İNSANLARIN karakter ve tabiatları gibi, milletlerin renk, dil, cüsse karakterleri, tabiatları, huyları, seciyeleri hülâsa maddî ve mânevî dünyaları da farklıdır.
Milletler dünya üzerindeki muhtelif kuvvetli canlıların karakterleriyle kendi karakterlerini uygun ve benzer bulduklarından bu hayvanları “SEMBOL” veyla “ALEM” kabul etmişlerdir. Düşünülürse zaman ve mekân üstünde bile bu düşünüş ve buluşun doğru olduğu ortaya çıkacaktır. Türk milletinin teşkilâtçı, yardımsever, âlicenap, doğrusözlü, yalan ve riyakârlık bilmeyen, mert, acı, çile ve ızdıraba tahammüllü, basit ve süflî menfaatlere boyun eğmeyen, kendi işini kendi gören, dilenciliği sevmeyen hususiyetlerde bir millet olduğunu bütün yerli ve (ırk ve din taassubuna kapılmamış) yabancı tarihçi ve sosyologlar, müsteşrik ve Türkologlar ile Türk memleketlerinde resmî vazifesini ifa eden elçi ve seyyahlar söylemektedir: Tarihçi Cahiz:
“– O, tek başına bütün bir cemiyet demektir” derken, Süryani tarihçi Mikail (Michel le Syrien) de:
“– Türkler hayatlarını teşkilâtlandırmakta gayet akıllı ve mahirdirler” demiştir. Meşhur Arap şairi Ebuishak il Gazzî, Türk ırkının en bariz vasıflarını dile getirdiği güzel bir kıt’asında şunları söylemiştir:
“– Türk askerinden bir bölük yiğit hücuma kalkınca, onların naraları yanında yıldırımın ne gürültüsü duyulur, ne ismi akl gelir! Bu millet öyle bir millettir ki, eğer güler yüzle karşılanacak olursa güzellik itibariyle meleğe benzer ve eğer üzerine hücum edilecek olursa, ifrit kesilir!”.
Meşhur tarihçi Mauradgea d’Ohson ise, milletimizin şu özelliklerini belirtir:
“– Namuskârlık, dürüstlük ve doğruluk her Müslümanın tekmil ef’al ve harekâtının ruhu olmak lâzım gelir. Müslüman meşru yollar haricinde hiçbir kazanç temin etmemekle mükelleftir. Haksız kazanılmış bir maldan intifaa kalkışmak Allah’ın nazarında o kadar caniyane ve menfur bir harekettir ki, mürtekip, insafsız ve muhtelis bir kimseden hediye bile kabul caiz değildir.” der. Biz kendimizi değil, milletleri milletimize düşman olan cemiyetlerin tarihçileri bizi övdüğü içindir ki, bu özelliklerimizin mutlak bilinmesiyle beraber insanımızın şuurunda da yer etmesi icap eder. Bu ulvî vasıflar ile mücehhez olmamız gerekir. Bir başka hususiyetimizden şöyle bahsedilir:
“– Türkler ağır başlı ve sakin görünürler. Bütün eğlenceleri sükûnet içinde geçen şeylerdir; neşe ve şetaretin gürültülü tezahürlerini çılgınlık sayarlar; hattâ sukûttan zevk alırlar; hayatlarının ciddî işler haricindeki her anını istirahatle geçirirler; erken yatıp gün doğmadan kalkarlar.” Meşhur seyyah M.De Thevenat’de:
“– Türklerin kusurlarına gelince, son derece azametli oldukları için kendilerini bütün milletlerden üstün tutarlar ve yeryüzünün en cesur insanları sayarlar. Dünyayı kendileri için yaratılmış sayarlar; işte bundan dolayı bütün diğer milletleri ve bilhassa kendi dinlerinde olmayan Hristiyan ve Yahudi milletlerini toptan istihfaf ederler.” der. Doğrudur, lâkin yazarın kusur olarak değerlendirdiği husus üstün bir meziyettir. Çünkü Türk cihân hâkimiyeti ülküsüyle yetiştirilen her Türk, böyle düşünmek mecburiyetindedir.
Görülüyor ki, Türk milletinin sair milletlerden üstün vasıfları dile getirilmiştir. bu özelliklerin Türk milletinde bulunuşu, şüphesiz Tanrı’nın hususî lütfu olup, bu da milletimizi haklı olarak “efendi” ve “hâkim” sıfatına kavuşturmaktadır.
Tekrar dünyanın efendisi ve hâkimi olmak istiyorsak, bu kutlu ülkü, ideal ve mefkûreyi millî eğitim sistemimizde uygulamak mecburiyetindeyiz.
Türk milleti kendi özelliklerini “BOZKURT”da bulmuştur. kurdun başlıca vasfı “Hürriyet ve istiklâl”e âşık olmasıdır. Kahraman Atatürk:
“– Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir!” derken, bu yüksek ideal insan vasfını, haklı olarak dile getirmiştir. Zaten Atatürk’e “Bozkurt” diyenler, hem Türk milletini dolayısıyla Mustafa Kemal’i, hem de o asil hayvanı en iyi tanıyıp bilenlerdir.
Kurt köleliği, boynuna zincir takılmasını asla kabul etmemiştir. Daima hür ve efendi yaşamayı istemiştir. Milletimiz de tarih boyunca bu arenada yaşamıştır. Kurt başkasının avladığı yiyeceklere ve kendisinin avlayıp karnını doyurduktan sonra arta kalan artığına bir daha yönünü dönüp bakmaz; artıklara tenezzül etmediği görülmüştür. Yazıcıoğlu Ahmet Bican, “Acaibü’l-Mahlûkat” namındaki eserinde:
“Kurt, gayet hile ıssıdır. Asla yalnız yürümez, beş on olmayınca. Kaçan (ne zaman ki) uyusalar bir yerde cem olurlar halka gibi yatarlar. Ama diğer gözleri uyumaz. Kaçan sayru (hasta) olsa veyahut yaralı olsa geri kalanı cem olup anı pare pare edüp yerler. Kaçan hasta olsa korkar, gözlenir varır bir halvet yerde yatar, ölür kimse bilmez ve görmez. Kaçan bir kişiyi görse gelir. O kişinin oku yayı olsa, asla gelmez korkar ve eğer olmazsa korkmaz karşı gelir; amma dişisi erkeğinden yavuz olur. Kaçan koyuna gelse sabah gelir, zira kelp ol vaktin uyur. Eğer bir atlı kişi kurdu kovsa, ol atın ayakları dolaşır, seyirtmez” demektedir.
Bozkurt’un millî destanlarımızdaki özelliğini bir tarafa bırakırsak, yukarıda bahsedilen hususiyetleri ile, aziz Türk milletinin karakter ve seciyesini anlatıp tamamlayabilmek için ilk Haçlı Seferi’ne katılan bir müellifin şu sorusuyla sözlerimizi noktalayalım:
“Türklerin yüksek zekâlarını ve cengâverlik kabiliyetleri ile şecaatlerini tasvire cüret edecek derecelerde âlim ve hakim olduğunu kim iddia edebilir?”