Ana Sayfa 1998-2012 Türkçülüğün Temel ilkeleri : Türk Demokrasisi (I)

Türkçülüğün Temel ilkeleri : Türk Demokrasisi (I)

Toplumların nasıl ve kimler tarafından yönetileceği meselesi, insanları tarih boyunca çok yakından ilgilendirmiş olan bir konudur. Çünkü, insanların refah içinde, rahat, güvenli ve huzurlu yaşayabilmeleri siyasî rejimle yakından ilgilidir. Bu yakın ilişki, egemenlik kavramını daima ön plâna çıkarmıştır.

- Reklam -

Egemenliğin tecellî ettiği yüksek sosyal düzene devlet diyoruz. Devlet, emretme yetkisine sahiptir. Ancak, bu yeterli değildir. Emirlerini uygulama gücünün de bulunması gereklidir. Eğer yönetilenler, devletin emretme gücünü ve bu gücü kullanmasını meşru saymıyorlarsa, orada devletten değil, ancak zorba bir yönetimden söz edilebilir.

Her toplulukta değişik egemenlik anlayışları görülmüştür. Bu anlayışlar zamanla değişme gösterebilmiş, yeni şekiller almışlardır. Ama, ortak nitelikleri dikkate alırsak gelenekçi, karizmatik ve hukukî olmak üzere başlıca üç tip egemenlik anlayışı belirleyebiliriz. Gelenekçi egemenliğine göre, tarihî karakteri bulunan sosyal ve siyasî düzen kutsaldır. Eskiden beri süre gelmektedir ve değişmeyeceğine inanılmaktadır. Yönetim erkinin kimde bulunacağına gelenekler karar verir. Karizmatik egemenlikte ise, yönetme gücünün hükümdara doğrudan doğruya Tanrı tarafından verildiğine inanılır. Üçüncü tip egemenlik anlayışı hukukî temele dayanır. Egemenliğin nasıl kullanılacağı, kanunlar tarafından belirlenir. Hükümdar veya yönetici kadrosu bu kanunlara ve kanunlarla getirilmiş kurallara uymak zorundadır. Aksi hâlde, meşruluğunu kaybeder.

Demokrasi, sonuncu egemenlik anlayışının ürünüdür. Bu sistemde hukukun üstünlüğü ve önceliği, genel kabullerinin başında gelir. Demokrasi, bu yönüyle, tek kişi yönetiminden (mutlakıyet), az sayıdaki seçkin aydınların yönetiminden (aristokrasi) ve azınlık yönetiminden (oligarşi) kesin çizgilerle ayrılır.

- Reklam -

Demokraside egemenliğin kaynağı halktır. Yönetim şeklini ve yönetici kadroyu halk belirler. Halkın iradesi her şeyin üstündedir. Siyasî rejimin iskeletini meydana getiren kanunları dahi bu irade yapar veya değiştirir. İnsanlık, geçirdiği uzun deneyimlerin sonunda, eksiklikleri ve zaafları en az olan siyasî rejimi demokrasi olarak belirlemiştir.

Demokrasinin değişmez, evrensel ilkeleri vardır: İnsanların doğuştan eşit ve hür olduklarının kabulü bu ilkelerin başında gelir. Ancak bu yetmez; yönetilenlerin, eşitliği ve hürriyeti koruyabilmeleri de gerekir. Bunun için de, demokratik ilkelere saygılı bir iktidar çevresinde azamî bağlılıkla birleşmeleri lâzımdır. Toplumu yönetecek otorite, o topluluğu oluşturan bütün fertlere dayanmalıdır. Böylece yönetenlerle yönetilenler özdeşleşeceklerdir. Bu noktada toplumla özel hayat arasındaki farklılıklar devreye girer ve bu da demokrasinin farklı özellikler kazanmasına yol açar.

BATI DEMOKRASİSİNİN

- Reklam -

GELİŞİMİ

Demokrasi anlayışının doğduğu yer olarak kabul edilen eski Yunan sitelerinde halkın iradesi doğrudan belirlenebiliyordu. Meydanlarda toplanan yurttaşlar, site yönetimiyle ilgili görüş ve tercihlerini oylarıyla belirtiyorlar, kararlar da böylece alınıyordu. Buna doğrudan demokrasi denilmektedir. Ancak, bu sistemde gerçek bir demokrasiden söz etmek imkânsızdır. Çünkü, sitelerde yaşayan çok sayıda kölenin ve yabancı sayılanların oy hakkı yoktu.

Avrupa’da feodalitenin ve mutla kıyetçi rejimlerin egemen olduğu uzun yüzyıllar boyunca, demokrasi (bu şekliyle dahi) uygulanma şansı bulamadı. Ancak, İngiltere’de parlâmentonun sürekli açık bulunması ve özellikle 1215’te ilân edilen Magna Carta (Büyük Ferman), demokrasinin işaretleri olması bakımından bir istisna teşkil eder. Yine de Magna Carta’nın asi baronlara haklar tanıyan ve kralın zor altında imzaladığı bir ferman olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Bu ferman, aslında topluma hak ve hürriyet tanıyan siyasî bir belge değildi. Ancak, sonraları yapılan ilâvelerle temel hürriyetlerin simgesi ve anayasa niteliğinde ilk belge olarak görülmeye başlanmıştır.

Modern demokrasi anlayışının ilk belirtileri Rönesanstan itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Gelişme, Aydınlanma Çağı’nda hızlandı ve Jean Jacques Rousseau’nun çalışmalarıyla berraklaştı. Halk egemenliği kavramı da bu sayede yaygınlaştı. Fakat, artık eski Yunan’daki gibi doğrudan demokrasi uygulamasına imkân yoktu. Şehir devletleri, yerlerini millî devletlere bırakmışlardı. Milletin bütün fertlerini bir meydana toplayarak oylarını almak imkânı kalmamıştı. Onun için temsilî demokrasiye dönüldü. Buna göre, iktidarı elinde tutan, fertler değil, millettir. Millet, soyut ve bölünmez bir bütündür. O hâlde, milletin seçilmiş temsilcileri millî iradeyi ellerinde tutarak somut hâle getirirler. Seçilmiş temsilciler, fertlerin hürriyetlerini gözeten bir otorite kurmak zorundadır. Bu da çok sayıda partinin kurulmasını, serbest seçimler yapılmasını, iktidarın değişebilir olmasını, kamu hürriyetlerini zarurî hâle getiriyordu.

Demokrasinin gelişmesi, yüzyıllar boyunca büyük zorluklarla karşılaştı. Egemenliği kullanmaktan vazgeçmek istemeyen mutlakıyetçi rejimler, demokrasinin önünü tıkamaya çalıştılar. Birçok yerde kanlı mücadeleler oldu. Bu arada, demokrasi kavramına yeni ve değişik anlam veren akımlar ortaya çıktı. Marksizm, insanlar arasında gerçek bir eşitlik olmadıkça hürriyetin sadece biçimden ibaret kalacağını, asıl meselenin ideal toplumu yaratmak olduğunu ileri sürdü. Marksizmden ilham alan siyasî rejimler kuruldu. Bunlar kendilerine halk demokrasisi adını verdiler. Marksistler, mülkiyeti elinde bulunduran burjuvazinin ortadan kalkmasını, sınıflar arasındaki karşıtlıkların ve iktidar için yarışmanın son bulması bakımından şart sayıyorlardı. Tek parti uygulamasının mantığı bu teoriye dayanıyordu. Fakat uygulamada, egemenlik tek siyasî parti üst yönetiminin eline geçti. Demokrasi yerine, yeni tip bir oligarşi ortaya çıktı.

Yine Avrupa’da boy gösteren Hristiyan demokrasi ise, egemenliğin halka ait olduğunu, ancak iktidarın İncil’den kaynaklanan ilkelere göre yürütülmesini savunuyordu. Hristiyan demokrasinin Avrupa’daki tarihi yüz yılı aşmaktadır ve günümüzde de İtalya, Almanya gibi ülkelerde bu ilkelere dayanan siyasî partiler bulunmaktadır.

Marksist ideolojiden esinlenen Komünist rejimler günümüzde ya tamamen yıkılmıştır veya kılıf değiştirmiştir. Yine Marksizmin etkilerini taşıyan sosyal demokrat eğilimler ise hâlâ güçlüdür. Unutulmaması gereken, bütün bu eğilimlerin ve uygulamaların, Avrupa’nın sosyal ve siyasî şartlarıyla tarihî geçmişinin ürünü olduğudur.

TÜRKLERDE DEMOKRATİK ANLAYIŞ

Eski Türklerde karizmatik egemenlik anlayışı hâkimdi. Yani, yürütme gücünün hükümdara Tanrı tarafından verildiğine inanılıyordu. Tanrı’nın kut ile donatmadığı hükümdarın meşruluğu bulunmuyordu. Büyük Hun Devleti’nde hükümdarın unvanı “Gök Tanrı’nın, güneşin, ayın tahta çıkardığı Tanrı kut’u Tanhu” ydu (kısaca Tanrıkut). Orhun Yazıtlarında “Tanrı irade ettiği için, kut’um olduğu için kagan oldum” denmektedir. Meşruluğunu Tanrı’dan almış olan hükümdarın yetkileri elbette çok genişti, fakat sınırsız değildi. Hükümdar, töreye uymak zorundaydı. Töre, Türk sosyal hayatını düzenleyen kuralların bütünüydü ve kanun niteliğindeydi. Değişmez ilkeleri adalet, faydalılık, eşitlik ve insanlıktı. Bu açıdan bakılınca, töre, halkın hak ve hürriyet isteklerini belirtmesine imkân veren, hükümdarın görevlerini belirleyen hukukî normlardı. Öyle olunca da, karizmatik ve hukukî egemenliğin birbiriyle kaynaşmış olduğu anlaşılmaktadır.

Demokraside danışmanın, tartışmanın önemini ve bunların siyasî zemini olarak meclislerin varlığını dikkate alırsak, eski Türk toplumunda da bu yolda uygulamaların bulunduğunu belirtmeliyiz. Büyük Hun Devleti’nde, her yıl üç genel toplantı yapılırdı. Buna toy denilirdi. Toyların biri dinî nitelikliydi. Diğerleri ilkbahar ve sonbaharda yapılırdı. En önemlisi ilkbaharda (haziran ayında) yapılanıydı. Bu toyda ülkenin bütün meseleleri görüşülüp karara bağlanırdı. Hükümdarlıklar tasdik edilir veya gerekirse yeni hükümdar seçilirdi. Yönetime geniş yetkiler verilmesi de toy’un kararlarına bağlıydı.

Avrupa Hun Devleti’nde, Tabgaçlarda, Hazar Hakanlığı’nda, Peçeneklerde, Kumanlarda ve Oğuzlarda da meclisler bulunduğu ve bunların, değişik adlarla toy’un işlevini gördüğü anlaşılmıştır. Oğuzlarda millet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı meclislere Tirnek (dernek) deniliyordu. Göktürk ve Uygur hakanlıklarında da meclisler bulunuyordu. Bu meclislerin yetkileri çok genişti. Hükümdarın istekleri her zaman kabul edilmeyebiliyordu. Bilge Kağan, Göktürk şehirlerinin surlarla çevrilmesini, Budizm ve Taoizm propagandasının serbest bırakılmasını ileri sürdüğü zaman, toy, bu istekleri reddetmişti. Aynı şekilde, toy’un kağan adayını da, gerekçe göstererek kabul etmeme yetkisi vardı. Toy, Uygur Hakanlığı’nda, güçlü kumandanlardan veya devlet adamlarından birini kağan ilân edecek ölçüde yetkilerle donatılmıştı. Sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan “Kurultay” sözü, zamanla toy’un yerini almıştır.

İslâm medeniyeti çerçevesine girdikten sonra toy geleneği zamanla terk edilmiştir. Yönetim mekanizmasında yer almaya başlayan divan, bir halk meclisi değil, üst görevlilerin meydana getirdiği yetkili bir kuruldu. Hükümdarın meşruiyeti ise, artık Tanrı’nın verdiği kut ile değil, halifenin tanıması ile gerçekleşiyordu. Karahanlılar iktidarı, bir geçiş dönemi sayılabilir. Karahanlılarda, eski Türk geleneklerinin devam ettiği, kut’un önemini taşıdığı görülmektedir. Ancak, Büyük Selçuklu Devleti, yerli Müslüman halkın çoğunlukta bulunduğu bölgelerde kurulduğu ve hüküm sürdüğü için, yönetim anlayışında değişmeler meydana gelmiştir. Devlet teşkilâtında ve yönetiminde Büyük Selçuklu Devleti’ni örnek almış olan Anadolu Selçuklu ve Osmanlı devletlerinde de -değişiklikler olmakla beraber- aynı uygulama devam etmiştir. Ancak, Abbasî Halifeliğinin yıkılışından sonra, hükümdarın meşruiyetini Halifenin tanıması şartı kaybolmuştur. Yavuz Sultan Selim’den itibaren hükümdarlıkla halifelik tek şahısta birleştiği için, esasen böyle bir ihtiyaca yer de kalmamıştır.

19. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa’daki gelişmelerin de etkisiyle, devlet yönetiminde değişiklikler görülmeye başlanmıştır. Bunun ilk örneği Sened-i İttifak’tır. Bu belge, demokrasiye geçişte ilk adım olarak kabul edilir. Padişahla âyân arasında yapılan bir anlaşma niteliğindedir. Padişahın bazı yetkilerini sınırlandırmaktadır. Bu özelliği ile Magna Carta’ya benzediği düşünülebilir. Ancak millî irade belirtisi taşıyan bir siyasî belge değildir.

Tanzimat ve Islahat fermanları, demokrasi yolunda atılan daha önemli adımlardır. Bunlarda halkı ilgilendiren, onun hak ve hürriyetlerini genişleten hükümler bulunmaktadır. Parlâmenter rejimin kurulduğu I. Meşrutiyet ise daha belirli çizgiler taşır. Tanzimat ve Islahat fermanlarının, çoğunluğu oluşturan Müslüman tebaa tarafından benimsenmediğini, yabancı dayatmaların sonucu olduğunu; I. Meşrutiyet parlâmentosunun ise, hakların kötüye kullanılması sonucunda fazla ömürlü olamadığını hatırlamamız lâzımdır. 1908 Meşrutiyetinden sonraki kısa dönem, hem parlâmentonun yeniden açılışı hem de kişi hak ve hürriyetlerinin genişlemesi açısından önem taşımaktadır. Ancak, bu dönem de uzun sürmemiş, yerini tek parti iktidarı ve oligarşik bir siyasî yapı almıştır.

Millî Mücadele, yeni bir anayasa yapılması ve “Hâkimiyetin kayıtsız şartsız millette” olduğunun kabul edilmesi bakımından demokratik bir anlayış içinde sürdürülmüştür. Cumhuriyetin ilânından sonraki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Cumhuriyet Fırkası denemeleri başarısız kalınca tek parti yönetimi, II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar devam etmiştir. Ancak ondan sonra siyasî partilerin kurulmasına, serbest seçimlerin yapılmasına, iktidarın değişmesine imkân bulunabilmiştir. Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi gayretleri, 1945’ten bu yana sürdürülmektedir.

DEMOKRASİ TEMELLERİNDE FARKLILIKLAR

Türklerde köleliğin ve ayrıcalıklı sınıfların yer almaması sebebiyle, eski demokrasi tipiyle Türk egemenlik anlayışı arasında önemli ayrılıklar bulunmaktadır. Avrupa demokrasisi, bu ülkelerin sosyal yapılarına uygun bir gelişme göstermiştir. Kölelik rejimi, feodalite, kilise mensupları ve soylular gibi sınıflar, Türk sosyal yapısına ve dolayısıyla yönetim anlayışına yabancı idi. Batı demokrasisi, bu engelleri aşa aşa gelişmek zorunda kalmıştır. Sanayi Devrimi’nin getirdiği sorunlar, kadınların ve çocukların karın tokluğuna öldüresiye çalıştırılması, buna karşı tepkiler, sömürgeciliğin ve emperyalizmin ürünü olan çatışmalar Osmanlı Devleti’nde yaşanmamıştır. Sosyal sınıfların teşekkül etmemiş olması, sınıf çatışması teorisini geçersiz bırakmıştır, Bu yapı Cumhuriyet Türkiyesinde de devam ettiği için, sunî sınıf yaratma gayretleri başarılı olamamış, Marksizm bu sebeple yerleşebileceği bir toplum zemini bulamamıştır. Demek ki, Batıda yerleşmiş veya tortu bırakmış anlayışlar üzerinde yükselen demokrasi ile Türk demokrasisi arasında birtakım farklar bulunması olağan sayılmalıdır.

Bugün zihinlerde görülen kargaşanın temelinde, bu farkların yeterince kavranmaması yatmaktadır.

Türk demokrasisi üzerindeki görüşlerimizi önümüzdeki sayıda açıklamaya devam edeceğiz.
 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -