Bizde felsefe, sosyoloji, psikoloji ve bunları anlamlandırabilmek için kaçınılmaz olan tarih ne hikmetse hep bir entelektüel faaliyet olarak görülmüş (buna boş iş de diyebiliriz ), Cumhuriyet’i kuran kuşaktan Atatürk ve bir iki isim hariç bırakılırsa devlet adamı zannettiklerimizin büyük kısmı bu konulardan habersiz gelmiş gitmişlerdir.
70 yıldır milletimizi güya yönetenler eğitimden, ekonomiye, kültürden spora kadar hemen her alanda uygulamaya koydukları politikaların bu milletin dünyayı okuyuşuna, ruh iklimine ne ölçüde uyup uymadığını düşünmemişlerdir. O sebepledir ki Türkiye’nin 70 yıl önce hangi sorunları varsa bu gün de o sorunları vardır.
Bu süre zarfında gelip geçen pek çok iktidar tarafından değişik konularda uygulamaya konulan sayısız iddialı projelerin hiç birisi sonuç vermemiştir. Çünkü yapılan işler hep kurdun önüne ot, kuzunun önüne et koymak şeklinde olmuştur.
Belki çok küçük bir örnek ama dikkat çekici olduğunu düşündüğüm için sizlerle paylaşmak istiyorum. Hatırlarsanız geçtiğimiz yıllarda ülkemizde bir “ kuş gribi “ paniği yaşanmıştı. Bu tehdide karşı yetkililerin tedbir olarak dayattığı tek şey hayvanların kapalı tutulmasını istemek, olmadı imha etmekti.
Konu ile ilgili haber görüntülerinde halkımızın bu öneriye pek kulak asmadığı görülmüş, arazilerde serbest dolaşan hayvanlar gösterilerek insanlarımız cehalet ve vurdumduymazlıkla itham edilmişti. Halbuki konunun cahillikle falan bir ilgisinin olmadığını düşünüyorum.
Türk’ün tabiata ve canlılara genetik olarak bakış açısını biraz inceleyenler şunu bilir ki; biz hayvanları kapatmayı ve bağlamayı sevmeyiz (suç işleyen insanlar için dahi kapalı hapishaneler bizde asırlarca olmamış başka cezalar uygulanmıştır). Beslenme amacıyla yetiştirdiğimiz hayvanların bile tabiatın bir parçası olduğunu bilir, onları yaradılışlarının dışında bir usûle zorlamayız. Bağlı bir köpek, kümesten dışarı çıkartılmayan bir kanatlı bizim canımızın sıkılmasına sebep olur.
İşte toplumumuzun sosyal psikolojisinden habersiz yöneticilerimiz çare olarak Avrupa ülkelerindeki yöntemleri devreye sokmuştur ( Başka ne yapılabilirdi? Sorusu ayrı bir konudur ). Halbuki Avrupa dediğimiz yerde, eti daha yumuşak olsun diye büyükbaş hayvanlar hiç hareket edemeyecekleri kafeslerde tutulmakta, bazı kanatlı hayvanlar daha lezzetli olacağı düşünüldüğü için kanı akıtılmadan boğularak öldürülmektedir. Siz şimdi böyle bir kültürün hayvanlarla ilgili uygulamalarını bizim insanımıza uygulatmaya çalışırsanız işte o televizyonlarda gördüğümüz komik görüntüler ortaya çıkar.
Bizim için tabiat ve onun unsurları bir mücadele alanı değil, uyum sağlanması gereken bir saha olmuştur. Mitolojilerinde Tanrı’yı bile kendilerine ateşi vermeyen bir düşman yapan ve onunla mücadeleye girişen (Prometius) Batı kültürünün uygulamaları bizim toplumumuzda asla aynı sonuçları elde edemez. Umarım içinizden “ Bir kuş gribinde bile böyleyse, biz AB’ye nasıl gireceğiz? Onların her alandaki müktesebatını nasıl uygulayacağız? “ gibi bir soru geçmiyordur.
Tabiî bütün bunları dile getirirken, o zaman çevreye hiç müdahale etmeyelim, çadırlarda falan yaşayalım demek istemiyorum. Sadece geliştirilen politikaların Türk’ün ruhundaki tabiat uyumunu gözetmesini istiyorum. Bunu gözetmeyen hoyratlık sadece hayvanlarla ilgili olsaydı,hadi neyse diyebilirdik. Ama bu şehirlerleşmemizdeki faciada da, oturmak zorunda bırakıldığımız şekilsiz beton yığını evlerde de, çarşıda, pazarda, sokakta da yani yaşadığımız bütün mekânlarda kahredici ağırlığı ile kendini hissettirmektedir. Bence mutsuz bir toplum oluşumuzun önemli bir sebebi de bu mekânla ilişkimizin uyumsuzluğudur.
Yüksek nüfus artışına rağmen hâlâ ülkemiz Avrupa’ya göre düşük nüfus yoğunluğuna sahiptir. Bu demektir ki, iskân edilmeye uygun bir coğrafyamız var. Ama ne hikmetse insanlarımız Nazilerin Yahudi gettolarından esinlenmiş kibrit kutusu gibi apartmanlara tıkıştırılıp durmakta, bu tıkıştırma işiyle ulaşım araçlarında, okullarda,hastanelerde, kısaca sosyal hayatın hemen sahasında karşılaşmaktadır.
Devlete bağlı bir kurum olan TOKİ Türkiye’nin hemen her şehrinde toplu konutlar yapıp güya insanlarımızı ev sahibi yapıyor. Yaptıkları evlerin ortalaması da 85 m2. Böyle bir yer bir aile için evden ziyade hücre sayılır. Böyle bir yerde yaşamak ne ruh iklimimize ne âdetlerimize ne de dinimize göre mümkün değildir. Böyle bir yerde ailesi ile birlikte yaşayan bir insanın ufku kararır, zihni körelir. Buna gerekçe olarak inşaat maliyetleri ve fukaralığımız ileri sürülebilse de hiçbir geçerliliği yoktur. Çünkü apartman yapımında kullanılan betonarme usûlü maliyeti en yüksek inşaat türlerinden birisidir. Arazi bakımından bir sıkıntımız olmadığına göre ahşap veya sıkıştırılmış dolgu malzemelerden çok daha ucuza mal edebileceğimiz tek katlı müstakil evler yapabiliriz.Üstelik ülkemizdeki deprem riski düşünülürse doğrusu da budur
Ama ne yazık ki, ülkemizde sanki gizli bir el her alanda insanlarımızı sersemleştirmek için özel çalışma yapıyor gibi…