Cumhuriyet gazetesinde emekli general Doğu Silahçıoğlu’nun yazısı (28 Şubat 2008) ve bu yazıya dayanılarak Aksiyon dergisinde Haşim Söylemez adıyla yayınlanan “Ulusalcıların din maskesi düştü: Şamanizm” (10 Mart 2008) başlıklı yazı karışık zihinlerin neler tasarlayıp neler söyleyebileceğini ortaya koyuyor. Silahçıoğlu’na göre “Türkler Orta Asya’da Tanrı bilincinde şaman inancında yaşıyorlardı. Sonra Türkler kılıç zoruyla Müslüman oldular. Araplar, Türkleri soykırıma uğrattılar. Milliyetçiler, ümmetçilerin Arap milliyetçiliğine hizmet eden İslam şeriatçıları olduğunu düşünmediler, ümmetçilere ve şeriatçılara destek verdiler, onların Arap milliyetçiliğine hizmet ettiğini anlamadılar. Ümmetçilere en büyük desteği milliyetçiler sağladılar. Milliyetçilikle ümmetçilik arasında Nihâl Atsız’la Mehmet Âkif kadar fark vardır.”
Şimdi bunların hangisini düzeltelim?
Önce şu tanrı bilinci şaman inancı nedir? Bu yeni icat söylem neyin nesi? Hem Tanrı bilinci, hem şaman inancı bir arada olabilir mi? Şaman’dan maksat şamanizm olsa gerek. İyi de, şamanizm bir inanç sistemi, yani bir din mi?
Elli-altmış yıl öncesine kadar Şamanizm bir dinmiş gibi telâkki ediliyordu. Ancak, gerek Türkiye’deki gerek yurt dışındaki kültür tarihçilerinin araştırmaları, Şamanizmin din olmadığını, sadece metotlar sistemi olarak anılabileceğini ortayla koymuştur. Hele Türklerin vaktiyle Şamanist oldukları zannına iştirak eden ciddî hiçbir tarihçi kalmamıştır. Türklerin eski dini Gök Tanrı diniydi. Şaman ise, bu inanışın yardımcı elemanı olarak hekimlik, müneccimlik, hava tahminciliği, büyücülük ve ruhlarla irtibat kurma, hatta gelecekten haber verme gibi işlevleri üstleniyordu.
Silahçıoğlu, uzmanlık alanının dışında kalan kültür araştırmalarını gereği gibi takip edememişse onu kimse suçlamaz. Ama, bu konuları iyi bilirmiş gibi hükümler vermeye kalkarsa kendisine dur derler.
Dur derler, çünkü Türklerin İslamiyete geçişleri hakkındaki kırık dökük bilgileri şaşmaz gerçekler gibi sunmanın da bir sınırı vardır. Dört Halife ve Emevîler dönemlerinde Orta Asya’ya doğru ile rleyen İslam ordularına karşı Karluklarla Türgişlerin nasıl direndikleri bilinen bir gerçektir. Ancak, Abbasîlerin iktidara gelişleri ve Talas Meydan Savaşı (751)’nda Çin’e karşı Türk-Arap iş birliği, gidişatı değiştirmiştir. İslam kumandanları, ele geçirdikleri yerlerdeki Türklere vergi muafiyetleri tanımışlar, teşvikler vermişler, böylece onların İslâmiyete ısınmalarını sağlamışlardır. Bir taraftan da dini tanıtıcı faaliyetleri artırmışlardır. Türkler, 7. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar uzanan bir süreç içinde, yaklaşık 300 yıl kâh direnerek kâh düşünerek aşamalar hâlinde İslâmi benimsemişlerdir. Meselâ İran gibi, art arda iki savaştan sonra, tam mânası ile kılıç zoru kullanılarak çok kısa zamanda İslama geçmemişlerdir. Emevî kumandanlarının şiddet kullandıkları doğrudur. Ama, bu şiddet, Türklerin İslamiyeti kabulünü sağlamamıştır. Bunları göz önüne almadan yapılacak yorumların tutarlı bir tarafı yoktur.
“Milliyetçiler” olarak genelleştirilen gruplar kimlerdir? Bütün milliyetçiler mi yoksa sadece, kendilerine “milliyetçi” diyen bir kısım insanlar mı? Yani, açıkçası Türk-İslam Sentezi’ne bütün milliyetçiler mi arka çıktılar? Böyle bir genelleştirme hem insafsızlık olur hem de gelişmelerin iyi takip edilmediğini gösterir. Türkçülükle Türk-İslam Sentezi’nin uyuşmazlığını ilk ortaya koyan yazılardan biri bana aittir (Yeni Orkun, 1988). Aynı yıl yayınlanan “Üç Makale” adlı kitabımda da bu konu ele alınmıştır. Demek ki, Silahçıoğlu’nun genelleme merakı yerine oturmamaktadır.
Çok kimse, Silahçıoğlu gibi, Atsız’ın Mehmet Akif’e muhalif veya düşman olduğunu zanneder. Bu da yanlıştır. Atsız’ın Mehmet Akif hakkındaki kanaati, Kızılelma dergisinin 9. sayısındaki (1947) yazısında apaçıktır. Denilebilir ki, Atsız, çok az insan hakkında bu derece övücü ifadeler kullanmıştır:
“Âkif, şair, vatanperver ve karakter adamı olmak bakımından mühimdir. Şairliğine kimse itiraz edemez. Onun oldukça bol manzum eserleri arasında öyle parçalar vardır ki Türk edebiyatı tarihinde ölmez mısralar arasına girmiştir.
Vatanperverliği, tam ve tezatsız bir vatanperverliktir. Âkif, sözde vatanperver olduğu halde fiille bunu tekzip edenlerden değildi.. .Karakter adamı olmak bakımından ise Âkif eşsizdir… İslâmcı olmasını kusur diye ileri sürüyorlar. İslâmcılık dünün en kuvvetli seciyesi ve en yüksek ülküsü idi. Bugünkü Türkçülük ne ise dünkü İslâmcılık da o idi. Esasen İslâmcılık Osmanlı Türklerinin millî mefkûresiydi… Bir Osmanlı şairi olan Âkif’te millî mefkûre kemale ermiş, fakat yeni bir millî mefkûrenin doğuş zamanına rastladığı için geri ve aykırı görünmüştür.
Çanakkale şehitleri için yazdığı şiir kâfidir. Başka söz istemez.
Âkif inandı, dönmedi ve öyle öldü.”
Bu yazıyı bilince Atsız’la Mehmet Âkif arasında uçurumlar bulunduğunu söylemek mümkün müdür?
Emekli general daha çok okumak ve daha çok öğrenmek zorundadır. Atsız’ın gerçeğe dayanmayan övgülere ihtiyacı bulunmadığını ancak böyle anlayabilir.
Şimdi gelelim şu şamancılık çorbasına.
Haşim Söylemez imzalı yazı, ulusalcılara çatmak için kaleme alınmışsa da dönüp dolaşıp Türkçülüğe gelmekte ve onu Şamanizmle özdeşleştirmektedir. Yani, kısacası Türkçüleri İslam dışı olarak göstermektedir. Bozkurt’un taşıdığı mânayı kavramaktan âciz olan yazar, onu da Şamanizme bağlamaya çalışmaktadır. Halbuki, bilinen gerçek odur ki, bozkurt dinî bir motif değil, millî bir semboldür. Söylemez’in, konuyu saptıracak ne kadar yanlış varsa hepsini bir araya getirmekte mahir olduğu görülüyor. “Milliyetçi cephede ‘kurtçu’ lâkaplı kimi Türkçülerin 1969’a kadar Şamanizm’ dillendirdikleri de bir gerçek”.diyen Söylemez’in söylediklerinden önce hangisini düzeltelim? Kendisine “kurtçu” diyen veya başkaları tarafından böyle anılan “kimi Türkçüler”i ben ne gördüm ne de işittim. Bunların 1969’a kadar Şamanizmi dile getirdikleri de tamamen yanlış. Prof. Abdülkadir İnan’ın Şamanizm adlı kitabı kasdediliyorsa, o ilmî bir çalışmanın ürünüdür ve Türkçülüğe katkı maksadıyla yazılmamıştır. Cümlesini “bir gerçektir” diye bitiren Söylemez’in bu yazdıklarından hiçbiri gerçek değildir.
Söylemez, iki-üç kişinin bir araya gelerek Şamanistlik taslamalarını “yasadışı oluşumlar” diye ihbar ediyor. Bunlar yasadışı filân değil, apaçık ortadalar. Ama, bu tutarsız tutumları ile Türkçülüğe zarar verdikleri de kesin. Bu konudaki görüşümüzü daha önce de çeşitli vesilelerle açıklamıştık. Böyle “marjinal” ve mahiyetleri kuşkulu insanları Türkçülük kategorisi içine sokup kullanarak aleyhte propaganda malzemesi yapmak, ancak Söylemez’e yakışır. MHP’yi, derin çeteleri, şamancıları, ulusalcıları, yanlışları, önyargıları Türkçülükle harmanlayarak sunmak gibi bir yaklaşımı masum saymak imkânı yoktur.
Söylemez, sözü dolaştırıp “Atsız şamanist”ti demeye getiriyor. Halbuki inanç, şahsîdir. Bir kimseyi şuna veya buna inandığı, yahut inanmadığı için suçlamak kimsenin haddi olamaz. Bunun yapıldığı noktada yobazlık başlamış demektir. Herkesin laiklikten bahsettiği bir ortamda böyle bir davranış ne kadar yakışıksız.
– Müslüman mısın, değil misin?
– Sana ne! Vicdanımın zabıtası sen misin?
Bu tür din teftişçiliğinin modası çoktan geçmiştir. Geçen asırlardaki medrese kafası yerini inanç hürriyetine ve ilmî düşünceye bırakmıştır. Bunu bir türlü anlamayıp direnenler hâlâ varsa da, gerçek gücünü mutlaka kabul ettirecektir. Kendisi hangi dinden olursa olsun, herkes, karşısındakinin inancına yahut inançsızlığına saygı göstermek zorundadır. Kimse kimsenin din müfettişi olamaz, olmamalı. Buna Söylemez de dahil. Biz, Söylemez’in dinî inancına karışıyor muyuz? Onu bu yüzden sorguluyor muyuz? Umurumuzda bile değil. Neye inanıyorsa, kimin peşine takılıp gidiyorsa, kimlere hizmet arz ediyorsa kendi bileceği iş. Ama, aynı tutumu ondan da beklemek bizim hakkımızdır.
Aksiyon dergisi, Türkçülükle uğraşmak için yanlış bir yöntem seçmiştir. Konuyu fikir tartışmasından çıkarıp başka kanallara sürüklemek bir şey kazandırmaz. Zihinleri bulandırarak, hayalleri gerçek gibi sunarak, onu bunu suçlayarak gazetecilik yapılmayacağını bu derginin sorumluları belki zamanla anlayacaklardır. Bu, onlar için kazanç olacaktır.
Türkçülük kervanı, Söylemez gibilere rağmen yoluna devam etmektedir, edecektir.