Ana Sayfa 1998-2012 ŞÜKÛFEZÂR, BOGOMİL VE TUNA HÜZNÜ

ŞÜKÛFEZÂR, BOGOMİL VE TUNA HÜZNÜ

Türk’e vahşet ve cinâyet kumaşı biçenlere gösterilecek nice nezâket, rikkât vesîkası arasında, Meclîs-i Şükûfe, ne kadar mânâlı bir hüccettir.

- Reklam -

Sultan IV. Mehmed Hân (1648-1687) zamânında, başta İstanbul olmak üzere, Mülk-i Osmânî’de yetiştirilen çiçeklerin morfolojisini incelemek, çiçek genetiğini ıslâh etmek ve bir çiçekçilik standardı koymak maksadıyla Meclîs-i Şükûfe (Çiçek Meclîsi) kurulmuştur.

Günümüzün anlayışı ile bir araştırma enstitüsü sayılabilecek bu Çiçek Encümeni, atalarımızın rûh asâletini âşikâr eden çok mühim adımlardan biridir.

Yine aynı şekilde, eli kalem tutan pek çok münevver, çiçek hakkında risâleler, kitaplar yazmayı, bu Dünyâ hayâtının icâbâtı arasında görmüştür. Kategori olarak şükûfenâme adını alan bu çiçek kitapları içinde, Mehmed Remzî Efendi’nin Mîzânü’l-Ezhâr ve Lâlezâr-ı Kadîm’i öne çıkmayı başarmış. Şükûfe Meclîsi hakkındaki etrâflı bilgiyi de, bu eserlerde bulmak mümkün.

Câmiler dâhil, umûmun kullandığı binâlara kuş evleri yapan, sokakta kalmış yaralı ve hasta hayvanlara yönelik vakıflar kuran, daha akla gelen, gelmeyen yığınla hususda hamiyet pınarları akıtan Türk milleti, hiç, insânî konularda kınanacak işleri yapabilir mi?

Tabiî ki, bize şeddeli iftirâlar atan kendini ve haddini bilmez takımına cevap vermek için, her şeyden önce kendimizi iyi tanımamız gerekiyor.

Vaktiyle –sözde büyük mîzâh yazarı- bir garîb kişi, «Türk milleti aptaldır.» dedi ve milletimizi temsîl etmeyen kalabalık aptal topluluğundan kuvvetli alkış aldı. Arada yine aynı tâlihsiz sözleri tekrarlayıp ibişliğe soyunanlara rastlıyoruz.

- Reklam -

Fâtih’in, karanfil koklarken çizilen portresi nasıl kılıça üstünlük sağlıyorsa, Meclîs-i Şükûfe de Dünyâ dağdağasına çiçek güzelliği ve inceliğinden bakıyor.

Kayı boyu erenlerinin Anadolu’nun –biri doğuda, diğeri batıda- iki ayağına Ahlat ve Söğüt dikerek basmaları, hikmet içre hikmettir, Meclîs-i Şükûfe’nin kurulduğu vatan, aslında bir şükûfezârdır. Çiçek sevenler, insanı daha çok severler…En nâdîde çiçeklerimiz ise, terddütsüz, çocuklarımızdır.

Çocuklarımıza vereceğimiz isimler, o kadar önemlidir ki, bunlara bakarak bir milletin hâl-i hâzırdaki psikoloji haritası rahatlıkla çıkarılabilir. Geleceğimiz demek olan evlâdımıza konacak isimler, bir ömür boyu taşınacak zannedilir ama bâzen taşıma süresi ömürlercedir.

Hayli reyting toplayan bir dizi filmdeki mimar Bennu Hanım’ı, bilhassa ilgi çekici isminden dolayı, akılda tuttuk. Hakikî hayatta da Bennu adını taşıyan medyatik isimler var.

Yalçın Küçük’ün 2007’de yayınladığı Caligula’da, Bennu’nun kelime mânâsı epilepsi, sar’a olarak veriliyor. Yine bu kitaba göre, Hammurabi Kânunları’nda:« Esir satın alındıktan sonra kendinde bir ay içinde bennu görülürse, satıcısına iâde edilir.» hükmü yer alıyor.

- Reklam -

Mânâsını bilmeden, sırf ses özellikleri ve de – gâliba en fazla – özenti yüzünden, sar’a demek olan bir kelimeyi, çocuğumuza ad yapıyoruz.

Aynı isim koyma züppeliğinin, dizi filme akseden yanı ise, daha koyu bir taklîdi ve satıhtan bakmayı işâret ediyor.

Dede Korkud Hikâyeleri’nden biri, Dirse Hân Oğlu Boğaç Hân’dır. Boğaç’ın şahsında, Türk milletinin bütün fertlerinin, nasıl ismiyle müsemmâ yaşadıklarını; taşıdıkları ada yaraşır olmanın, nice ferahlatıcı yanları bulunduğunu, hârikulâde bir üslûpla anlatan bu hikâye; mâlûm dizinin yapımcılarına mutlaka okutulmalı.

İnsan, yüce bir varlıktır. Bütün kâinât, onun emrine ve merâkına sunulmuştur. O yüzden, taşıyacağı ismin de, bu yüceliğe lâyık ve mütenâsib ölçüler içinde seçilmesi lâzımdır.

Karacaoğlan’ın bir şiirinde geçen:

Taş düştüğü yerde ağır.

tesbîti, ad koyma işinde de, aynı hükmü icrâ ediyor.

Her çeşit canlı, cansız varlığa verilecek isim, aslâ küçük düşürücü, aşağılayıcı olmamalıdır. Fakat insanı bu kâidenin dışına çekerek, ne idüğü belirsiz harf kümelerini, tam bir zıpçıktı anlayışıyla mâsûm çocuklarımıza taşıtmak, sosyolojik şizofreni emâresi sayılmaz mı?

Bu hususda da eski topraklardan öğreneceğimiz çok, ama çok şey var. Kulağa ezan okunarak konan isimlere hasret kaldık…

Julius Caesar’la aynı devirde yaşayan Mısır Kraliçesi Kleopatra; güzelliği, entrikaları ve siyâsî manevra vâsıtası olarak kullandığı kadınlığı ile adından hâlâ söz ettiriyor.

Batı medeniyetinin iki temel direği olan Roma ve Grek mitolojilerine dâimî stepne yapılan antik Mısır, kaynağı epeyi bul anık Kopt, Kıptî hüviyetiyle, bugünkü ahlâkî kaosu çağlar öncesinden hazırlamıştır.

Sarih bilgilere dayandırarak ve mit gömleği çıkarılarak, Kleopatra’nın sefîh ve esfel bir kadın olduğu, rahatlıkla söylenebilir. Zîrâ o; hem erkek kardeşleriyle evlenmiş, hem de Caesar ve Antonius’dan sıra hesâbı çocuk peydahlamıştır.

Shakespeare, Julius Caesar ile Antonius ve Kleopatra isimli piyeslerinde konuşturdu diye, entelektüel olmanın vecîbelerinden addedilen Kleopatra hayranlığı, ahlâkî duruşumuzun dumûra uğramasında bir hayli pay sâhibidir.

Aynı zamanda, intihar psikolojisinin de sembol isimlerinden olan Kleopatra; bütün Dünyâ’yı ve – maalesef – Türkiye’yi derinden sarsan canına kıyma senaryolarında, hep ilhâm kaynağı biline gelmiştir.

Kleopatra’yı, insanlık vicdânında ve ahlâk terâzisinde şişirilmiş daralarından sıyırarak tartmadıktan, bu Majeste Fâhişe’nin âdemiyet indinde mahkûm oluşunu görmedikten sonra, her türlü sapıklık başımıza tâc yapılır.

Türk milletinin, bu noktada son derecede dramatik durduğunu görüyoruz. Çünkü, öz târihini hakikî hâliyle öğrenme imkânından mahrûm olan Türk çocuğu, sipâriş üzre yazdırılmış mevcut kâğıt yığınlarına târih diye sarılmaktadır. Kendi benliğimize taban tabana zıt bu varak-pâreler, birçok intânî hastalık arasında Cleopatra Sendromu’nu da, eğitim faaliyetinin tabiatından saydırıp, dimâğlara zerk etmektedirler.

Ortada, ancak vodvil seviyesinde ciddiyet kazanan bir hayat tarzı var ve ha bire Türk insanına dayatılıyor. İşin garîbi, Osmanlı Sarayı’nın harem hayâtını karalayan, aforoz eden mâlûm çevreler, Kleopatra’yı ikonlaştırıp, ahlâksızlık mâbedine asıyorlar.

Kendi târihimizi kendimiz yazıncaya kadar, bu Kleopatra kepâzeliklerine katlanmak mecbûriyetindeyiz. Çâpük-süvâr olmanın zamanıdır…

Bu arada, dilimize yerleşmiş ve misâfirlikleri ev sâhipliğine dönüşmüş kelimelerin lâfta kalan yabancılığı gibi, kültür havuzumuza su olup akan bizim yabancıları da dâirenin içine raptetmek gerekiyor. Bunlardan biri, Albert Bobowsky (Ali Ufkî Dede)’dir. Sultan IV. Mehmed’in tercümanlığını yapmış bir Leh mühtedîsi olan ve Enderûn’da terbiye edilip yetiştirilen Ali Ufkî, Türkçenin yanı sıra Doğu ve Batı dillerinden bir çoğunu öğrenmiş; tercümeler yapmış; gramer, hâtırât, şiir türlerinde eserler kaleme almış; minyatürle uğraşmış, besteler vücûda getirmiş; santur virtüözü hezâr-fen bir Osmanlı münevveridir.

Ali Ufkî’nin en dikkate değer eseri, aslı Londra’da British Museum’de bulunan Mecmûa-i Sâz ü Söz adlı edvâr’ıdır. Klâsik Türk mûsıkîsinin kurallarını inceleyen akademik eserlere edvâr deniliyor. Ufkî Dede, ilk def’a klâsik ve halk mûsıkîsi tarzındaki Türk bestelerini Batı usûlü nota ile bu mecmûada tesbît etmiştir.

Sultan IV. Murad’a âit ve «Uyan ey gözlerim gafletden uyan!» diye başlayan meşhûr eviç ilâhi de bu edvârda yer almaktadır. Son zamanlarda, tasavvûfî mûsıkî programlarının –özellikle de Ahmet Özhan repertuarının – vazgeçilmez ilâhileri arasına giren bu eserin bestesinin, Ali Ufkî tarafından yapıldığı söyleniyor. Lâkin, güftekârı gibi, bestekârının da Türk hükümdârı olma ihtimâli uzak değil.

Türkçeye yapılan Kitâb-ı Mukaddes tercümesi ile Hz.Dâvûd’un on dört mezmûrunun İbrânîceden dilimize aktarılması ve nota ile tesbîti işleri hep Ali Ufkî imzâsını taşıyor.

Ayrıca, Lâtince kaleme alınan Türkçe Gramer, Fransızca yazılan Dialogues en Français et en Turc (Fransızca-Türkçe Mükâleme Kitabı) ile Çek filozofu Johann Amos Comenius’un Janna Linguarum Reserata Aurea (Dillerin Altın Kapısı) isimli eserinin Türkçeye kazandırılması, Albert Bobowsky’nin, nâm-ı diğer Ali Ufkî Dede’nin, 1675’lere tesâdüf eden vefâtından önce bitirdiği işler arasında yerlerini almışlar.

Kâtib Çelebî ve Ahmed Cevdet Paşa’ya mâden bakımından pek benzeyen Ufkî Dede, çalışma ve gayret disiplinini, ömür boyu elden bırakmamıştır.

Hayat hikâyesinde, elbette aslına rucû’ eden âmâli vardır.Lâkin, onun Türk san’at ve ilim hayâtına düşen gölgesi hep hayırla anılmayı hak edecek güzelliktedir. O, artık bizim Albert’imiz, yâni, Ali’miz olmuştur…Aliş’imiz demek, belki daha isâbetlidir.

Bogomil, Bulgarca bir kelime ve Allah dostu (Bog=Allah; mil=dost ) demek. Bu tâbir, hakkında çok söz söylenen bir Hristiyan mezhebinin de adı.

Filibe’de 10. yüzyılda kurulan Bogomil mezhebi, Hz. Îsâ’nın doğumundaki kudsiyeti ve insan sûretinde cisimleşmesini, vaftizi, kilisede yapılan âyinleri ve dinî rütbeleri kabûl etmiyordu.

Bogomil hareketi, Bulgar Çarı Boris ve Sırp Kralı Stepan Nemanja tarafından 13. yüzyılda şiddet kullanılarak, kanlı bir şekilde bastırıldı. Bundan sonra, bu mezhebin taraftarları, ağırlıklı olarak Bosna’da görülmeye başlandı.

Hristiyan akîdenin, dışı sayılabilecek kadar ucunda ve eğreti tarzda duran Bogomiller; Osmanlı’nın sıcak, mûnîs, adımlarla Bosna’ya getirdiği İslâm’a, çok kolay, isteyerek geçtiler.

Türk milletinin, Satuk Buğra Hân’ın meşhûr rûyâsını vesîle yaparak Gök Tanrı inancından Müslümanlığa geçişinde hangi âmiller rol oynadıysa; Bogomillerin Muhammedî elbîse giymelerinde de benzer psikoloji hâlleri görülmüştür. Hem Bogomil, hem de Gök Tanrı inancı, ibâdete dâir ritüelleri farklı olmakla berâber, özde İslâma yakın duruyorlardı.

Bosna’da, bir Boşnak mümin kitlesinin zuhûru, işte böylesine usâre benzerliği veyâ aynîyetinden güç, kuvvet alıyordu.

Bosna; bölge, arâzi, vatan olmasının yanında, bir nehrin de ismidir. Sava Nehri’nin kollarından Bosna’nın, ilkbaharla birlikte suları bollaşır. Dar geçitlerle birleşmiş birkaç havzadan geçer, Saraybosna’ya kadar 308 kilometrelik bir yol kat’ eder. Bosna bölgesi ve şehri, adlarını, bu nehirden alırlar.

1463’de Fâtih’in Bosna’yı fethinden 1878’e kadar tam 240 Osmanlı vâlisi, burada vazîfe yapmıştır. Bosna Eyâleti’nin merkezi, önce Bosnasaray (Saraybosna ), sonra Banyaluka ve nihâyet Travnik olmuştur.

Mostar Köprüsü deyince, kalbimizin göğüs kafesine sağlı-sollu çarpması, boşuna değildir. Anadolu’daki köprüler kadar bizim olan Bosna ve bilumum Rûmeli köprüleri; altlarından akan köpüklü sulara bakarak Aliş’in karakaşlarını seyrediyor..

Cenâb Şehâbeddin :«Tesâdüfün yükselttiği adamlar, hakîkaten yüksek adamlardan daha yüksek görünürler.» diyor. Rahmetli Servet-i Fünûn şâirinin Tiryâki Sözleri’nden olan be tesbîti, içinde yaşadığımız günlerin fotoğrafına nasıl da denk düşüyor.

Ancak, Cenâb’ın sözündeki tesâdüf kelimesini biraz tahlîl etmek lâzım. Zîrâ, uzaktan ve dışarıdan bakanların tesâdüf dediği gelişmeler, bâzen çok önceden yazılmış bir senaryonun bölümleri, kısımları olabiliyor. O yüzden, neye ve nasıl tesâdüf dediğimizi iyi bilmemiz gerekiyor.

Türkiye üzerine oynanan oyunların başrolündekiler, Türk’ü tanıma husûsunda, tam bir mühendislik çalışması yapmaktadırlar. Sezar’ın hakkını teslîm etmek lâzım gelirse; Türk milletini tanıma mühendisliği, Türk düşmanları tarafından pek mâhirâne tarzda icrâ ediliyor.

Hani, tereyağından kıl çeker gibi ustalıkla ve biraz da sihirle, evveliyâtında hiçbir fevkalâdeliği görülmemiş kişileri, büyütülmüş fotoğraflarla önümüze koyuyorlar.

Hipnoz vaziyetine geçmiş zavallı Türk insanı, seyrettiklerinin aslını, faslını araştırmadan; sâdece resimlere bakarak büyük adam pâyesi veriyor. Millî ve dinî lâfazanlık, suyu sıkılmış meyve manzarasındaki kültürsüzlüğümüzü, dakîka hesâbıyla büyütüyor. Tevâzû, alkış ve tezâhüratdan kaçma, hakikî mânâda fedâkârlık kayıplara karıştı. Ara ki, bulasın.

Osmanlı hükümdârları; Cum’a selâmlığı, kılıç alayı gibi vesîlelerle halk içine çıktıklarında, “Yaşa! Vârol!” tarzında yükselen seslerin psikolojik tahrîbâtını önlemek maksadıyla, yanlarında müsekkin tesiri yapmakla vazîfeli bir memur taşırlardı. Bu memurun işi, tezâhürat hurrâsı sırasında Pâdişâh’ın kulağına eğilerek :”Mağrûr olma Hünkâr’ım, senden büyük Allah var!” demekten ibâretti. El’ân şâhid olduğumuz agrandisman çabuklukları ile bu ecdâd duruşunu nasıl bir araya koyabilirsiniz? Elhân-ı Şitâ bestekârının, Milenyum yıllarında yaşamaması, aslâ bir nâkise değil. Onun gördüğü tesâdüfî büyük adamların torunları, dedelerini aratmıyor…

Yine Cenâb Şehâbeddin’in not defterinden çıkan ve her biri ayrı düşünce iklîmine açılan inci dânesi sözlerden:

”Yaşamak, her sâniye biraz ölmektir.”

Ne hârikulâde bir ölüm târifi ve ne fevkalâde bir hayat reçetesi. Ömür ile ölümü aynı hizâda ve birbirinin tamamlayıcısı olarak görmek için bulunulacak noktayı, Yahyâ Kemâl mırâlara şu hârika seslerle aktarmıştı:

Bir merhaleden Güneş’le deryâ görünür,

Bir merhaleden her iki Dünyâ görünür,

Son merhale bir fasl-ı hazandır ki, sürer,

Geçmiş, gelecek cümlesi rûyâ görünür.

Dünyâ hayâtının fâni, ahret hayâtının ebedî olduğuna inanıyorsak; burada kastedilen ölümün, eskilerin dehr dedikleri Dünyâ’lı günlere vedâ edilen vakti işâret ettiği ortada.

Hâmid’in Makber Mukaddimesi’nde söylediği gibi, ölüm, “Bir hakîkat-i müdhîşe”dir ve ölüm karşısında hiçbir şey söyleyememek, şiirin kanat takıp uçanıdır.

Evet, ölüm bir hakîkattir. Ölüme giden yolda oyalanmanın adı da yaşamak. Dolayısıyla, yaşamaya çalışırken attığımız her adım, sarfettiğimiz her kelime, bizi ölüme biraz daha yaklaştırıyor. Cenâb Şehâbeddin, “Yaşamak, her sâniye biraz ölmektir” derken, hayâtın ölen sâniyeleri, ölünün dirilişine zemîn hazırlıyor, demek istiyor.

Yûnus Emre’nin, ölüm korkusu içinde kıvrananlara hitâben söylediği:”Ölümden ne korkarsın?/ Korkma! Ebedî varsın…” formülü, ebedî hayâtın yeknesaklık olmadığını, ayrıca belirtiyordu: “Her dem yeniden doğarız/ Bizden kim usanası…”

Sâdece bizde değil, bütün Dünyâ edebiyâtında, ölüm hakîkati karşısında âciz kalan insanın, kendine moral verme ve acıyı hafifletme çabaları görülüyor. Bu uğurda sarfedilen gayret, bâzen o raddeye varıyor ki; ölüm, arzulanan, bir an önce kavuşulması gereken vuslat, buluşma noktası hâline dönüşüyor.

Şeb-i Arûs terminolojisi, bu sûretle ihdâs edilmiş. Ölünün –ayak dâhil – hiçbir uzvunu kullanamayacağı meydanda iken, Hakk’a yürüme haberleri, îmânın olgunluk âyârını ölçmeye çalışıyor.

Hayâtın, ölümü hazırlayan sâniyelerinde, âdemoğlu yine de boş durmamış, koskoca bir kütüphâne-i mevt tesis etmiştir… Ne var ki, bu kütüphâneye okuyucu bulunamıyor. Tuna Nehri’nin akmam dediği 93 Harbi’nin şehîd ve gâzîleri, Balkan coğrafyasını baştanbaşa kanlarıyla sularken, o gâzîlerin, şehîdlerin bugünkü torunları kemik sızlatma rekorları kırıyor.

Dünyâ’da, adı anıldıkça bizi derinden yaralayan birkaç nehir arasında Tuna’nın apayrı bir yeri vardır.

Türk târihinin med hâlindeyken çekilen fotğraflarında, bir haşmet kemendi olarak vatanın güğsüne takılan Tuna; Fırat, Dicle, Nil, Aras, Tunca, Meriç, Kızılırmak ve daha nice Türk suyunun öz kardeşi idi.

Almanya’nın güneyinde Freiburg yakınlarında doğan Tuna, Romanya’da Karadeniz’e dökülür. Schwarzwald (Karaorman) da denilen Tuna’nın çıktığı bölge, daha pek çok dereye yataklık yapar. Bunlardan Breg ve Brigach, Donaueschingen’de birleşirler. Tuna (Donau) adı da Donaueschingen’den mülhem.

Buradan doğu istikâmetinde Schwaben Jürası (Rauhe Alp)’nı aşar, Regensburg’a dağın kenârını tâkip ederek varır. Viyana havzasına girişine kadar Bohemya kütlesinin eteğinde akar ve bu yükseklikleri birçok geçitle açar.

Yukarı Tuna, Almanya ve Avusturya’daki sularının büyük kısmı ve rejimi bakımından tam bir Alp nehridir. Güney Almanya’nın önemli şehirleri, Tuna vâdisinin dışında yer alırlar. Fakat Almanlar Ludwig Kanalı ile Tuna’yı Ren şebekesine bağlamışlardır. Bu yüzden, Ren’den faydalanan her Alman, Tuna’ya geçebilir.

Tuna, Avusturya’da Linz’i, sular, fakat, uğradığı ilk büyük merkez Viyana’dır. Viyana ile Estergon arasında Pannonia havzasında biriken suları Kiselflöd (Küçük Ova)’e akıtır. Doğu Alplerden doğan Drava ve Sava ile Karpatlardan gelen Tisa’yı sularına ilâve eder.

Tuna üzerindeki büyük şehirler, nehre tepeden bakan dik yamaçlarda kurulmuşlardır.

Bratislava, Budapeşte ve Belgrad, bu târife uyan şehirlerdir.

Belgrad’ın 100 kilometre kadar aşağısında Karpatları Balkan Dağlarıyla birleştiren sarp bölgeyi, Demir Kapı’larla aşan Tuna, kendini denize bırakmak azmiyle, önündeki bütün engelleri ortadan kaldırır. Bu arada, sol kıyıdan aldığı Jiu, Olt, Argeş, İalomita, Seret ve Prut gibi kollarla, nehir ölçülerinin dışına çıkar.

Eflâk ve Bulgar yaylalarındaki mühim şehirler, Tuna kavisinin dışındadırlar. Meselâ Bükreş, İalomita’nın Tuna’ya katılmadan önce içinden geçtiği yerlerdendir.

Balkanlardaki Tuna şehirleri, nehir limanları ve stratejik köprübaşlarıdır. Romanya’da Giurgiu, Braila, Galati ve Bulgaristan’da Rusçuk, bu durumlarını hâlâ muhâfaza ediyorlar.

Tuna, tamâmına yakın kısmı sular altında kalan bir delta ile denize kavuşur. Bu delta, balık avcılığı açısından muazzam kaynaktır ama, kuzeydeki Sulina koluna girecek gemiler için de ciddî bir mâniâdır.

Mâvi Tuna, Orta Avrupa ve Balkanlardaki nice memleket için, nehir olmanın ötesinde mânâlar taşır. Avusturya, Macaristan, Sırbistan gibi denizle doğrudan irtibâtı olmayan ülkelerin, Tuna’nın bahşettiği imkânlar yüzünden donanmaları vardır.

Bizim nefesimizde artık sâdece bir dâü’s-sıla olan Tuna’ya, pasaport mârifetiyle ulaşmak, ne hazîn !…

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -