Ana Sayfa 1998-2012 (Türkçenin Bahçesinde Bir Gezinti)-X: ARI BİZİZ, BAL BİZDEDİ...

(Türkçenin Bahçesinde Bir Gezinti)-X: ARI BİZİZ, BAL BİZDEDİ…

BATIDAN ESEN RÜZGÂR

- Reklam -

“Alemdâr Mustafa Paşa ile Mustafa Reşid Paşa’yı severim, fakat Alemdâr’ın biraz kültürü olsa cumhûriyet ilân ederdi. Mustafa Reşid Paşa’nın kültürü, Alemdâr’ın kudreti birleştirilseydi, ben târihe başka bir vazîfe ile gelirdim.”-Atatürk- (1)

Türk yazı dilinin, Arapça ve Farsçanın istilâsına uğramasına karşı ilk şikâyetler daha II. Murad zamânında başlar. Pâdişâh’ın, anlaşılır bulmadığı Kabusnâme tercümesini, Mercimek Ahmed’e yeniden yaptırdığı bilinmektedir.

Yine 15. asırda başlayan ve 16. asırda Tatavlalı Mahremî, Edirneli Nazmî gibi şâirlerce temsîl edilen Türkî-i Basit hareketi, “asıl büyük şâirlerin iltifât etmemeleri yüzünden tutmamıştır.” (2) Nâbî’nin de “sâdelik şuûru taşıdığını:

Ey şi’r miyânında satan lâfz-ı garîbi

Dîvân-ı gazel, nüsha-i kaamûs değildir

gibi sözlerinden anlarız. Ama Nâbî, bu sözünde her zaman durmamış, bilhassa Hayriyye’siyle kasîdelerinde bâzen çok ağır bir dil kullanarak, mısrâlarını hakikî lûgat yaprağı hâline sokmuştur.” (3)

- Reklam -

“Târihçi Es’ad Efendi (1789- 1848)’nin düşünceleri” de “sâdeleşme yolunda münferit hareketler olmaktan öteye gidemez.

Münferit de olsa Türk toplumunda bir sâde dil arzusunun varlığını gösteren bu hareketlerin, şuûrlu bir milliyetçilik ve Türkçecilik düşüncesi ile ortaya atılmış olabileceği söylenemez. Zâten modern anlamı ile milliyet ve milliyetçilik kavramları bize, Batı’ya yöneldikten sonra gelmiş fikir ve hareketlerdir.” (4)

1683’deki Viyana Bozgunu’ndan sonra sökün eden siyâsî başarısızlıklar, asırlarca devâm edecek bir ric’ati başlatıyordu. Bu ric’atin asıl sebebi, “Osmanlı İmparatorluğu farkına varmadan, düşmanlarının maddeten ve mânen kuvvetlenmiş, inkişâf etmiş, bilhassa medeniyet bakımından ilerlemiş olmaları” (5) idi.

Fakat, Osmanlı ricâli, bu hakîkati kabûl etmekte bir hayli geç davranacak, kabûl etmek zorunda kalındığında da, aradaki mesâfe büyümüş olacaktır. Daha, vaktin müsâit olduğu III. Mustafa(1757-1774) devrinde, devlet adamları “1770’de Çeşme’de donanmamızı imhâ eden Rus donanmasının nereden gelebildiğine hayret etmişler, sonunda (Rus donanmasını, bize düşman olan Venedikliler, Fâtih’in yaptığı gibi karadan çekip Akdeniz’e getirmişlerdir.) kanaatine vararak” (6) Pîrî Reis’in mezardaki kemiklerini sızlatmışlardır.

Batı medeniyetine yönelmek husûsunda; III. Ahmed, I. Mahmûd, I. Abdülhamîd ve III. Selîm’in – kimisi kanlı ihtilâllerle sonuçlanan – tecrübelerinden sonra, ilk köklü ıslahat denemesi II. Mahmûd tarafından gerçekleştirildi. Bunu, Batı’ya açılışımızı ismiyle temsîl eden Tanzîmât Devri tâkib etti.

- Reklam -

Tanzîmât Devri, edebiyâtımızın, dolayısıyla dilimizin de Batı’ya yöneldiği bir devirdir. Gazete’nin Türk hayâtına girmesi, ona bağlı olarak bir efkâr-ı umûmîye doğmasına sebep oldu. Gazete ve efkâr-ı umûmîye mefhûmları, ancak fikir ve düşünce ile bir arada durabilirdi. Bu yüzden, fikrin ve düşüncenin ifâdesinde kullanılacak dilin üzerinde ilk esaslı münâkaşalar, yine Tanzîmât’la birlikte başladı. Tercümân-ı Ahvâl gazetesine yazdığı “Mukaddime”de, halkın anlayabileceği bir yazı dilinin lüzûmunu anlatan Şinâsî, Şâir Evlenmesi’nde halk konuşmasıyla yazmanın ilk ve başarılı denemesini yapıyordu.

“Leibniz’in, [Bana mükemmel bir lisan ver, sana büyük bir millet teşkîl edeyim.] sözünü tekrâr eden Nâmık Kemâl, Osmanlı Devleti’nin başlıca inhitat sebebini dilde buluyordu. Ona göre, eski âlimlerin yalnız Arapçaya ve yüksek ilimlere (Kelâm ve Fıkıh gibi) ehemmiyet vermeleri, Türkçeye hiç ehemmiyet vermeyerek, hattâ bir gramer vücûda getirmemeleri, maârifin geniş bir tabakaya yayılmasına mâni olmuş ve böylece milleti harâb etmiştir; kelime oyuncuklarıyla, yabancı kelimelerle dolu olan eski dil, Türkçe addolunabilmek selâhiyetinden bile mahrûmdur… Rûmeli’nde memleketlerimiz bulundu ki, âlimleri din ilimlerini Arapça tahsîl eder, halka Rûmca anlatırdı. Devletin resmî dili olan Türkçe, bu sûretle Müslümanlar arasında bile umûmî bir hâl alamadı; ihtiyaçlar ve menfaatler birbirleriyle bağlanamadı. Her kavmin bir husûsiyeti olduğundan, hey’et-i içtimâîyeden ayrılmak, o husûsiyete kuvvet vermek itibârında tutuldu. Umûmî vatan, müşterek vatan hissinin gönüllerde hiçbir tesiri olmadı… Hülâsâ, mükemmel bir lisâna mâlik olmadığımız için büyüklüğümüzü muhâfaza edemedik. Millette lisansızlık muvaffakiyetsizliği ve muvaffakiyetsizlik kuvvetsizliği intâc etti.” (7)

Nâmık Kemâl gibi lûgat ve gramer kitaplarının yazılmamış olmasını büyük bir eksiklik olarak gören Ziyâ Paşa da, meşhûr Şiir ve İnşâ makâlesini yazar. Paşa’ya göre, nesirde Kâmus mütercimi Âsım Efendi’nin, Muhbir gazetesinde Ali Suâvî’nin tutturduğu sâde yol; şiirde de şâirlerin vezinsiz diye beğenmedikleri avâm şarkıları ve taşralarda çöğür şâirleri arasında deyiş, üçleme ve kayabaşı diye anılan nazımların dili tabiî kabûl edilmelidir. (8)

Tanzîmât’ın bu ilk edibleri, dilde sâdeliği teklif etmelerine rağmen, yine de yazılarının ve şiirlerinin çoğunda, eski dil geleneğini devâm ettirmişler, istedikleri gibi sâde olamamışlardır.

Bu dönemde, Türk edebiyâtına ilk def’â giren edebî neviler, hep Batı’dan ilhâm alarak geliştiği, Batı’ya da dil olarak Fransızcanın şahsında yaklaşıldığı için, bu sefer Türkçe üzerinde tesiri olan medeniyet dillerine Fransızca da eklendi.

“On dokuzuncu asırda şarkta garb medeniyetinin tesiri görülmeye başladı. Bilhassa Türklerde Fransız harsını, Fransızların nefâset telâkkîlerini kabûle, bâriz bir temâyül görüldü.

Bunun neticesinde, zâten öteden beri Arap ve Acem kelimelerinin boyunduruğu altında bulunan Türk dili üzerine, Fransız dalgaları akmaya başladı.

Bu suretle, Türk dilinin orijinalliği, benliği, istiklâli, öz beyliği büsbütün yeni bir tehlikeye mârûz kaldı. On dokuzuncu asrın nihâyetlerine doğru, Osmanlı lisânına ecnebî lisanların tesiri, Türk dilini yabancı kelimelerin istilâsı, eskiden ecnebî lisanların Alman diline icrâ ettikleri tesirden, Alman lisânının yabancılaşmasından daha ziyâde, daha derindi. Onun için milletperver Türklerin dillerini ayırtlama ve Türkçeleştirme gâyesini güden mesâîsi, daha esaslı oldu, daha çabuk yemişler verdi ve beklenilmeyen muvaffakiyetlerle neticelendi.” (9)

Böylece başlayan ilmî Türkçülük ve Türkçecilik hareketinin ilk şuûrlu temsilcileri arasında Süleyman Paşa ile Ahmed Vefik Paşa’yı sayabiliriz. Bilhassa Vefik Paşa’nın, bir taraftan Türkiye dışındaki Türklüğü ve Türkçeyi arayışı, diğer taraftan Moliére adaptelerinde sâde halk söyleyişini bulmaya çalışması, oldukça önemli gayretlerdir. Şemseddin Sâmi’nin ciddî dil araştırmaları, Vefik Paşa’nın açtığı çığırın mahsûllleridir.

Fakat, saydığımız bu sâde Türkçeye yönelik çalışmalar, Tanzîmâtçıların umûmî havası içinde, münferit faaliyetler olarak kalmıştır.

“Tanzîmâtçılar, Osmanlıcayı bir yana bırakarak, konuşulan Türkçeden modern bir yazı dili yaratmak yolunu tutabilirlerdi. Öyle yapmadılar, mes’eleyi Osmanlıcanın içinde çözmek yolunu tuttular… Onların bu gayretlerinden Yeni Osmanlıca adını verdiğimiz dil doğdu. Bu dil, gazeteciliğin ve yeni ihtiyaçların zorlaması ile, eskisine bakarak, konuşma diline biraz yaklaştı, fakat, aslâ bir Türk yazı dili olmadı.” (10)

Osmanlı Devleti’nde, kuruluştan itibâren devlet dili Türkçedir. Ama, nesir ve nazım dillerinin, yabancı unsurlarla iyice dolduğu, Osmanlıca denilen yazı dilinin ortaya çıktığı dönemde, en fazla içinden çıkılmaz metinler, resmî yazışmalarda görülmeye başlamıştır. “Devlet dili olarak Osmanlıca, tamâmıyla bir yabancı dil hükmündedir. Devlet muâmelelerinin sözlü kısmında halk Türkçe konuşur ve anlaşır. Fakat, iş yazıya dökülünce, bunu ancak gerekli bir öğretimden geçmiş, devlet dâirelerinde bir çıraklık devresi geçirmiş kâtipler başarır.” (11)

Osmanlı Devleti, pek çok sâhada olduğu gibi, imparatorluk kavimlerini kendi dillerini konuşmakta da serbest bırakmıştır. 1876’da kabûl edilen Kaanûn-ı Esâsî’de ilk def’â olarak “devletin lisân-ı resmîsi olan Türkçe” ibâresi geçmekte ve devlet hizmetine gireceklerin Türkçe bilmelerinin şart olduğu ifâde edilmektedir. Aynı kaanûnun 57. maddesinde ise, Âyân ve Mebûsân meclislerinde görüşmelerin Türkçe cereyân edeceği hükmü bulunmaktadır. Türkçe bilmeyenlerin milletvekili seçilemeyecekleri de belirtilen 1876 Kaanûn-ı Esâsîsi’nin dille ilgili maddeleri 1908’den sonra da aynen kalmıştır. (12)

Bütün Dünyâ’da, konuşma dilleriyle yazı dilleri arasında belirli bir fark vardır. Önemli olan, bu farkın, yazılanları okuyup anlayabilenlerin sayısını azaltmamasıdır. Türk yazı dilinin târihinde öyle devreler olmuştur ki, yazılanlar bâzen sâdece belirli bir zümreye hitâb edebilmiştir. Fakat, önceleri güney ve doğu istikâmetlerinden, on dokuzuncu asırdan itibâren de batıdan esen yabancı dil rüzgârları, Türkçenin temelinde tahrîfât yapamamışlardır. Buradaki temel sözünü, iki mânâda anlamak gerekir:

I- Türkçeyi konuşan millet; çarşıda, pazarda, evde, tarlada, bahçede Türk diliyle düşünüp, söyleyen halk: Bu mânâda “temel”in millet oluşu, dilin sosyal tarafıyla ilgili pek çok görüş ve teklifi de hatıra getirir. Yazı dili, konuşma dilinden ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, isterse devlet dili olarak bir yabancı dil benimsensin, millî hayâtı yönlendiren milletin konuşması, devlete de tesir eder. Nitekim, Farsçanın daha çok hâkim göründüğü Anadolu Selçuklu Devleti’nde bile, devlet ricâli ve müesseselerine âit unvanların pek çoğunun güzel Türkçe kelimeler olduğu görülmektedir. (13)

II- Türkçenin sağlam gramer yapısı: Bu konuda Max Müller’in meşhûr sözü ne kadar isâbetlidir: “Türk dilinin gramer kâideleri o kadar muttarit, o kadar mükemmeldir ki, bu dili lisâniyât âlimlerinden mürekkep bir hey’et, bir akademi tarafından şuûrla yapılmış bir dil zannetmek mümkündür.” (14)

15. asrın sonlarından 20. asrın başlarına kadar Osmanlıca adıyla çeşitli dil rüzgârlarına hedef olan dilimizin iç yapısında pek mühim bir değişiklik olmamış, “Eski Anadolu Türkçesinden sonra günümüze kadar Türkçenin başlıca şekilleri, hemen hemen hep aynı kalmıştır. Yâni, gramer şekilleri bakımından Osmanlıca ile Türkiye Türkçesi arasında belirli bir ayrılık yoktur.” (15)

– Dr. Utkan Kocatürk, a. g. e. s. 131

2 – Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı-II, İstanbul, 1973, s. 315

3 – Ahmet Kabaklı, a. g. e. s. 380

4 – Ali Karamanlıoğlı, a. g. e. s. 86

5 – Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, s. 209

6 – Tahsin Ünal, Türk Siyâsî Târihi, İstanbul, 1974, s. 55

7 – Ord. Prof. Dr M. Fuad Köprülü, Köprülü’den Seçmeler (Hazırlayan: Orhan F. Köprülü),İstanbul, 1972, s. 141

8 – Ahmet Kabaklı, a. g. e. s. 606

9 – Sadri Maksudî Arsal, a. g. e. s. 7 (Brockelmann’ın önsözü)

10 – Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu, a. g. e. s. 12

11 – Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu, a. g. e. s. 11

12 – Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu, a. g. e. s. 6-7

13 – Prof. Dr. Aydın Taneri, Günümüzde ve Selçuklu Devlet Hayatında Türkçe, İstanbul, Tercüman Gazetesi, 30 Nisan 1981 / Ahmet Kabaklı, Devlet Dili, Millet Dili, İstanbul, Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı:19, Temmuz 1973

14 – Sadri Maksudî Arsal, Türk Dili İçin, s. 21

15 – Prof. Dr. Muharrem Ergin, Türk Dil Bilgisi, s.16-17

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -