Ana Sayfa 1998-2012 Tehlikeli bir neo liberal safsata

Tehlikeli bir neo liberal safsata

TÜRKİYE’nin son 10 yıl içinde art arda yaşadığı ekonomik krizler ve özellikle bu krizlerin en ağırı olan Şubat 2001 krizinde “milliyetçi” kadroların iktidar mevkiinde oturuyor oluşları, Türkçü / milliyetçi çevrelerde kimi isimlerin nicedir yapılması gereken bazı sorgulamaları nihayet başlatmalarına vesile oldu. Sorgulanan şeylerden biri de halen yeterince yüksek sesle ve sağlam bir içerikle tartışılamıyor olsa da neredeyse 20 yıldır milletin ensesinde her an inmeye hazır bir sopa gibi sallanan, kimi çevrelerce adeta ilâhî / sorgulanamaz / tartışılamaz bir mutlak hakikat gibi algılanan / algılattırılmaya çalışılan “piyasa ekonomisi”dir. “Piyasa ekonomisi” denilen iktisadî sistemin sorgulanmaya başlamasının – hadi daha açık bir ifadeyle söyleyelim- milletin, birilerinin sürekli piyasa diye bir sopayı kafasına kafasına indirmek suretiyle kendisini terbiye etmeye çalıştığının farkına varıp “yahu bu işte bir terslik var galiba” demesinin ardından piyasacı ideologlar ve onların gönüllü amigolarında da ciddî rahatsızlık alâmetleri zuhur etti. Âdeta “aman ha maymunun gözü açılmasın” telâşı sergileyen kimi çevreler çoğu zaman nezaket sınırlarını da zorlamak pahasına “piyasa” denilen putu sorgulayan herkesi cehaletle suçluyor, “bilmiyorsunuz, anlamıyorsunuz, bari susun” ekabirliğinin arkasına sığınarak gün kadar açık bir takım gerçekleri karartmaya çalışıyor ve muhataplarının sorgulamayı bırakmadığını gördüklerinde de belden aşağıya vurmakta hiçbir beis görmeksizin, soğuk savaş dönemi sloganları atmaya başlıyorlar. Oysa geçmişte kendisini hangi kampta tanımlamış olursa olsun, millî hassasiyetlere ve millî haysiyete sahip olan herkesin, Türkiye ve dünyada meydana gelen ekonomik / siyasal / askerî gelişmeler karşısında geçmişte benimsedikleri ideolojik önermeleri, bilinçli ya da bilinçsiz olarak alınan siyasal tavırları, bunların bugün geldiğimiz noktadaki sorumluluk payını ve en önemlisi bugün nasıl bir duruş sergilenmesi gerektiğini sorgulaması kaçınılmazdır. Millet ve kendi adına bu sorgulamadan kaçanlar veya bu sorgulamanın yapılmasını şu ya da bu biçimde engellemeye çalışanlar ya Türk milletine karşı art niyet sahibidirler ya da kişisel / zihinsel konforlarını yitirmemek için “fikir namusu” denilen mefhumu yok sayarak vicdanlarını karartmakta beis görmüyor olmalıdırlar.

- Reklam -

Türkçü çevrelerin önemli yayın organlarından biri olan Orkun’da da söz konusu sorgulamaya dönük yazıların, tartışmaların hattâ polemiklerin yayınlanmaya başlamış olması ümit verici bir gelişmedir. İzleyebildiğim kadarıyla şimdilik belirli bir sistematik bütünlükten yoksun olarak yürütülse de bu türden tartışmaların Türkçüler arasında da yaşanmaya başlamasının çok önemli bir gelişme olduğuna inanıyor ve zaman içinde giderek daha ufuk açıcı bir niteliğe bürünmesini ümit ediyorum. Zira Türkçüler daha 90’lı yılların başında “Yeni Dünya Düzeni” ve “Globalizm” lâfları ilk edilmeye başladığında yapılması gereken bir işi bu kadar ertelememiş, göz ardı etmemiş olsalardı art arda gelen makus gelişmelerden kaçınabilmek belki de mümkün olabilirdi, çok önceleri ulaşılması gereken ideolojik ve siyasal netliğe kavuşulabilirlerdi diye düşünüyorum.

Orkun’un 65. sayısında yayınlanan “Doğu İhmal Edildi Safsatası” başlıklı yazıyı da bu anlayış içinde okudum.

Amacım, kimseye saygısızlık etmek ya da kısır bir polemik içine girmek değil. Ancak, genç Türkçülere yol göstermek iddiasında olan bir yazının gösterdiği yolun yanlış ve tehlikeli olduğunu düşünmem, söz konusu yazıya dair birkaç cümle etmeyi kaçınılmaz hâle getirdi. Bu nedenle söz konusu yazının sayın sahibinin anlayışına sığınarak aydınlatılmaya muhtaç olduğuna inandığım bazı hususları tekrardan dikkatlere sunmakta fayda görüyorum.

“Safsata” kelimesi TDK sözlüğünde, “boş, temelsiz, asılsız söz” diye tanımlanmış.

“Doğu ihmâl edildi safsatası” cümlesinin sahibi olan sayın yazar da zaten yazısında Türkiye’nin Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinin ihmâl edildiği iddiasının aslında boş ve temelsiz bir sözden ibaret olduğunu kanıtlayacağını ileri sürüyor. Ayrıca sayın yazar, yazısına bir de not düşerek “ABD ve AB gibi güçlü ekonomiler karşısında Türkiye’nin boykot gücü yoktur ve hattâ sonu felâket olur, fikrimin arkasındayım. Tabiî ki bu fikrin antitezi, ‘Türkiye’nin yabancı malları boykot gücü vardır’ şeklinde ve bunun ispatı olmalıydı.” ifadeleriyle bize bir fikre itiraz edeceksek nasıl düşünmemiz gerektiği hususunda da yol gösteriyor. Sayın yazarın yukarda gösterdiği mantık yürütme biçimine aynen sadık kalacak olursak “Doğu ihmâl edildi” fikrinin antitezi de “Doğu ihmâl ed dilmedi” şeklinde olmalıdır ve dolayısıyla “Doğu ihmâl edildi” fikrini çürütecek, safsata / boş, asılsız, temelsiz söz olarak nitelendirecek kimsenin “Doğunun ihmâl edilmediğini” ispatlaması gerekir. Oysa genç Türkçülere yol göstericilik iddiasında olan yazısı boyunca sayın yazar, bize doğunun ihmâl edilmediğini değil de neden ihmâl edildiğini anlatıyor. Yani yazısının içerdiği fikri sayın yazarın affına sığınarak özetleyecek olursak; “Evet doğu ihmâl edildi ama bu ihmâlde bir kasıt falan yoktur. İhmal edilmek bu coğrafyanın kaderidir. Çünkü bu coğrafyaya yatırım yapmak yeterince kârlı değildir ve aklı başında hiçbir iş adamı buraya yatırım yapmaz. Aksine bir davranış biçimi ekonominin esas kurallarından biri olan ‘say-ı ekal’ kuralına aykırı hareket etmek demektir.” diyor.

Şimdi sayın yazar ve onunla aynı fikri, aynı ekonomik zihniyeti taşıyanlara / paylaşanlara bazı soruların sorulması gerekiyor.

- Reklam -

Coğrafî konumun bir bölgenin geri kalmışlığında temel faktör olduğunu ve olmaya devam edeceğini ileri sürüyorsunuz. Peki bu coğrafyada yaşayan insanlara ve onların da insanca yaşamak hakkı olduğuna inananlara tavsiyeniz nedir? Yani bu insanların karınlarını doyurmak ve medeniyetin diğer nimetlerinden yararlanabilmek için kaderlerine boyun bükmek dışında yapabilecekleri bir şey yok mudur?

Varsayalım ki şu “say-ı ekal” kuralı ekonominin karşı konulamaz / vazgeçilmez ilkelerinden biridir ve Kars’ın, Hakkari’nin, Elazığ’ın, Batman’ın v.s. geri kalmışlığı bu yasanın doğal sonucudur. Peki aynı mantıkla, yoksullukta ve geri kalmışlıkta Hakkari’den hiç de farkı olmayan Türkiye’nin batısındaki yerleşim yerlerini nasıl açıklayacaksınız? Yolu, suyu, doktoru, ebesi, öğretmeni v.s olmayan yüzlerce Orta / Batı / Kuzey / Güney Anadolu köyünü, kazasını hattâ ilçesini şu meşhur “say-ı ekal” yasasının neresine oturtacaksınız.? Varsayalım ki “say-ı ekal” haklıdır, kolu Digor’a, Çemişgezek’e, Doğu Beyazıt’a ulaşmıyor ve biz bunu bir kader olarak kabul etmeliyiz!? İyi de “say-ı ekal” hazretleri hiç olmazsa Ege’nin, Karadeniz’in, Toroslar’ın, Orta Anadolu bozkırının insanına bir el uzatsa olmaz mı?!

Evet, kapitalist ekonominin doğal yasalarından biri sermaye sahibi açısından “asgarî maliyetle, azamî kâra ulaşmak”tır. Ancak insanoğlu için hayat yalnızca ekonomiden ibaret bir şey değildir. İnsanoğlu iktisadî faaliyet sürdüren bir varlık olmasının yanında aynı zamanda sosyal, kültürel, psikolojik ve ahlâkî boyutları da olan bir canlıdır. İnsan varlığının bu boyutlarını görmezden gelip “ekonominin doğal yasaları efendim” edebiyatı yapmak, bütün hayatı ekonominin egemenliği altına, ekonomiyi de birilerinin egemenliği altına almasını meşrulaştırmanın ötesinde hiçbir geçerliliği olmayan, (asla bilim falan da olmayan) en fazla ideoloji payesini hak edebilecek bir lâf kalabalığıdır. Bütün hayatı kapitalist sermaye sahibinin motivasyonlarıyla, içgüdüleriyle, temel dürtü ve tercihleriyle açıklamaya kalkmak mümkün müdür? Meselâ bu bakış açısıyla insan kalabalıklarının milletleşme, milletlerin de devletleşme süreçlerinde sergiledikleri iktisadî davranış biçimlerini açıklayamazsınız. Yine aynı şekilde, ister Hristiyan inançlı bir Gagavuz veya Çuvaş, ister Musevî inançlı bir Çala veya Karaim, ister Müslüman inançlı bir Kırgız, Özbek, Kazak, Tatar veya Türkmen olun bu bakış açısıyla ne Musa’yı ne İsa’yı ne de Muhammet Mustafa’yı makul bir yere oturtamazsınız. Yeryüzündeki hemen hemen bütün dinlerde ortak nokta olan “kardeşinin sefaletine rağmen sefahat içinde olanın kınanması” ilkesini ve bu ilkenin binlerce yıldır insan toplumlarının en önemli moral değerlerinden birini teşkil ettiğini göz ardı etmeksizin söz konusu bakış açısını meşrulaştıramazsınız.

Türkiye’nin yıllardır ağır bedeller ödemek pahasına mücadele ettiği bölücü terörün tek ve temel nedeni şüphesiz ki “ekonomik geri kalmışlık” değildir. Eğer öyle olsaydı, en az Hakkari köylüleri kadar yoksul olan başka bölgelerin insanlarının da (meselâ Toros köylülerinin de) teröre başvurması gerekirdi. Bölücü terörün ve ayrılıkçı hareketlerin yükselişinin arkasında “ekonomik geri kalmışlıktan” çok daha önemli ve çok daha karmaşık bir dizi faktör olduğu da açıktır. Aksi takdirde aş iş bulamayan insanların silâhı nasıl bulduğunu da açıklayamazsınız. Ancak bu gerçekleri ifade etmek, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun ihmâl edilişine, “sermaye sahiplerinin asgarî maliyetle azamî kâr elde etme güdüsü”nü ileri sürerek buram buram ideoloji kokan bir ekonomik kılıf uydurmaya kalkışmayı da meşru kılmaz sanırım. Türkiye’nin herhangi bir bölgesinin ekonomik açıdan rasyonel üretim şartlarını taşımadığını ileri süren bir zihniyet, üç beş TÜSİAD patronunu memnun ederek onların davranış biçimlerine belki meşruiyet kazandırabilir, ancak memleketin hiçbir sorununa çözüm bulamaz. Bir coğrafyanın vatan kılınmasında toprağa dökülen kan kadar önemli bir başka şey de o toprağa akıtılan alın teridir ve büyük milletler vatanlarını önce kanla sonra alın teriyle sularlar.

Genç Türkçülere yol göstermek iddiasında olanların, ekonomik gerçekleri dile getirdiğini ileri sürenlerin ve Orkun’un her sayısında en az iki tane hamasî olmayan bilimsel ekonomik yazı yayınlanmasını isteyenlerin kendi mantıklarına ve ideolojik önermelerine sadık kalarak şu sorulara da cevap vermeleri gerekir:

- Reklam -

Bilindiği gibi bir malın pazara sunum fiyatının belirlenmesinde önemli girdilerden biri “nakliye maliyeti”dir. Türkiye’yi idare edenler, cumhuriyetin ilk döneminde kararlı bir biçimde uygulanan ve “demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan” şeklinde marşlaştırılan ulaşım / alt yapı politikasını hangi rasyonel gerekçelerle değiştirmişlerdir?! Demiryolları politikası değiştirilerek, Türkiye’nin zaten üretim açısından kıt olan kaynaklarının önemli bir kısmının yabancı petrol şirketlerine akmasını sağlayacak karayolu taşımacılığı tercihi yapılırken şu “say-ı ekal” hazretleri neden devreye girmemiştir?! Doğuya yatırım yapacak kadar enayi olmayan sermaye sahiplerimiz, iktidara sahip olanlara dönüp de neden “Zaten ülkemizde sermaye birikimi çok sınırlı, eğer kapitalist yoldan kalkınacaksak bu sınırlı sermaye birikimini ve eldeki kaynaklarımızı çok iyi değerlendirmeliyiz. Demiryolu taşımacılığı ucuz, hızlı ve daha emniyetli, üstelik dış bağımlılık gerektirmiyor. Bu petrol şirketlerine ve onların hükmettiği devletlere elini veren kolunu kaptırır, kısa bir süre sonra bağımsızlığımız da tehlikeye girer. Hangi akla hizmet politika değiştiriyorsunuz? Gelin demir yollarımızı geliştirin, yabancı petrol şirketlerine akıtacağınız kaynakları da bize ucuz kredi olarak verin, şu memleketin dört bir yanını mamur edelim.” dememişlerdir?! Şu “say-ı ekal” hazretleri kendi vatanını ve kendi insanını kalkındırmaya gelince devreye girmektedir de, yabancıların çıkarlarına hizmet edecek işler yapılmaya başlandığında tatile mi çıkmaktadır?!

Türkiye, Van’ından İstanbul’una 72 saatte mal taşınabilen bir ülke olmak yerine, saatte 300 km. hız yapan trenlerle 7-8 saatte mal sevk edilebilen bir ülke olsaydı, doğunun hâli yine aynı olur muydu? Örneğin hayvancılık açısından son derece mümbit hale getirilebilecek bu coğrafyanın kaderi, orayı her şeye ve herkese rağmen vatan kılmak inanç ve iradesine sahip insanların elinde olsaydı yine de aynı yoksulluk ve yoksunluk içinde mi kalırdı?! Bugün İzmir’deki Pınar entegre tesisleri ürettiği malı, iç piyasadaki en büyük tüketici konumunda olan İstanbul’a asgarî 8 saatte ulaştırabilir. Ege köylüsü de zeytin üretmeyi bırakıp, Pınar’a işçi olarak kapağı atmanın yollarını düşünür. Tunceli yaylalarında otlayan hayvanların etini sütünü mamul hâle getirip bugünkü nakliye maliyetlerinden çok daha ucuza İstanbul’a 8 saatte, Mersin limanına 6 saatte ulaştırabileceğinizi bilseydiniz, üstelik kullanacağınız enerjiyi Keban barajına daha yakın, dolayısıyla devlet açısından daha az maliyet gerektiren bir bölgeyi seçtiğiniz gerekçesiyle daha ucuza alabilseydiniz yine yatırımınızı İzmir’de mi yapardınız?!

Bu, işin sermaye açısından boyutu. Bir de bölge insanı ve devlet açısından sorulması gereken sorular var elbette.

Keban barajında üretilen elektrik İstanbul’daki Laila’yı ya da “Atlı Köşk”ü aydınlattığı gibi Digor’un köylerini de aydınlatabilseydi, Adana’ya 1, Ankara’ya 3, Antalya’ya 5 saatte ulaşabilseydiniz, kaybetmekten korkacağınız adam gibi bir işiniz, bir sosyal statünüz, daha iyi bir gelecek sağlamak için çırpındığınız çoluk çocuğunuz olsaydı kulağınıza fısıldanan ayrılıkçı sloganları ve bu sloganları atanları ciddîye alır mıydınız? Vatandaşı olduğunuz devlet üç beş haramzadeye her hafta 1 milyar dolar faiz ödemek yerine şu yıllardır süründürdüğü GAP Projesini tamamlamayı başarabilseydi önce toprağınızı İsrailli iş adamlarına satar sonra da paralar suyunu çekince ölmek için dağlara çıkar mıydınız?

En çok vergi veren ya da en çok ihracat yapan, ülkenizin en önemli işletmelerinden bir bölümü o bölgede olsaydı, Eruh ve Şemdinli baskınlarından sonra ve ardından gelen yıllar boyunca yapıldığı gibi “üç beş eşkıya canım, önemli değil” edebiyatı yapar mıydınız / yapabilir miydiniz? Yoksa istihbarat teşkilâtlarınız, güvenlik güçleriniz ve elbette politikacılarınız olaya çok daha farklı bir boyuttan ve çok daha ciddiyetle bakmayı mı tercih ederlerdi?!

Sanırım daha fazla uzatmaya, uygulanan maden politikalarından, tarım politikalarından ve benzerlerinden örnekler vermeye gerek yok! Yalnızca Türkiye’nin ulaşım ve alt yapı politikasıyla ilgili olarak geçmişte yapılmış temel tercih üzerine kafa yormak bile sağduyu sahibi insanlar için yeterince ibret vesilesidir!

Açıkça ifade edelim…Türkiye, kimi gaflet, kimi dalâlet, kimi ise hıyanet içindeki iktidar sahipleri marifetiyle uygulanan, ülke gerçekleri yerine uluslar arası güç odakları tarafından belirlenen bir dizi yanlış ekonomik / sosyal / kültürel politika sonucu coğrafyasının bir bölümünde ciddî sıkıntı yaşamaktadır. Çekilmiş bunca acı, ödenmiş bunca bedel varken, ülkesini seven insanların, özellikle ve en başta da Türkçülerin sağ duyu ve salim akılla yaşananları tekrar tekrar sorgulaması, yeniden değerlendirmesi ve meseleye sağlıklı bir çözüm bulabilmek için kafa yorması asla ihmâl edilmemesi gereken bir görevdir.

Türkçülerin ihmâl edilmemesi gereken bir görevi daha vardır; Vatanın herhangi bir parçasıyla ilgili olarak “ zaten bu bölge ekonomik açıdan işe yaramaz bir coğrafyadır” mânâsına gelecek bir takım lâflar edildiğinde de her zamankinden daha uyanık olmak… Aksi takdirde kuzu kılığına bürünmüş birilerinin gelip dün türküsünü dinlediğiniz, halayını çektiğiniz, kekiğini kokladığınız (üstelik iddia edilenin aksine son derece değerli) bir coğrafyayı elinizden alması mukadderat hâlini alabilir.

Genç Türkçülere yol göstermek adına yazıp çizdiğini iddia edenlerin cümlelerini seçerken biraz daha dikkatli olmalarında kanımca fayda vardır. Çünkü çoğu zaman cümlelerinizin nasıl anlaşılabileceği sizin neyi anlatmak istediğinizden daha önemli olabilir ve sizin asla varmak istemeyeceğiniz kimi sonuçları doğurabilir. Üzerinde düşünülmüş müdür bilmiyorum ama, Türkiye şunca tazyike rağmen hâlen bölünmemişse bunun en önemli sebebi belki de o cahilce bulunan “adamlar haklı, biz de o bölgeye hiç yatırım yapmamışız” cümlesinde saklı duran sahip çıkma / her şeye rağmen kardeş görme / kendinden bilme bilincidir.

Genç sayılabilecek bir Türkçü olarak, markete gittiğimde Amerikan sermayeli bir deterjan yerine meselâ Tarişmatik almamın, çocuklarımı McDonald’s’a götürmememin ya da Coca Cola yerine Kolaturka içmemin Türkiye’yi neden felâkete sürükleyeceğini kavrayamayacak kadar basiretten yoksun olabilirim!!! Neo liberal önermelerle Türkçülüğün nasıl bir arada var olabildiğini, Avrupa Birliği’ne üye olmayı savunurken nasıl milliyetçi de kalınabildiğini, aynı anda hem küreselleşmeci hem de Turancı nasıl olunabildiğini anlayamayacak kadar zekâya sahip de olmayabilirim!!! Ama ortalık yerde birileri sefahat içinde yaşarken, birileri diz boyu sefalet çekiyorsa bu işte bir terslik olduğunu göremeyecek kadar kör de değilim. Benim açımdan hiçbir edebiyat ya da “say-ı ekal” nutuğunun bu manzara ortadan kalmadıkça lâf ü güzaftan öte bir anlamı yoktur.

Savundukları tezler bana ne kadar ters gelirse gelsin, Türklük ve Türkçülük adına fikir üretmeye çalışan herkesi ciddîye alabilir, görüşlerini, tavsiyelerini hattâ nasihatlarını dinleyebilirim. (Bunun için muhatabın benden yaşlı olması falan da gerekmez!!) Yeter ki ideolojik önceliklerinin ne olduğunu bilebileyim ve Türklük ya da Türkçülük adına konuşurken iyi niyet taşıdıklarından emin olabileyim. İtiraf etmeliyim ki fikir ileriye sürdüğünü iddia ederken “saçmalıyorsunuz”, “safsata üretiyorsunuz”, “cahilce konuşuyorsunuz” gibi neresinin fikir olduğu pek anlaşılamayan cümleler kuranların, iyi niyetlerinden de, ideolojik önceliklerinden de emin olamıyorum.

Bu nedenle genç Türkçülere yol göstermek iddiasındaki büyüklerimizin illâ ki ekonomiden bahsedeceklerse, Türkçülük adına ucu nereye varacağı belli olmayan tehlikeli eksantriklikler sergilemek ya da Orkun sayfalarında “Ekodiyalog” birikimi ve “Ekodiyalog” üslûbuyla neo liberal sloganlar atmak yerine, oturup ciddî verilere, rakamlara, istatistiklere dayalı makaleler kaleme almalarında yarar vardır diye düşünüyorum. (Meselâ “IMF’nin Türkiye’yi batırmaya çalıştığını düşünenler saçmalıyor” demek yerine bir dahaki yazılarında IMF programlarıyla kurtulmuş ve istikrara kavuşmuş ülkelerin bir listesini vermeye çalışmaları şahsen beni çok mutlu edecektir!)

Aksi takdirde genç Türkçülere yol göstermek için harcayacakları emek ve mesaiye sanırım yazık olur. Zira genç Türkçüler “gözü açılmadık sığırcık yavrusu” falan değillerdir ve kim safsata üretiyor, kim ülke gerçeğini ifade ediyor, ayırt edebilecek kadar hayatın içindedirler!
 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -