Ana Sayfa 1998-2012 Türkçülük ve Demokrasi

Türkçülük ve Demokrasi

Türkçülük, Türk ülkesindeki tek yerli düşünce akımıdır. Özellikle son 20-30 yıl içerisinde küreselleşme ideolojisiyle beraber doğal seyri dışına çıkan akültürasyonun bütün insanlığı tektipleştirdiği, salt millî değerlerin değil siyâsî argümanların da ayrımsızlaştığı bir dünyada memleketimizde öz kaynaklarını kullanarak gelecek tasarlayan bir başka düşünsel yordam kalmamıştır. Hiçbir siyâset organı yekdiğerinden farklı politika üretmemekte, üretilen politikalar da millî bir damardan beslenmemektedir. AKP adlı iktidar partisinin de muhafazakâr demokratlık adı verilen sözde özgün çizgisinin ne şiş yansın ne kebap tıynetsizliğiyle üretilmiş bir kürsü oyunu olduğu ortadadır. İslâmcı tabanı rehabilite etmeye dönük “muhafazakâr” nitelemesiyle, kendilerinin “evrensel insanlık değerleriyle”(!) mutabakat içinde olduğunu görmek isteyen geri kalanlara dönük “demokrat” tamlananından sürgün veren bu garip sentezin bağımsız millet ülküsünü boğmaya çalışarak bize nasıl bir gelecek vermek istediğini biliyoruz. Özellikle Danıştay saldırısının ardından hükûmet çevrelerinin meseleyi millî duyarlılık sâhibi insanların üzerine yıkmaya çalışması ve güdümlü medyanın mal bulmuş mağribî misâli bu şüphenin izinde burun sürümesi gösteriyor ki bu topraklarda bu toprağın inanç ve ülküsüne düşman ve her fırsatta onu karalamaya çalışan bir çarpıklık boy vermiştir.

- Reklam -

Bu çarpıklığa katlanmamızı zorunlu kılan nesne ise ancak şehir devleti pratiğinde geçerliliği olabilecek demokrasi denilen ucuz Yunan icâdıdır. Demokrasinin antik Yunan’a bile bir faydası olmadı ki bize olsun. En parlak çağında biteviye birbirini yiyen sitelere bölünmüş Yunan dünyasını bir anda sâdece adını duydukları topraklara, İç Asya’ya kadar taşıyan güç demokrasi değil Makedon monarşisiydi. Bunun sonrasında ortaya çıkan territoryal krallıkların yarattığı kültürel sentez ve zenginlik, Demosthenes’in çığırtkanlığının yerini almamış olsaydı Avrupa kültür târihinin Pentelikon mermeri kadar renksiz olması beklenebilirdi. Ülkemizde bir diğer çarpıklık genellikle suyun öte tarafından verilen örnekler veya batı kaynaklı tezlerin muteber sayılması olduğundan ve neticede demokrasi fikri de Urallar’dan görülemeyecek kadar batıda insanlığa ebedî kaftan olarak biçildiği için o dünyanın içinden konuşmaya başlamamız doğaldır.

Batı’da çığır açan insanlar bilim adamlarından ziyâde krallar ve komutanlar olmuştur. Galileo, Paracelsus, Copernic, büyüktü ve insanlığa yarar sağlamışlardı; fakat târih onlardan çok Avrupa siyasasını şekillendiren Asyalı atlılardan söz eder. Roma’nın düşüşü toksikolojiden ve astronomiden daha önemliydi. Çağ kapatan olay buydu. “büyük” sanını alanlar da hep krallar ve komutanlardı. Kiliseye kafa tutan Giordano Bruno büyük değildir; ama Roma’ya kafa tutan Mithridates Eupator büyüktü. Scipio, Pompeius, Constantinus icraatlarıyla “büyük” sanını almışlardır. Lukianos’un anlattığı İskender, Hannibal ve Scipio arasındaki öte dünyada geçen büyüklük kavgası antikite insanını eğlendiren bir metin olsa gerek. Sokrat, Platon, Aristo veya ilk çağın doğa bilimcileriyle ilgili böylesi bir büyüklük yarışı kimsenin aklına gelmemiş veya Herophilos mu Erasistratos mu daha büyük hekim diye kimse kafa yormamış.

Her ne kadar “kalem kılıçtan keskindir” özlü sözü dilden düşürülmese de Batı’da geçmişe dönük merâkın bilim târihinden çok harp târihine ilişkin olduğu söylenebilir. Batı, değer üreten bireyleri değil kitlelerin yerine kendi adını koyan monarkları sevmiştir hep. Târihin babası unvanlı Herodotos ünlü kitabında Pers Savaşları’nı anlatır. Bilimsel târih yazıcılığının kurucusu kabûl edilen Thukydides de ünlü yapıtı Peloponnesos Savaşları’nda sadece Atina ve Sparta arasında 5. yy.’da cereyan eden mücâdeleleri anlatmıştır. Kısacası ilk târihî monografi de bir savaş anlatısıdır. Plutark’a bakın. Hayâtı hikâye edilmeye değer onlarca kişi krallar, komutanlar ve devlet adamlarıdır. Böylece biyografi yazınının ilk örneği de kılıç ve iktidar sâhiplerini anlatmıştır.

Böylesi bir kültürel ve ideolojik mirâsın üstüne oturan ve bu mirâsı da titizlikle koruyan Batı düşüncesinin ülküsel bir insanlık anlayışını benimseyemeyeceğinin en yakın örneklerini geride kalan yüzyılın içerisinde Orta ve Güney Avrupa’da yaşananlar kanıtlamıştır. Orkun’un 98. sayısındaki yazımızda “Batı, özellikle kıta Avrupa, dünyayı kana boyayan pek çok hareket, düşünce ve savaşın da kaynağıdır. 20. yy. iki büyük savaşa sahne oldu. İki savaş da bu coğrafyada patlak verdi ve yalazıyla Pasifik’ten Uzakdoğu’ya kadar tüm insanlık sahnesini yırta yırta yıllarca sürdüler. Atina Agorası’ndan yankılanan parlak felsefî sözler veya Elgin mermerleri uygar olmak için yeterli olmuyor, ki o demokrasi yurdu Atina bile en özgür çağlarında yurttaş sayılmayan kadın ve kölelerin kentiydi.” demiştik. Çağdaş dünyâda da bu anlamda değişen bir şey yok…ABD’nin Irak’ı özgürleştirmekten ne anladığını hep berâber izledik, izliyoruz. Ön Asya coğrafyası için ürettikleri tezlerin de bundan farklı olmayacağını gösteren bu ve diğer örnekler, demokrasi fikrinin Batı dünyâsında da asal bir anlamı olmadığının delilidir. Bu düşünce, menfaatlerine ters düşen insan topluluklarını esir almak ve etkisizleştirmek için kullanılan, artık mide bulandırmaya başlayan ve bütün bu mürâîliklere rağmen tekrar edile edile hepten anlamsızlaşan bir totoloji hâline gelmiştir. Açık bir fetih gâyesiyle insanlığın üzerine yüklenseler bu kadar iğrendirici olmayacakları kesindir.

Demokrasinin Batı’nın felsefî anlamda içselleştirdiği bir düşünce olmadığı, en azından hükûmetler açısından bunun böyle olduğu ortadadır. Onların içsel çelişkileri bir yana bizim açımızdan demokrasi fikrinin bu nevi felsefî sorgulamalara tâbî tutulmasına gerek bile yoktur. Türk Milleti bütün büyük işlerini yüzlerce yıl boyunca gökyüzünden kut alan hükümdarlar ve onlara inanan ordularla gerçekleştirmiştir. Demokrasinin olmadığı çağlar boyunca insanların hukukunu kollayan bir insanlık düzeni Türk topraklarında işlerlik kazanmıştır. O yüzdendir ki bu târihsel birikimin kollayıcısı olan Türkçülük, demokrasinin kemmî kurgusuna gereksinim duymamalıdır. Türk yurdunda demokrasi adına Türk Milleti’nin çıkarlarına aykırı hiçbir düşünce,eylem,akım,bilim,din ve sanat buyurgan bir güç kazanmamalıdır.

Memlekette demokrasi çığırtkanlığı yapanlar ve üstelik bunu Avrupa Birliği adına yürütenler Avusturya’da Jorg Haider’in, Fransa’da Jean Marie Le Pen’in çıkışları sonrasında yaşanan maskaralıkları anımsamalıdırlar. Demokrasinin kendisini izâle edecek güç odaklarına karşı savunma hakkı vardır şeklinde açıklamalarla tevile gitseler de şunu bilmeleri gerekir: Bir yönetim biçimi böylesi tabiî yaşamsal haklara sâhipse bir milletin kendi vücut bütünlüğünü koruma hakkı da var demektir ki bu çok daha kutsal ve vazgeçilmez bir meseledir.

- Reklam -

Demokrasinin sosyâl refâhı sağladığı, dolayısıyla gelişmiş toplum modelinin “sine qua non”u olabileceğini düşünmek de tam bir sefihliktir. Yeryüzünde her millet ve devlet büyüme arzusu duyar. Hele böyle bir dünyâda büyüklük ülküsü gütmemek yok olmak demektir. Goethe’nin dediği gibi “örs olmak istemiyorsan çekiç ol!” Târih demokrasi çağı toplumlarının büyüklüğü konusunda biraz daha farklı sonuçlar çıkarıyor. Koşullar elbette çok değişik olmakla birlikte bu retorik kullanılmaya değerdir: İran seçimle gelen hükûmetler döneminde mi büyüktü yoksa bilinen dünyaya 200 yıl egemen olduğu Akhaimenid soyundan krallar zamanında mı? Bugünkü İspanya’yla Felipe’nin İspanya’sı bir olabilir mi? Demokrat İtalya’nın başkenti Roma mı görkemli yoksa “imperium romanum”un Roma’sı mı? Dünya üzerinde hâkim olan demokrat devletler bu güçlerini demokrasiye olan bağlılıklarına mı borçludurlar? Uzak Doğu’da Çin’in, hızlı büyümesinin demokrasiyle bağıntısı var mı? Târihsel olaylar o dönemin şartları içerisinde değerlendirilmelidir; ama bu nevi kıyaslamalar ne kadar sağlam değilse, demokrasiyi bu coğrafyanın olmazsa olmazı saymak da o kadar sağlam bir kaziye değildir. Kimi düşünürler yönetim biçimlerinin iklimsel değişiklikler gösterdiğine dâir mantıklı savlar ileri sürmüşlerdir. Salt bu değil; fakat bir milletin târihsel mâcerâsı, karakteristik özellikleri, kültürel birikimi ve yönetsel tecrübeleriyle gelenek ve alışkanlıkları da bu anlamda önemlidir.

Milliyetçilik çoğulcu siyâsetle uzlaşma içerisinde olamayacak bir dünyâ görüşü değildir; fakat çoğulcu siyâsetin ilkeleri Türk millî bütünlüğü içinde değerlendirilmezse bu bir sorundur. Pratikte herkesin yönetimde hak sâhibi olduğu doğrudan demokrasinin site toplumları dışında uygulanma imkânı yoktur. Temsilî demokrasi de üstüne şüpheli seçimlerle lekelenen bir halk sosunun eklendiği amorf bir oligarşiden farksızdır. Dr. Esat Öz, “Türkiye’de Bilim Zihniyeti ve Milliyetçilik” başlıklı değerlendirmesinde “Bizim açımızdan milliyetçilik ve demokrasi, küreselleşme sürecinde ülkemizin içini ve dışını sürekli aydınlatan temel değer ve ilkeler olmaya devam edecektir. Çünkü, milliyetçilik ve demokrasi, sadece kültür, fikir ve siyaset alanında değil, milletlerarası alanda da Türkiye’nin/Türk milletinin hassasiyetlerini ve özlemlerini savunmanın yegâne gerçekçi ve insani yolunu oluşturur.”• derken ülkemizin içini ve dışını aydınlatmak bir yana sorunlarımızı daha da içinden çıkılmaz hâle getirmenin, suiistimâle açık demokrasi ilkelerinin hadsiz bir bağnazlıkla uygulanmasından ileri geldiğini, dolayısıyla bir isim fetişizminin tutsakları olmuşsak meseleyi millî egemenlik ve bağımsızlık konularında kendisine kayıt konulmuş bir demokrasiyle halledebileceğimizi ve böylesi bir “millî demokrasi”yle ülkenin aydınlanacağını söylemiş olsaydı daha doğru ederdi.

Bize Türkçülüğün halkçı kökenleri anımsatılacak olursa şunu söyleyebiliriz: Türkçülük bir tek adam monarşisinin taraftârı değildir elbette. Türk Ülküsü târihteki en önemli atılımını cumhuriyetle gerçekleştirirken saltanâtı tek adamın elinden alıp millete tevdi etmiştir. Dolayısıyla erk sâhibi olan topyekûn millettir. Demokrasi ilkelerine dayanacak olursak egemenliği millet adına kullanma yetkisi bugünkü çalkantılı ve bulanık siyâsî vasatta kolayca bir millet ve mukaddesat düşmanının bile eline geçebilir. Bu yüzden eğer mesele bir ırk ve nesep meselesi değil de bir liyâkat meselesiyse bu liyâkat yarışı öz Türk çocukları arasında gerçekleştirilmelidir. Örneğin bugünkü Diyarbakır belediye başkanı Türk Devleti’ni yöneten bir hükûmet mekanizmasında yer almamalı, alamamalıdır. Eğer mesele aritmetik çoğunluk meselesi ise demokrasinin kurum ve kurallarına fonksiyonellik kazandırmak adına milletin geleceğini tehdit etme hakkı diye bir hak yoktur. “Halk bunu istedi” türünde bir savunma da pek geçerli görünmemektedir. Halkın istekleri değişkendir. Ünlü Romalı târihçi Tacitus, “Historiae”da İmparator Vitellius’un ölümü hakkında yazarken tahta çıkışını heyecanla karşılayanların onu bir tuğla gibi Tiber Nehri’ne attığından bahseder. Bir millet, parmak hesâbıyla değil zekâ, istidat ve irsiyetle yönetilir. Demokrasi işte bu üçünün düşmanıdır.

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -