Bir milletin teşekkülünde ortak bir tarihi geçmişe sahip olmanın önemi büyüktür. Tarihteki müştereklik sevinçte ve tasada birlikteliği ifade eder. Burada söz konusu birlikteliğin alışılagelmiş tutum ve davranış kalıplarını gelenek olarak nitelendirmek mümkündür. Fert bu sayede karşılaştığı farklı durumlar karşısında nasıl davranması gerektiğini uzun uzun düşünmez. Geleneğin kendisine sunmuş olduğu hazır kalıpları kullanır. Bu kalıplar zaman içerisinde değişimi kendi içerisinde barındırmaktadır. Bu tabii bir süreç olarak gerçekleşir. Ancak bazı dönemlerde geleneklere yönelik olarak yoğun bir yok etme çabasının sergilendiği görülür. Bu durum cemiyeti oluşturan bağların zayıflamasına yol açmaktadır. Bu gerçeği bilen bölücü ve yıkıcı ideolojiler evvela bir milleti oluşturan gelenekleri ortadan kaldırmaya çalışmışlardır ve çalışmaktadırlar. Bazen bu aydınlar tarafından bir hata olarak da uygulanmaktadır. Halbuki gelenekler millet dediğimiz binayı meydana getiren tuğlalardır. Erol Güngör’ün de belirttiği gibi, binanın herhangi bir yerinden gereksiz görülerek sökülen bir taşın, binanın neresinde yıkıntıya sebep olacağını kestirmek güçtür. Hele binayı yıkıp yeniden inşasını düşünmek büyük hatadır. Bu sebeple geleneklere iradî müdahalelerde bulunmak istenen neticeyi elde etmemizde bir yol değildir. Zira, müdahaleler karşısında gelenek karşı koyma gücüne sahiptir ve bunu her sağlıklı gelenekte görmek mümkündür. Esasında cemiyet hayatında keskin değişimleri ifade eden devrimlerden söz etmek mümkün değildir. Başka bir ifadeyle, cemiyette öyle sinema perdesinde görülen sahne değişimleri gibi ani ve keskin değişimler görmek mümkün değildir.
Bu çerçevede geleneklerde bayramlar müstesna bir yere sahiptir. Çünkü bayramlar milleti birbirine bağlayan, sosyal bütünleşmeyi temin eden en önemli müesseselerdir. Bir taraftan kökleri mazide, diğer taraftan yaşanıyor olması hasebiyle de kendisi bu gündedir. Millet hayatının sürekliliğini temin etmesinde güç ile de geleceğe hitap etmektedir.
Bir milleti millet yapan özellik, sevinçte ve tasada fertlerin hep birlikte olmalarıdır. Hep birlikte ağlamak ve hep birlikte gülmek milliyet bağlarının oluşması ve güçlenmesinde en önemli faktörlerden biridir. Bu bir kader birliğidir. İşte bayramlar bunun, sevinçte birlik boyutunun bir ifadesidir. Birlikte olmak kederi dağıtmakta iken, sevinci arttırmaktadır. Başka bir ifadeyle keder paylaştıkça azalırken, sevinç paylaştıkça çağlayanlar gibi coşmakta ve artmaktadır. Bu sebeple millî birlik ve bütünlüğü bozmaya yönelik faaliyetlerde en çok müracaat edilen metotlardan biri, tamamen birlik ve beraberliğe yönelik olan bayram gibi geleneklerin içerisine tefrika sokmaktır. Halbuki koca Akif’in çok güzel ifade ettiği gibi:
Girmeden tefrika bir millete düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.
O halde bayram bir bütünleşme, sevgi ve dayanışma ves lesidir. Öyle ki bayram, halayların bir başka çekildiği gündür, insanların birbirlerini yüreklerine sardıkları gündür, zılgıtların hoş sadâ ile çekildiği gündür. Bu günde muhabbet yüreklerden taşar; ses olur, nefes olur, bedende hareket olur. Kırgınlık, husumet, acı ve göz yaşı elbiseleri bedenden çıkarılır, muhabbetin ateşine atılır. Pir Sultan Abdal bu hakikati şu mısralarla dile getirmektedir:
Âşık olan canlar bu gün gelürler
Sultan Nevruz günü birlik olurlar
Hallâk-ı cihanda ziya olurlar
Himmeti erince Nevruz Sultan’ın.
Bayramları genel olarak ferdî, dinî ve millî bayramlar olmak üzere üç ana kategoride toplayabiliriz. Ferdî bayramlar arasında çocuğun doğması, sünnet düğünü ve evlenme sayılabilir. Dinî bayramlar özünü dinden alan, cemiyetin tamamına mal olmuş bayramlardır. Bunların dışında, milletin hayatından, hayat felsefesinden, vicdanından doğmuş bayramlarla tabiatın değişmesinden kaynaklanan, cemiyete mal olmuş millî bayramlar vardır.[1] Bu çerçevede Nevruz bu sonuncu sınıflandırmanın içerisine koyabileceğimiz bir bayramdır. Ancak bu bayramı bazı düşünürlerin ifade ettiği gibi sadece tabiatla olan ilişkileri ifade etmesi açısından ele almak, bu binlerce yıllık geleneği anlamada ve anlatmada eksik olur. Çünkü Nevruz, bazıları birbirinden farklı ve bazıları da ilişkili olmak üzere bir çok sebeple kutlanmaktadır. Öyle ki bu kutlu gün:
· Türkler’in Ergenekon’dan çıktıkları gündür. Bu bakımda beşbin yıldan beri bütün Türk dünyasında kutlanır.
· Hz. Ali’nin doğum günüdür.
· Hz. Muhammed’in Peygamberlik hil’atını giydiği gündür.
· Hz. Ali’nin hilafete çıktığı gündür.
· Hz. Nuh’un gemisinin karaya oturduğu gündür.
· Baharın girdiği ilk gündür.
· Hz. Adem’in yaratıldığı gündür.
· Türklerin kışlaklardan yaylaklara göç ettikleri gündür.[2]
Bu ve benzeri sebepleri çoğaltmak mümkündür. Buradaki çeşitliliğe bakarak, bunun bir kültür mozayiğinin ürünü olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü bu, geçmişi bilinebilen kadarıyla beşbin yıla dayanan bir gelenektir. Dolayısıyla da farklı zaman ve mekânlardaki Türk kültürünün müşterek kalıbıdır. Bütün bu özellikleriyle de kültür mozayiği değil, kültür zenginliğinin ifadesidir. Zaman içerisinde farklı manalar yüklenerek kutlanan Nevruz, kutlamada bu gün böyle zengin bir sebepler silsilesine sahiptir. Bir bahar meltemi gibi geçmişten bu güne akıp gelmiştir. Geçmiş olduğu bu uzun yolculukta, her andan ve her candan bir demet Nevruz getirmiştir. Bize bir çiçek bahçesi sunmuştur. Bu bahçeye gönlümüzden yeni renkler katarak gelecek nesillere hediye etmek de bu günkü neslin vazifesidir. Bu bahçede diken ve iğreti otlara yer olmadığı bilinmeli ve bunlardan sürekli ayıklanmalı, renk cümbüşü bozulmamalıdır.
Nevruz, gelenekle yeninin buluşmasıdır. “Yeni” olan gelenekle kutlanmaktadır. Çünkü Nevruz “yeni gün”dür. Bu özelliği ile kendisini eskilerden ayırmakta, gelenekten aldığı güçle de, toprağa atılan tohumlar gibi, geleceğe yeni umutlar atılmaktadır. Tabiatın yeşermesi gibi, umutlarda da çiçeklenmeler gözlenmektedir. Dağlardaki karın erimesi gibi, sevgi güneşi ile gönüllerdeki buz erimekte, yüzlerde, yüzlerce gül açmaktadır. Tabiattaki ısınma ile birlikte, Nevruz bayramı toplanan insanların birbirlerine olan muhabbetleri de ateşlenmekte, böylece sosyal bütünleşmenin sevgi temelleri bir kere daha, aynı mana dairesindeki havayı soluyarak atılmaktadır.
Nevruz, Türklerin İslâmı içlerine sindirmiş olduklarının bir ifadesidir. İslâmla müşerref olaya müteakip, Nevruz bayramına verilen İslâmî manâlar bunun bir ifadesidir. Onun içinde dine saygıyı bulmak mümkün olduğu gibi, Türk’ün geleneklerinin zaman içindeki gelişimine bağlı olarak, her bir geleneğine mana zenginliği katmadaki maharetini de görmek mümkündür.
Nevruz, Türklerin hürriyet ve istiklâl aşkının bayramıdır. Asla esareti kabul etmemiş olan Türklere, Ergenekon’da demirden dağları eritmeye sevk eden güç budur. İşte 21 Marta tekabül eden, Ergenekon’dan çıkış günü cihan hakimiyeti mefkûresinin tekrar hayata tatbik edilmesinin başlangıcını ifade etmektedir. Asla devletsiz yaşanmayacağının bir ifadesidir. Türk gücünün, kutlu devletinin inşasının günüdür.
Nevruz bayramının tabiatla birleşmesi, siyasî hürriyette olduğu gibi, sosyal hürriyete de gösterilen ihtimamdır. Tabiatın kara kışla faaliyet sahasını kısıtladığı Türk’ün, bu esaretten kurtulmasının bir ifadesidir. Karacaoğlan’da şiirleştiği gibi, o gün gelince artık durmak mümkün değildir:
Erisin dağların karı erisin
İniş seli düz ovayı bürüsün
Türkmen ili yaylasına yürüsün
Ak kuzular melesin de gidelim.
Bu hürriyeti sağlayan bir mevsim olan bahara Sultan denilmesinin sebebi burada açığa çıkmaktadır. Dolayısıyla Nevruz “sultan”dır. Baharın bu şekilde sultanlığı edebiyatımızda sıklıkla işlenmiştir. Bilhassa burada kış ile baharı savaştırılmak, edebiyatımızda adeta bir gelenek halini almıştır. Buna göre kış zalimdir, tabiattaki bütün bitkiler ve çiçekler onun zulmü altında ezilmektedir. İşte Bahar Sultan bu zâlime savaş açar ve yapmış olduğu mücadelesinde haklı olarak şanını korur. O, başına taktığı çiçeklerden tacıyla, savaşın galibi olarak, makamında sultanlığına devam eder. İşte bu hikâyelerden biri Bursalı Lamii Çelebi tarafından kaleme alınmıştır:
“… Bahar Sultanın kış şehriyarıyla savaşmaya niyetli olduğu duyulur duyulmaz herkes saklandığı köşeden çıkarak onun bayrağı altında toplanır. Meydan ağzına kadar çiçeklerden ve çeşitli bitkilerden askerlerle dolmuştur…
Bahar Sultanın görkemli ordusu ilerlemeye başlar. Çemen, piyadelerini yeşil bir deniz gibi öne sürmüş ve kol kol lâlelerle, şakayıklarla,yapraklarla takviye etmiştir. Nergis, nesteren ve yasemin, yeniçerilerini görülmedik silahlarla donatmıştır. Parlaklığını güneşten alan nilüfer, altın tolgalar giyerek alaylar bağlar, cihan sanki altına boğulur. Gök renkli menekşe dizi dizi saflar çeker, sanki yer göğe boyanır… Gül bahçeleri goncelerden la’l renkli miğferler giyerler, yıldızlar gibi süsler gösterip bayraklarını kaldırırlar. Ve zorlu bir savaş… Bahar sultan görkemli bir zafer kazanarak kış şehriyarını ülkesinden sürüp çıkarır.”[3]
Tabiatla olan ilişkideki farklılaşmaya paralel olarak, Nevruz bayramı da mana kaybına uğramaktadır. İnsanların tabiata sahip olma hırsları, tabiatı insana küstürmektedir. İnsanoğlu her geçen gün artmakta olan bir ivme ile, tabiatla arasına kalın duvarlar örmekte, beton üstüne beton dökmektedir. Halbuki tabiatla iç içe yaşayan ecdadımız, onun sıcağını da soğuğunu da ellerinde ve yüreğinde hissetmiştir. Bülbülün nağmelerini, gülün nazını duymuş ve görmüştür. Acılarını ve kederini dağlarla dağlamış, bülbül ile ağlamış, gül ile gülmüştür.
Tabiatın insanın gaddarlığına terkedildiği bugünün dünyasında, tabiattaki değişimleri esas alarak yapılan kutlama, insana tabiat karşısındaki sorumluluğunu ve gelecek nesillerin de hakkının korunması gerektiğini hatırlatacaktır. Tabiatın, Allah’ın emriyle insana bahşettiklerine bir şükran ve vefa borcunun da ifadesi olacaktır. Bir emanet olarak gelecek nesillere, geliştirmek bir yana hiç olmazsa muhafaza etmek suretiyle devretme lüzumu hissettirecektir.
Netice itibariyle Nevruz, millî hudutlarımızın dışına taşan, Ana Yurttan Ata Yurda bütün Türklük âleminin müşterek bayramıdır. Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan ve diğer Türk vatanlarında nevruz, aşkla kutlanmaktadır. Dolayısıyla Nevruz’un bir bayram olarak tarihte ve bugün bütün Türklük âlemince kutlanması, kutlamaların zengin bir muhtevaya sahip olmasını ve kültürel köprülerin sağlam tutulmasını sağlamıştır. Bu büyük âlemde zengin bir nevruz edebiyatı gelişmiştir. Kutlamalar sanatın her dalında sergilenmiştir. Yine sporda nevruza has oyunlar tertip edilmiştir. O güne has şiirler söylenmiş, türküler yakılmıştır. Bütün bu faaliyetlerde güç, zerâfet, sanat ve eğlence aynı anda serviler gibi göğe doğru boy vermiştir.
Nevruz bir yeniden uyanış bayramıdır. Bu bir diriliş değildir. Çünkü, diriliş ölüm sonrası iken bu geçici bir uykunun sonucudur. Öyle ki uykuda dahi bahara hazırlık vardır. Kendi içinde, içten içe bir çalışma gizlidir. O anda, uyandığında gerçekleştirmek üzere rüyalar görülür, uyanışta rüyalar hayâle, faaliyete geçince hedefe, ve en nihayet kutlu hakikâte dönüşür.
www.alewiten.com, 17.4.2003
[1]Ögel, B.: Türk Millî Bütünlüğü İçinde Doğu Anadolu, Ankara 1992: 119-120.
[2] Makas, Z.: Türk Millî Kültüründe Nevruz. İstanbul 1957: 82-86.
[3] Ayvazoğlu, B.: Güller Kitabı, Türk Çiçek Kültürü Üzerine Bir Deneme. İstanbul 1992: 30-32.