tartışılmadığı için ilim ve teknikte, çağına göre çok önemli bir gelişme sağlanmıştı.

2) Eğitimde “evrensel dil” olarak tek bir dil kullanılmıştır. Bugün ülkemizde aynı hata yapılmaya çalışılıyor. Türk toplumunun tarih boyunca dilini dışlayarak eğitimde yaptığı bu yanlışlığı, üniversitelerde akademik personele yapılan yabancı dil zulmünü, “günümüzde yabancı dil çıkmazı” başlığıyla ayrıca ele almak istiyoruz.

2.2 Günümüzde Yabancı Dil Çıkmazı

Ortaçağ evrensellik adına doğuda eğitim dili Arapça, batıda ise Lâtince idi. İngilizler hariç bütün batı dünyası Lâtince ile eğitim yaparken, doğudaki toplumlar, Türkler de dahil olmak üzere Arapça eğitim yaptılar. Çinliler, Japonlar ve Ruslar bu iki kutbun etkisinde kalmakla beraber kendi dillerini ve kültürlerini sürdürmeyi sağladılar.

Bugün çoğu ortaöğretim kurumlarımızda yabancı dil öğretimi çok kötü şartlarda gerçekleştirilmektedir. Bazı ilk ve ortaöğretim kurumlarında yabancı dil dersleri branş dışı, hattâ öğretmenlik mesleğinin dışındaki elemanlarca gerçekleştirilmektedir. Akademik kariyerlerde yabancı dilin öncelikli hâle getirilmesi ve KPDS türü sınavlarla zorlaştırılması, akademik unvanların kapısını kırsal kesimden gelen gençlerimize kapatma anlamına gelmektedir. Gençlerin tamamı kolej veya yabancı dil hazırlıklı okullarda okuma imkânı bulamadığına göre yabancı dilin akademik unvanların önünü kapatan bir unsur hâline getirilmesi, bu imkânı bulamamış fakat zeki ve çalışkan gençlerimize haksızlık olduğu gibi, insan kaynağının enerjisini yan unsurlarla tüketmek anlamını da taşımaktadır. Ortaçağdan itibaren insanını kendi dilinin dışında eğitim yapmaya zorlayan Türkiye, bu anlayışı ile bugüne kadar eğitiminde hangi başarıyı sağlayabilmiştir? Sömürge ülkeleri hariç, dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde yabancı dil, bilimin önünde değildir. Ancak akademisyenlere dil öğretimi konusunda gerekli tedbirleri almanın önemi vardır. Kaldı ki şu anda yapılan KPDS veya ÜDS dil sınavları böyle bir işin önemini belirtmekten ziyade, bir formalitenin yerine getirilmesi niteliğini taşımaktadır. Zira dil sınavı, pek çok akademisyenin yükselebilmesi için, zamanının büyük kısmını harcamak zorunda kaldığı bir alan hâline getirilmiştir. Bu durum bir kısım akademisyenin ruh dengesini ve aile hayatını bozacak kadar önemli bir noktaya ulaşıyor. Herkes bilimle uğraşmayı bırakmış, İngilizce öğrenmeye çalışıyor. Neredeyse İngilizcenin bilimden daha önemli olduğu bir ilke hâline getirilmiştir. Tıpkı bir zamanlar Arapça, Farsça ve Fransızcanın ilke hâline getirilmesi gibi… Bugün her akademik unvanın öncesine konan yabancı dil sınavının, ne dereceye kadar bilgiyi ölçtüğü tartışma konusudur. Nitekim doktora bilim sınavı öncesinde dil sınavını geçen öğrenciler, doktora sonrasında yeterlik aşamasında da yabancı dil sınavına girmektedir. Bundan başka yardımcı doçentlik için ayrı dil sınavı, doçentlik için ayrı dil sınavı yapılmaktadır. Adeta “olmadı bir daha” mantığıyla ÜDS’de, 64 alanı başarısız, 65 alanı başarılı sayan bir anlayışa varılmıştır. Profesörlük unvanı öncesi hariç, her akademik kademenin önüne yabancı dil sınavının konulması, akademisyenleri bilimden ziyade yabancı dil çalışmaya sevk etmiştir. Oysa yabancı dil sınavını aşan akademisyenlerin çoğu, yabancı dil ile olan ilişkisini orada bitirmektedir. Günümüz teknolojisinin getirdiği kolaylıklar dolayısıyla, yabancı dilde yayınlanan eserleri takip etmek eskiye göre daha kolaydır. Kaldı ki, üç tane batı dilinin kimlere niçin gerekli olduğu konusu da araştırılmış değildir. Meselâ, Türk Dili ve Edebiyatı öğretim üyeleri yabancı dil alanında neyi yapacaklardır? Bize göre Türkiye’de yabancı dil konusu ve yabancı dilin bu derece çalışmaların önüne geçirilmesi, öğretim üyelerinin enerjilerini boşa harcamasına yol açmaktan öteye bir yararı olmamıştır.

Bununla üniversitelerin ve araştırma merkezlerinin, gelişmiş ülkelerin periyodik yayınlarını takip etmeleri amaçlanıyorsa, bunun için her üniversitenin bünyesinde koordineli bir mütercim tercümanlık bürosu açılabileceği gibi, merkezî bir Mütercim-Tercümanlık bürosu da açılabilir. Büro, gelişmiş ülkelerdeki eserleri takip ederek gerekli görülen makale veya yazıları Türkçe’ye aktarır ve ilgili öğretim üyelerine sunabilir. Günümüzdeki teknoloji ile bu işi yapmak çok zor değildir. (Rusya’da buna benzer bir kurum vardır.)

Atatürk, “İlim tercüme ile değil, tetkikle olur” diyor. Ortaçağda ve zamanımızda Atatürk’ün anlayışına uygun olarak Türkçe tam anlamıyla bir ilim ve eğitim dili hâline getirilememiştir. Bilindiği gibi bizde Ortaçağda da yabancı dil önemsenmemiş, Türkçe eğitim dili yapılmamıştır. O dönemde Arapça ve Farsça bilmek, bu dille ilim ve hattâ eğitim yapmak moda olmuştu. Tanzimat döneminden sonra yönümüzü batıya çevirerek Fransızca modasına kapılıyoruz. Şimdi ise, eğitimde ve ilimde İngilizce ön plâna çıkarılmıştır. Neredeyse, Türkiye sömürge ülke konumuna sokulmaya çalışılıyor. Sömürge ülke zihniyetine sahip ilim adamları, kültürel değerler, dil ve özünden koparak etkisinde kaldığı ülkenin sempatisini duyar; ülkesini, değerlerini ve dilini beğenmez. Adeta halkıyla çatışma içerisine girer. Sömürge eğitimi konusunda yazılan kaynaklara bakıldığında dil, kültür ve gelişim ile ilgili şu hususlar dikkat çekmektedir. “… milleti özünden, kültüründen koparmak, gelişmesini önlemek, düşünce ve aksiyon adamının yetişmesine engel olmak, sömürgeci ülkelerin dillerini ilim ve kültür dili olarak kabul ettirmek, böylece o ülkeleri içten çökertebilecek önemli ve derin çatışmalara itmek, zekâları geliştirmemek, ve bütün bu uygulamalarla millet hayatını felce uğratmaktır.”

Hindistan’dan Amerika’ya gelen öğrencilerin bu konuda ifade ettikleri şu husus çok ilginçtir: İngilizler, Hindistan’daki orta dereceli okullarda logaritma cetvelini öğrencilere ezberletip onları daha o seviyelerde gereksiz şeylerle meşgul ederek hem zihnî gelişmelerini engellemek, hem de eğitime karşı erken yaşlardan itibaren isteksizlik ve nefret uyandırmayı amaçlamaktadırlar. Böylece ülke gençlerini orijinal düşünceden mahrum etmeye çalışırlar. Bu tür uygulamalarla gerçekten İngilizler Hindistan’da tipik bir sömürge eğitimi örneği vermişlerdir (Necmettin Tozlu, Eğitim Felsefesi, İst., 1997, s. 92).

Türkiye hemen her dönemde, belki de kendisine olan güvensizlikten dolayı, yabancı dil kompleksinden kurtulamamış, kendi insanlarının önünü bizzat kendisi tıkayarak çalışmalarının hızını kesmiştir. Böylece insanların enerjilerini boş yere tüketmelerine yol açmıştır. Bugün kalkınmış bulunan bütün ülkeler, geldikleri noktaya kendi dilleriyle ve kültürleriyle eğitim yaparak ulaşmışlardır. Ne İngilizler, ne Fransızlar, ne Ruslar, ne Japonlar, ne Almanlar, ne Çinliler ve ne de Amerikalılar… yabancı dille eğitim yaparak veya yabancı dili ilmin önüne koyarak, kendi ilim adamlarının çalışma hızlarını kesmiş değillerdir. Kalkınmış olan ülkelerin hangisi, tercüme ile ilim yaparak kalkınmıştır? Türkiye, Ortaçağdan itibaren, yabancı dili ilmin ve gelişmenin önüne koyarak nerelere ulaşabildi ki, bugün aynı şeyler deneniyor. Selçuklu ve Osmanlı’yı kendi diliyle eğitim yapmadığı için eleştirenler, Tanzimat döneminde Fransızca, bugün de İngilizce eğitimi savunarak veya İngilizceyi ilmin önüne koyarak, bilerek veya bilmeyerek aynı sonucun meydana gelmesine yol açmıyorlar mı?

İlim, tercüme ile değil, ilim metodunu kullanarak yapılmalıdır. Yabancı dil, kopyacılığı ve kolaycılığı getirmiş, orijinal yaratıcılığı köreltmiştir. İlim adamlarımızın çoğu, kendilerine güvenerek orijinal bir çalışma ortaya koymak yerine, bildiği dilden ortaya konulan herhangi bir çalışmanın önemine bakmaksızın, onu düşüncesi paralelinde veya ortaya koyduğu sonuç etrafında görüş ve düşünce belirtmekten öteye geçememiştir. Açıkçası tabiatta araştırma yapmak yerine, yapılan araştırmayı tercüme ederek ilim yapıldığı zannedilmiş ve bu kompleksten bir türlü kurtulmak mümkün olmamıştır. Bize göre öncelikle, bu kötü kompleksten kurtulmanın, ilim ve bilgi için çok büyük önemi vardır.

Bütün insanlarımıza, akademisyenler de dahil, yabancı dil öğretilmesi için çabalar sarf etmemiz gerekir. Ancak yabancı dil, hiç kimsenin meslekî gelişmesini engelleyici bir unsur olmamalıdır. Bugün akademisyenler için gelinen nokta budur. Yabancı dil bilen insanlarımıza ayrı bir ücret, kademe yahut derece, istismar edilmeyecek şekilde verilebilir. Şu anda olduğu gibi, neredeyse Bulgaristan, Yunanistan, Rusya, Arabistan… gibi çeşitli ülkelerden gelen insanlara, dil biliyor diye hem kariyer, hem ücret ve hem de unvan olarak her şeyi teslim etme noktasına gelinmemelidir. Bütün gelişmiş ülkelerdeki gibi Türkiye de öncelikle kendi insanlarının omuzları üzerinde yükselecektir. Çağımız, bilim ve teknoloji çağıdır. Bu alanda gelişme gösteren herkesle ve her ülkeyle diyalog kurulması tabiîdir. O günün dünya durumuna göre, insanımızı, gelişme gösteren her ülkenin diliyle eğitim yapmaya zorlamak, o dili teşvik etmek, ilmin önüne koymak, kendimize ait olanları ise ikinci plâna itmek, son derece yanlış bir uygulamadır. Bu yanlış uygulama, Ortaçağda Arapça ile Tanzimat döneminde Fransızca ile yapılmıştı. Şimdi ise İngilizce ile sürdürülmektedir. Bundan vaz geçmek lâzımdır.
 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -