Ana Sayfa 1998-2012 Türkçülere Nostalji

Türkçülere Nostalji

1952 de Edirne Lisesi birinci sınıfında, edebiyat dersine Nejdet SANÇAR hoca geldi. O çocukluk, gençlik yaşlarında ben bir Türkçü olup çıktım. Hani gençlik heyecanıdır, çocuk ütopyalar, idealler, ham hayâlât peşinde koşar â canım sen de.. Derlerse de yalandır. Bugün altmışın üzerinde olmama rağmen, aynı heyecanı daha olgun, daha revişlenmiş, kemâline varmış olarak yaşıyorum. İnsanı “..ahsen-i takvim üzerine..” yaratmış olan yüce Tanrı’m, bu mazhariyeti yalnızca, biz Türklere vermiş olamaz. Ama diğer insanlar hâlâ bâtıla inanır, inkâr vâdilerinde kalırsa, bu dünyanın hâli ne olur? İşte böyle olur!

- Reklam -

Nejdet Hoca’da, bir yıl ve ertesi sene üç ay kadar okudum. Rahmetli, o sene Ankara’da Millî Kütüphane’ye tâyin edildi.

Halktan mütevâzı imkânlar içinden geliyordum. O seneler bizlere, Dede Korkut, Türkçülüğün Esasları, Kanunî Devrinde Bir Sefirin Hâtıraları, Leydi Montegü’nün Mektupları, Beyaz Zambaklar Ülkesinde, Ömer Seyfeddin külliyâtı v.b birçok kitaplar edindirdi. Okuduk.. okuduk. Aruz veznini gözü kapalı çözer olduk. Nihad Sâmi Hoca’nın Edebiyat kitabını tâkib ederdik. Nazım şekillerini öğretirken, en seçkin şiirlerden örnekleri antoloji defterimize çektirir ve ezberletirdi. Kompozisyon dersine itinası, fart-ı hassasiyet derecesinde olan Hoca “Türk Çocuğu dilini güzel konuştuğu kadar, hâtasız, kusursuz yazmalı ve çok güzel ifâde-i meram edebilmelidir” derdi. Edebiyat dersinden bırakmazdı ama, kompozisyondan ikmâle bıraktıkları olurdu. Bugün hâlâ divan şairlerimizden tatlı ve sıcak bir hisle bağrım ürpererek, içim titriyerek,

“Şeb-i hicran yanar canım, töker kan çeşm-i giryanım

Uyarır halkı efgânım kara bahtım uyanmaz mı”

……….

“Gül-i ruhsârına karşu gözümden kanlı akar su

- Reklam -

Hâbîbim fasl-ı güldür bu, akar sular bulanmaz mı” diyen

Fuzulî’yi okurum. Bu Türk çocuğunun eserlerini yazarken yaşadığı ruh hâletini, içinde bulunduğu coğr afyayı, muhitindeki okumuş, cahil, faziletli, rüşvetçi insanları tahâyyüle dalar giderim.. Fuzulî’nin “Su Kasidesi”ndeki, Resul ü Zîşân aşkına şaşar kalırım.. Namık Kemâl’in Vaveylâ’sındaki:

“Git vatan Kâbe’de siyaha bürün

Bir kolun Ravzâ-i Nebi’ye uzat

Birini Kerbelâ’da Meşhed’e at

- Reklam -

Kâinata o hey’etinle görün.

……….

Aç vatan göğsünü İlâh’ına aç

Şühedânı çıkar da ortaya saç”

Mısralarını okurken, gözlerinden yaşlar gelmeyen, yüreciği burkulmayan, boğazı düğümlenmeyen bir Türk, bir Müslüman var mıdır, Allah’ım?

1952-1953 yazında üç arkadaş İstanbul’a indik. Birkaç gün akrabalarımızda kalıp, dönecektik. Cep harçlığımı abur cubura harcamayıp o senelerde İsmet Tümtürk’ün Sirkeci’deki avukat yazıhanesine uğradım. Nejdet Hoca’nın selâmını söyledim ve Orkun mecmuasının külliyâtını istedim. O gün işi vardı, yarın saat 15.00’de gel diye, tembih etti. Ertesi günü gittim. Yazıhânede kullanılmayan odasına mecmuaları öbek öbek dizmişti. Oda tozlu topraklıydı ama, mecmualar karşısında, Ali Baba’nın Kırk Haramilerin hazinesinde düşmüş olduğu heyecana kapıldım. İsmet Bey ile kolları sıvadık ve 68 sayı mecmuadan bir takım düzdük.

O yaz bu koca külliyâtın altını üstüne getirdim, lâteşbih sanki hatmettim. Türkiye haritası gözümde küçüldü, misak-ı millî sınırları kırmızı bir çizgiye inkılâb etti sanki.. O senelerde mektep okuyan kaç Türk çocuğu, kaç münevver insan Asya’da ve Türkiye dışında birçok Türk millet ve devletlerinin varlığından haberdâr idi? Onların komünist emperyalizmi veya kâfir despotizmi altında ezilmekte olduğundan malûmât sahibiydi. Cumhuriyet maarifinin haricinde kalmış, “imâlât hatası” olan bizler, ağabeylerimizin ezâ cefâ çekerek, hapislerde çürüyerek vermiş oldukları mücadelenin, neşriyatın, hocalık etmelerinin, konferanslar vermelerinin neticesi yetişmiş olduk.

Atsız’la tanışmam üniversite yıllarında oldu. Tıbbiye’ye girmiştim. Tahsil uzundu. Rahbetli babamın küçük kazancı beni desteklemeye yetişmezdi. Merhuma “Sen vazifeni yaptın, liseyi okuttun, Allah (c.c) senden razı olsun” deyip arz-ı veda ettim. Askerî talebeliğe iltihak ettim. 1955’ten sonraki yıllarda Atsız merhumu bazen Süleymaniye Kütüphanesi’nde, bazen 3-5 arkadaş Maltepe’deki evinde ziyarete giderdik. Tıbbiye üçüncü sınıfta iken, yine bir gün Süleymaniye’de Atsız Hoca’yı ziyarete gittimdi. Kendisi askerî üniformaya iştiyak duyardı. Çünkü Askerî Tıbbiye’den bir talebeyi dövmek suçundan ihraç edilmiş olduğu rivayet edilirdi… Atsız Hoca masasının başında, önünde kocaman bir elyazması açılmış, tedkik – tetebbuda idi. Çay ısmarladı, hatır sordu… Bir ara hiddete kaçan bir heyecanla..” Coşkun, bu yazıyı öğren, bu ecdadın yazısı, dedenin mezar taşı bu yazı ile yazılmıştır hâha..” diye âdetâ çıkıştı. Tezine varmadan 3-4 ayda yazıyı söktüm, hattâ yazmaya çalıştım, çalıştım. Edebiyat Fakültesi’nde Osmanlıca dersi görürler, görürler yâa.. Ben onları birkaç ayda geçtim. Zira, onlar ders olarak, dert olarak telâkki ederler… Hâlbuki aşk olmayan yerde meşk olmaz.

…………

Şimdilerde düşünceye, mâziye dalıyorum. Hayretle, esefle, ızdırabla yanıyor, yakılıyorum. Neden hürriyetperver gençler, ‘’. Abdülhamid Han’a karşı yersiz hınç duydular da, vatandan firâren Mısır’a, Fransa’ya, kimi bilmem nereye gittiler, gittiler de istibdat idaresine karşı imkânları dairesinde yazdılar, çizdiler. Bu Jön Türk’ler ham hâyallerinin peşinde perişan, ne istediklerinin farkına varmaksızın, hayatlarını, gençliklerini hebâ ettiler. Kendileri hebâ olmakla kalsalar ne âlâ. İttihatçılar koca memleketi, iki buçuk milyon kilometre kare Âli Osman Ülkesi’ni 1908’den 1918’e kadar kumara bastılar, Hiç’e inkılâb ettirdiler vesselâm. Bir de utanmadan, sıkılmadan yurt dışından “Böyle olmasını istemezdik, kader böyle imiş..” gibilerden beyânat verdiler.

Yahya Kemâl de 19 yaşında firar edip Paris’e vardı. Jön Türklerle tanıştı, arkadaşlık etti. Fârik-i mümeyyiz kaabiliyeti sayesinde onlara bulaşmadı. Science Politique’de devrin en müstesna hocalarından dünya siyasî tarihini tahsil etti. Fransız edebiyatına (şiir, tiyatro, felsefe en ince tafferuatına kadar nüfuz etti. Diğerleri gibi vatana züppe bir frenk mukallidi olarak değil, Türk’ün Anadolu’daki bin yıllık serencamının tılsımını aramak için avdet etti.

“Yarab ne müsavatı ne hürriyeti ver

Hattâ ne o yoldan gelecek şöhreti ver

Hep neşve veren aşkı terennüm dilerim

Yârab bana bir ses yaratan kudreti ver”… diye niyaz etti, niyâz etti de Osmanlı’yı Cumhuriyet’e bağlayan altın zincir halkası oldu. Bu topraklarda Türk’ün tarihini, heyecanını, felsefesini, gayesini idrak etti de, İlâ-yı Kelimetullah uğruna Kızılelmaya dek Beç önünde, Türk’ün kös vurduğu günlerde yaşadı. İslam’ın, Türk’te vücud bulan vahdetine, Hâfız Post’da, Itrî’de.. ulaştı. Yahya Kemâl’i, Kubbealtı Akademisi tarafından neşredilmiş bir seri manzum ve nesir kitaplarından okumak zevkine ardım elhamdülillâh…

Bugün Osmanlı’dan Avrupa’nın göbeğinde kalmış bir avuç Müslümana Bosna’da, Kosova’da niçün katliâm revâ görülür de, bizden insan haklarını soran Avrupalı “mandanın darıya baktığı gibi” bakar da davranmaz? Üstelik bu kesim Turanî de değil, yalnız lâilâhe illâllah Muhammedin Resullullah diyen bîçarelerdir.

Cumhuriyet’le İslâmdan evvelki Orta Asya macerasına teveccüh, Batı Batı diye beyhude gayretler hep söylene gelmiştir. Hani nerde?

Orkun Abidelerimiz sevincimizdir. Kaşgarlı Manmud’un Divanü Lûgütit-Türk’ü kaleme aldığı çağlarda Avrupa’nın sefilâne yaşayışı ortada..

Söylemeye çalıştıklarımızı vüzuhâtle tasnif ederek uzatmak âlim kişinin kârı. Burada âlimane değil, arifâne, fakirâne mütevazı düşüncelerimizi sıralıyoruz, hepsi o kadar..

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -