Ana Sayfa 1998-2012 Seyâhat Üzerine

Seyâhat Üzerine

Türkçemize Arapça’dan gelen seyâhat kelimesinin aslı siyâhatdir. Günümüzde, seyâhat, kelimesinin yerine gezi kullanılıyor. Gerçekte ise uzak yerleri gezip dolaşma yerine seyahât, dar bir çerçevedeki meselâ park içindeki dolaşmaya gezinti, şehir içinde yapıldığında ise gezi kelimelerinin kullanılması daha uygun olur.

- Reklam -

Seyâhat, çeşitli maksatlarla gerçekleştirilir. Tabiatı, şehirleri ve ülkeleri görmek, coğrafya ilmine hizmet etmek, kültürel araştırmalar yapmak, ticarî amaçlar gütmek, keşif ve merak… seyâhatin önde gelen sebepleridir. Eskiler, ilme hizmet maksadıyla gerçekleştirilen seyâhatler için rıhlet kelimesini kullanırlarmış.

Seyâhat, insanlara pek çok alanda sayısız faydalar sağlar. Bölgeye ve bölge insanlarına maddî ve mânevî zenginlikler kazandırır. İnsanlar ve ülkeler arasında bağlar oluşturur. Bu bağlar, insanlar arasında dostluğun, milletler arasında barışın temellerini atar. Dostluk ve barış, insanları huzura kavuşturur.

Seyâhat, öğrenmeyi ve hayatı kolaylaştırır. Bir yerde devamlı oturmaktan sıkılan insanlara ferahlık sağlar. Yeni dostlar kazandırır.

Seyâhatlerde insanlar; alıştıkları rahatlıktan, kurulu düzen ve emre hazır konfordan, yaşadıkları ortamdan, sevdiklerinden uzak kalırlar. Bu uzaklık, mahrumiyetlere katlanma alışkanlığı kazandırır, sahip olunan değerlerin kıymetini artırır. Böylece insana; mücadele azmi kazandırır. Sabırlı olmayı, sevdiklerine sahip çıkmayı öğretir. Özetle insanı olgunlaştırır.

Seyâhat bir mihenk taşıdır. İnsanların dosta sadakatini artırır, yardımlaşma ve paylaşma içgüdüsünü geliştirir. Genel anlatımıyla seyâhat, insandaki gizli cevherleri ve saklanmaya çalışılan kötülükleri ortaya çıkarır.

Seyâhat fiilini gerçekleştirenler seyyah, seyyahın gezdiği yerleri anlattığı yazılı eserler ise seyâhatnâme olarak adlandırılır. Bu eserlerde yazarlar, gezip gördükleri yerlerden edindikleri izlenimleri anlatır, bilgileri naklederler. Temel amaç; gezilen-görülen yerlerin güzelliklerini, o bölgedeki insanların yaşayışını, örf ve âdetlerini okuyucuya aktarmaktır. Seyâhatnâmeler, tarihî belge özelliğine sahip olmakla birlikte, yazarının izlenimleri belli bir üslûpla anlatıldığı için aynı zamanda bir edebiyat türüdür.

- Reklam -

Dünyanın en çok bilinen seyâhatnâmelerini: İbn-i Battûta1, Marko Polo2, Evliya Çelebi3, Seydî Ali Reis4 yazmışlardır.

Seyâhatnâmeler birer kültür ürünüdür. Yazarının da kültürlü olması gerekir ki, gördüğü kültürleri ve kültür eserlerini anlatabilsin. Zaman içerisinde, bir seyâhat kültürü de oluşmuştur. O kültürle bütünleşemeyenler, seyâhatlerden haz duyamazlar. Seyâhat kültürünü, dünyanın ilk göçebe insanları olmaları ve çok göç etmeleri sebebiyle insanlığa Türk’ler kazandırdılar.

Seyâhatler, hayatın paylaşıldığı ortamlardır.

br>Hayatın kendisi de bir seyâhattir. O’ndan gelip O’na giderken yaşadığımız hayat; ülkemizden şehrimizden, köyümüzden ve hattâ evimizden dışarı çıkmasak bile bir seyâhattir.

Seyâhatler, her meslekten-her meşrepten insanları bir araya getirir. Yalnız insanlar; kendi iç dünyasından bulunduğu ortama, o ortamdan hayâl âlemine gidip gelirler. Bu gidiş-gelişler de birer seyâhattir. Bu seyâhatlerle insanlar kendilerine yaklaşma, hakikate ulaşma imkânı bulurlar.

- Reklam -

TÜRKLER VE SEYÂHAT

Atalarımız, tarihin önemli bir bölümünde göçebe hayatı yaşamıştı. Seyyahtı. Köklerimiz, Asya’nın doğusundan yola çıktılar. Bir kol Hazar Denizi’nin kuzeyinden Kafkasları ve Sibirya’yı fırtına gibi aşarak Balkanlardan Macaristan’a uzandı. Diğer kol, Hazar’ın güneyinden Mezopotamya ve Anadolu’ya geldi. Anadolu’da şöyle bir soluklandıktan sonra Tuna’yı aşıp Viyana kapılarına kadar seferler düzenlediler. Bu seferler sebebiyle Avrupalıda hâlen de hissedilmekte olan Viyana sendromu oluştu. Viyana sendromunun kökeninde; Türkler, imkân bulurlarsa bu defa Viyana’yı aşarlar, Endülüs’e yerleşirler düşüncesi vardır.

Selçuklu ve Osmanlı Türklerinde seyâhat ihtiyacı ve alışkanlığı, doruk noktasındaydı. Osmanlı sadrazamlarından Halil Rıfat Paşa: Gidemediğin yer senin değildir! der. O dönemlerde devlet yöneticileri, Anadolu’yu bir baştan bir başa geçen geniş yollar yapmadı. Çünkü ihtiyaç yoktu. Fakat, tabiî yolların kenarlarına hanlar ve kervansaraylar, nehirler üzerine köprüler inşa ettirdiler. Bunların her biri birer sanat eseri idi. Türk-İslâm Kültürünün eseri olan kervansaraylar, birer külliye5 hâlinde inşa edilirdi.

Faruk Nâfiz Çamlıbel, “Han Duvarları” isimli şiirinde; o yollardan geçip o hanlarda konaklayan insanların sır dolu hayatını anlatır:

Maraş’lı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben,

Huduttan hududa atılmışım ben.

Nice Satılmış’ların ömrü seyâhatlerde geçti. Ömür biter, yol bitmez! denildi.

Yahya Kemal Beyatlı’nın Ak tolgalı beylerbeyi, Bir yaz günü Tuna’dan kafilelerle geçmişti. Bin atlı o gün, çocuklar gibi şendi.

Genç Türkiye Cumhuriyeti, demir ağlarla ördü Anayurdu dört baştan. Demek ki seyâhat, Cumhuriyet döneminde de gözde idi.

Günümüzde Tuna’yı, Sirkeci’den kalkan trenlerle geçiyoruz. Yeşilköy’den havalanan uçakların altında Tuna, ince bir sicim görünümündedir. Her şey küçülmüştür.

Çöken yalnız Osmanlı değildi. Eserleri de çöktü, küçüldü. Dünya da küçüldü. Yolları gurbete bağlayan dağlar… çelik kanatlı kuşların altında birer küçük tepecik oldu artık. Dağ ne kadar yüce olursa olsun, yollar onun üzerinden aşardı. Artık dağlar yüce değil. Yollar, dağları delip geçiyor. Delik-deşik olan dağların yüceliği kalmadı.

ZORAKİ SEYÂHATLER

Demokrasinin hiçbir kurum ve kuralının işlemediği totaliter rejimlerde insanlar, devletin belirlediği mekânlara çivilenmişlerdir. Komünist Rusya döneminde her ne sebeple olursa olsun, bir şehirden bir başka şehre gitmek, o iki şehrin yöneticilerinin iznine bağlı idi. Hele hele, komünizme yürekten bağlılığını kanıtlayamamış olanların ülke dışına çıkmaları kesinlikle yasaktı.

O dönemlerde ve o coğrafyada seyâhatler bazen ideolojik amaçlarla ve zorakî olarak yaptırılıyordu. Kırım, Çeçenistan, Dağıstan ve Gürcistan’daki Müslüman Türkler, baba ocağından âdeta sökülerek alındılar, yük ve hayvan taşımaya mahsus vagonlarla Sibirya’ya ve Asya’nın doğusuna sürüldüler. Sürgünler yapılmasaydı bugün belli coğrafyalarda, farklı bayraklar dalgalanıyor olacaktı.

Yarım asır sonra aynı ideolojik seyâhatler, Doğu Türkistan’da gerçekleştiriliyor. Milyonlarca Çin köylüsü, Turfan’a dolu gidip boş gelen trenlerle mecburî seyâhate tâbi tutuluyor. Amaç: Doğu Türkistan’da, vatan olmuş toprakların asıl sahibi olan Türkleri azınlığa düşürmek.

Rejimin adı ve rengi ne olursa olsun… insanlar seyâhat ediyorlar. Bazen, kendi istekleriyle, bazen de mecburen, mecburiyetten…

SEYÂHAT: VAZGEÇİLMEZ TUTKU

Çağın teknolojisi mesafeleri öldürdü. Sınırları geçirgen hâle getirdi. Artık kervansaraylar yok. Türk-İslâm Kültürünün gereği olarak ücretsiz sunulan hizmetler de tarihe karıştı. Yine de seyâhat edenlerin sayısı her geçen gün artıyor. İletişim imkânlarının gelişmesi, görüntülü telefonların kullanıma girişi, ulaşım ihtiyacını ortadan kaldırmadı.

İstatistiklerden edinilen bilgilere göre 2000 yılında, telefon, televizyon, faks, elektronik posta ve internet gibi iletişim araçlarının sayısı üç milyar adedin üzerinde, 1990’lı yıllarda çapı bir milimetre olan bir kablo üzerinden aynı anda, yalnızca bir telefon görüşmesi yapılabiliyordu. Daha 1995’e e gelmeden, fiber optik kablolar kullanıma alındı. Yarım milim çapındaki bir kablo ile aynı anda 100 görüşme yapılabiliyordu. Günümüze gelindiğinde kuşlar artık konabilecekleri telefon ve telgraf telleri bulamıyorlar. Artık haberleşme, uzaydaki uydularla gerçekleştiriliyor. Hem de konuşulan mekânların görüntüsünü de karşı tarafa iletebilecek şekilde. Görev süresi biten uydular, boş bir gazoz kutusu gibi çöplüğe atılıveriyor. Haberleşme ve iletişimin kolaylığına rağmen seyâhat etme ihtiyacı azalmadı, arttı. Dünya nüfusunun % 25’i, bir günde bir şehirden yurt içinde veya yurt dışında bulunan bir başka şehre seyâhat ediyor.

Âşık Veysel: Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece… diyordu. Gittiği yolun adı hayat idi. Hayat bir seyâhattir.

İyiye, güzele, doğruya, insana ve Hak’a ulaşmak için yola çıkanlar… Seyâhatiniz bereketli, yolunuz açık olsun!

DİPNOTLARI

1- İbn-i Battûta: 1303 yılında Fas’ın Tanca şehrinde doğdu. Fıkıh âlimi idi. Kesintisiz olarak 29 sene 3 ay süren bir gezi gerçekleştirdi. Yazdıkları İbn-i Battûta Seyâhatnâmesi adı ile 1907 yılında Türkçemize kazandırılmıştır. 1368 senesinde, doğduğu şehirde öldü.

2- Marko Polo: 1254 yılında, bugün Hırvatistan sınırları içerisinde bulunan Korkula şehrinde doğdu. Venedikli tüccar, seyyah ve mâcera adamı olarak bilinir. Venedik’ten bugünkü İsrail’e deniz yolu ile geldi. Sonra Erzurum, Tebriz ve Afganistan üzerinden kara yolu ile Pekin’e ulaştı. 17 yıl Çin’de yaşadıktan sonra Hint Okyanusu ile Umman Denizi’ni aşarak ülkesine döndü. O yıllarda Venediklilerin düşmanı olan Cenovalılarla savaşırken esir düştü, hapse atıldı. Hapishânede, tanınmış romancı Rusticiano ile tanıştı. Mâceralarını anlattı. Milyon adlı eser böyle meydana geldi. Milyon, bir seyâhatnâme klâsiğidir. Marko Polo, 1324 yılında Venedik’te öldü.

3- Evliya Çelebi: 1611 yılında, İstanbul’un Unkapanı semtinde doğdu. Babasından tezhip sanatı öğrendi. Hâfız oldu. Türkçe, Rumca, Farsça ve Arapça biliyordu. Elli yıl boyunca aralıksız olarak Orta Avrupa, Balkanlar, Kırım, Kafkasya, Anadolu, Mısır ve Arabistan’ı dolaştı. Gördüklerini, duyduklarını Seyâhatnâme isimli on ciltlik eserle yazılı hâle getirdi. Seyâhatnâme, dilinin güzelliği, anlatım gücü ve konu zenginliği ile Türkçemizin en önemli klâsiklerinden biridir. Ayrıca kaynak eser olma özelliği vardır. Eser, 1935 yılında günümüz Türkçesi ve Lâtin harfleriyle yayınlandı. Evliyâ Çelebi, 1682 yılında İstanbul’da öldü.

4- Seydî Ali Reis: 1498 yılında İstanbul’da doğdu. Denizciydi. Barbaros Hayreddin Paşa’nın Akdeniz’deki bütün seferlerine katıldı. Mâceralı bir deniz yolculuğunu, gemilerinin fırtınadan harap olması sebebiyle bırakıp dört yıl süren kara yolculuğundan sonra İstanbul’da noktaladı. Geçtiği ülkelerin hükümdarlarının misafiri oldu. Onlardan aldığı mektupları, devrin Osmanlı Padişahı Kanunî Sultan Süleyman Han’a sundu. Yazdığı eser, Hindistan’dan İstanbul’a ismi ile günümüz Türkçesine çevrilerek yayınlandı. Diğer eserleri, gemicilik ve denizcilik ile ilgilidir. 1563 yılında, Diyarbakır defterdârı iken öldü.

5- Külliye: Türk-İslâm kültüründe, bir binanın etrafında, bölge halkının ve gelip geçenlerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılan binalardır. Bu binaların; ibadethâne, medrese, kütüphâne, şifahâne, yemekhâne, ziyafet odaları, hamam, çeşme, ahır, samanlık, depo, ticarete mahsus dükkânlar… gibi bölümleri olurdu. Osmanlı Devleti’nden günümüze intikal eden en büyük külliyelerden biri Fatih Sultan Mehmed Han’ın yaptırdığı Fatih Camii ve Külliyesidir. Kanunî Sultan Süleyman Han’ın, Mimar Sinan’a yaptırdığı Süleymâniye Külliyesi, Osmanlı döneminde inşa edilmiş en muhteşem binalar topluluğudur.
 

Orkun'dan Seçmeler

Altın elbiseli adam

Işbara Şad

Dündar Taşer

- Reklam -