Ana Sayfa 1998-2012 SANDAL BEDESTENİ’NDE KAHVE GÖLGESİ

SANDAL BEDESTENİ’NDE KAHVE GÖLGESİ

Kendini dev aynasında görenler, dev olmadıklarını anlayınca, hangi hâlet-i rûhîyeye bürünürler? Bugün Türkiye’de ekonomik, siyâsî titrleriyle dev sanılan cüceler yaşıyor. Ne yapsanız, onları dev görünme zehâbından kurtaramazsınız. Ancak, kazâ ve kader sâikiyle üstlerindeki sahte urba çekiliverirse, işte o vakit feryâd ü figân arasında devlik sırra kadem basar.

- Reklam -

İnsanımızın, ha bire hayâl kırıklığı yaşaması; düşmez sanılan nice kâl’aların düştüğüne şâhit olması, hep, mânevî yapımızda açılan gediklerin kapatılamamasındandır. Birileri, Türk’ün dimâğını boşaltmak için, âdetâ seferberlik ilân etmiş. Durmadan ve bıkmadan, her gün bir tarafımızı çalışmaz hâle getiriyorlar.

Moda tâbirle medya, millî ve dinî ne kadar hasletimiz varsa, bir silsile şeklinde mezâda çıkarıyor. Artık, o, bütün Dünyâ’nın imrendiği, sağlamlığı hakkında medhiyeler düzenlediği âile yapımız, tsunamiye yol açacak şiddette depremlerle sarsılıyor. Bir gün bekâret ve nikâh çağ dışı ilân ediliyor; bir gün gayr-ı meşrû münâsebetler mâsûm, hattâ mukaddes çerçevelere konuyor. Dans ve dansözlük, genç kızlarımıza iş, meslek kapısı olarak gösteriliyor; dahası, imrendiriliyor.

Yine bu medya sâyesinde, günün her saatinde ayyaş gezen bir cemiyet profili çiziliyor. Bar sözü, öylesine sık ve hâcet giderici tarzda kullanılıyor ki; kahve, câmi, ev unutuldu. İşten çıkınca gidilecek tek yer, orası olarak işâret ediliyor. Velhâsıl, bir eğreti tablo, Türkiye’nin karikatürü niyetine Dünyâ duvarına asılmak üzere. Hayf, vâh ve de eyvâh!.. Yalpalayan bir sandalda boşuna kürek çekiyoruz.

Kapalıçarşı’nın en eski isimlerinden biri bedestendir. Bu kelime, Farsça bezzâzistandan geliyor. Herkesin Kapalıçarşı dediği bu büyük pazar yerinin içinde, bedesten adı, hâlâ yaşıyor. Muhtelif esnâf veyâ ticârî mal gruplarına göre, birçok bedesten, Kapalıçarşı’nın bölümleri olarak karşımızda duruyor. Bunlardan biri de Sandal Bedesteni.

Sandalın bedestende ne işi var? Yoksa bedesteni su mu bastı? Yâhut sandal çarşıya mı oturdu? Demeyiniz.

Sandal sözü, sâdece kayık mânâsına gelmiyor. O; açık, havâdâr bir ayakkabının; tropikal, kalabalık nebâtî bir âilenin reisi ağaç ile bu ağaçdan elde edilen esansın ve ipekli, pamuklu karışımı değerli bir kumaşın da adı. Kapalıçarşı’nın bedesteninde satılan sandal; sonuncusu, yâni, kumaş olanı.

- Reklam -

Şimdi, aslı Arapça olan bu kelimeyi, kayık mânâsına hapsedip dilimizden atmaya kalkmak; sandaldan önce bizi alabora eder. Nice emsâli gibi, bu kelime, Türkçenin aslî unsurlarından biridir.

Bez, yâni kumaş ticâretini Peygamber mesleği telâkkî eden bir medeniyetin mensûbuyuz. Hz. Muhammed’in, nübüvvetinden önce, kervanlarla Şam’a kadar uzanarak icrâ ettiği iş, kumaş ticâretiydi. Bu yüzden, Müslüman Türk şehirlerinin ticâret merkezleri hep bedestenler olmuştur. Kundak bezinden kefene giden ömür yolculuğunda; beslenme, yâni gıdâ ile aynı makâmı paylaşan kumaş; sandal sözünde, bizim geç başlayan denizcilik mâcerâmıza da tanıdık, âşinâ kürek sesleri giydirmiştir.

Türk kültürünün büyüklüğü, ancak Türk dili sağlam kalırsa ifâde edilebilir. Çünkü, bu kültürün en mühim çarşısı, Türkçe Bedesteni’dir.

Târih okumanın bir yolu da Safahat’ı okumaktır. Mehmed Âkif’in Mahalle Kahvesi’nde tasvîr ettiği kahve ile bugünün cafeleri arasında en ufak bir benzerlik ve yakınlık bulunmuyor.

Kahveden kastedilen, fincana konmuş içecek değil. Kahvehâne mânâsına gelen kahveyi söze bağlamak istiyoruz, bir vakitler gerçekten kıraathâne olan kahveyi.

- Reklam -

Kahve kültürümüzdeki eksinin dibine vuran sür’atli değişiklik, aslında çok eskilere dayanmıyor. M ahallenin kalb atışlarını dinlediğimiz o yerlerde, şimdi okey ve tavla taşlarının sesleri yankılanıyor. Bu rûhsuzlaşmanın pek çok sebebi arasında, elbette eğitim başı çekiyor. Çarpık şehirleşmenin ve apartman hayâtının da; kahveden oyunhâneye geçişte küçük sayılmayacak rolleri var. İşsizlik, zamâna ihânet, âile yapısının dejenere oluşu gibi başka hususları da, kahve mekânlarının önüne koyabiliriz.

Gününün dörtte üçünü kahvede oyun oynayarak geçiren, kahvaltı dâhil üç öğün yemeğini orada yiyen insanlarımızın sayısı, hesâbı tutulacak kadar kalabalık. Kuru, mânâsız bir gürültünün esîr alıp beyinlere nüfûz eylediği bu cezâhânelerde; sağlıklı, normâl hassâsiyetleri bulunan kişiye rastlanabilir mi? Kahve sâkinlerinin dili de, en argo ve vülgarize semtlerde dolaşıyor.

Türkiye’nin son yıllarda jet hızıyla yükselen suç işleme grafiğini neşter altına yatırırken, mutlaka kahvelere uğramak lâzım. Hastalığın teşhîsindeki isâbet, kahve masalarından geçiyor. Boş vakitlerini ( ! ) kütüphânede geçiren öğretmenlere nazaran, kahveye abone muallimlerimiz ( ! )in ağır basması, mes’elenin en can alıcı noktasıdır. Öğretmeni kahveye gidenin…

Devlet kademelerinde hiçbir tecrübe edinmeden, merdiven basamaklarıyla temâsa gelmeden, asansörle ve tepeden inme metodlarla yüksek mevkilere yerleşenler; hazımsızlıklarını giderecek çâreyi, aslâ bulamıyorlar. Türkiye siyâsetine, epeyi zamandır, irfân ve basîret yerine karizma yön veriyor. Bu kelime, rahmetli Özal’dan başlayarak, devlet sandalına kürek yapıldı. Belli bir yere geldiğine inanan her siyâsîmiz, kendinde karizma vehmetmeye başladı. Şimdi işi ilerlettik, karizmadan prizmalar çıkarıyoruz.

Artık, konuşma salâbetimizi enikonu kaybettik. Hakâreti iltifat ve saygının koltuğuna oturttuk. Her yanımızı söz pıtrakları sardı. Galiz kelâm etmenin şampiyonluğunu TBMM salonu ve koridorları, başka mekânlara bırakmıyor.

Bir vakitler, Şirket-i Hayriyye’nin vapurları, binen ve inen yolcuların birbirlerini buyur etmelerinden, geç kalkarlarmış. Fransa’daki Sen Nehri’ne dahî Siz diyecek bir konuşma asâletinden, düştüğümüz kaya dibine bir bakın! Böyle bir cumhûr gemisinin kaptanı da elbette kaya dibinden topladığı taşları, sağa-sola fırlatacaktır. Ne ekersen, onu biçersin…

Fikir ve kültür hayâtımızda görünenin ve tahmîn edilenin çok üstünde bir aşınma, erime var. Fâciâ hüviyetinde bir seviyesizlikle karşı karşıyayız. Ortalık, diplomalı câhilden geçilmiyor. Akademik pâyeler, bunları taşıyanların üzerinde iğreti ve teğel dikişiyle duruyor.

Uzaktan bakınca kerli-ferli görünen nice insanın, yakın plânda pul pul dökülüşüne şâhit oluyoruz. Unvanlar, sıfatlar, titrler, bozuk para misâli yerlere saçılıyor.

Tâkib edilen eğitim politikası ve tatbîk olunan eğitim sistemi, sonunda Türkiye’yi çok derin bir uçurumun kenârına getirip bırakmıştır.

“ İnsana değer veriyoruz, insan haklarını öne çıkarıyoruz, çağdaşlaşıyoruz, hoşgörülü oluyoruz. “ derken; bir de baktık ki, meydânda eğitimden herhangi bir iz kalmamış.

Şimdi, Türk eğitim sisteminden sâdece cinâyet haberleri geliyor. Gün geçmiyor ki, bir tâze vücûdun daha toprağa verildiğini duymayalım. Yûnus’un, âdetâ bugünleri görerek söylediği:

Şu Dünyâ’da bir nesneye / Yanar içim, göynür özüm,

Yiğit iken ölenlere / Gök ekini biçmiş gibi.

mısrâları, göğüs boşluğumuza hüzün nefesleri dolduruyor.

Gürültüden rahatsız olmayanlar, sükûnetin farkına varamadıkları gibi, kıymetini de bilemezler. Hissiyâtımızın böyle tezadlar üzerine binâ edilişinde birtakım hikmetler var. Gündüz ile geceden başlayarak yer ve gök arasındaki ince hesaplara dayalı zıddiyet, aslında muazzam ve hârikulâde bir nizâm tesis ediyor. Bu yüzden, Türkiye’nin bugünkü hâlinin, eski itilâ günlerinin kıymetini anlamada, basîret sâhiplerine ölçü olduğunu düşünmek gerekiyor.

Bıçağın küt tarafı ile keskin yanı, varlıklarını birbirlerine borçlu olarak göz kırpıyorlar. Acı ile tatlı, şen ile hüzünlü, bahtiyâr ile bahtı kara, beyazla siyah, açıkla kapalı, uzunla kısa, genişle dar, ağırla hafif … arasında hep bu zıddından kaynaklanan estetik ölçüler var.

Kâinât, öyle mâhir bir mîmârın projesi ve eseri ki, onun rakamlarla ifâde edilen milimetrik ölçüleri, aslâ benzeri olmayacak tarzda isâbetle kuvveden fiile çıkarılmış.

Dünyâ’nın dörtte birinin kara, dörtte üçünün su oluşunda, sudan yana konmuş bir ilâhî tavır düşünülebilir mi? “ Bu karaya, ancak bu kadar su lâzım.” diyen ilâhî fizibilite, ihtiyâcı yerinde ve ânında tesbît etmiş.

Aslında, su ile toprak arasında da bir zıddiyet seziliyor ama; birinin varlığı, ancak diğeri ile mümkün. Ne toprak susuz, ne de su topraksız bir mânâ ifâde etmiyor. Özellikle de, topraktan fışkıran suyun, seyrine ve tadına doyulmuyor. Marmara’nın tuzu hafif deniz suyunu, Akdeniz’in adamakıllı tuzlu suyu ile birleştirebilir misiniz? İnsânî gücümüz, buna kâfi gelmez. Ama, hayâlî çizgilerle, yine hayâlî cümleler kurabiliriz.

Tekirdağ’ından, İstanbul’u da içine alarak Tekir Yaylası’na uzanan geniş çizgi, Türkiye’yi kuzeybatıdan güneye iki parçaya ayırır. Bu parçalar, neredeyse eşittir. Lâkin, kemiyetteki eşitlik çok fazla bir şey ifâde etmiyor.

Bu çizginin batısında kalan Türkiye ile doğusunda kalan Türkiye, pek çok bakımdan farklılık gösteriyor.

Her şeyden önce, Türkiye’nin sanâyi bölgeleri bu hattın batısında kümelenmiş. Bu durum, günlük hayâtın akışından refah seviyesine uzanan imtiyazları arka arkaya sıralıyor.

Aynı tasnîfi, başka yurt noktalarını esas alarak da yapabiliriz. Varacağımız yerde, hep benzer ayrılıkları göreceğiz.

Bugün, hâlâ demiryolu ulaşımından nasîbi olmayan büyük şehirlerimiz var. Bursa ve Antalya bunlardan. Düşünebiliyor musunuz? Turizmde ve sanâyide manga komutanlığı yapan bu iki vatan güzeli, demiryolu ile henüz tanışmamış. Türkiye’nin mevcut demiryolu ağı, Konya’dan küçük Belçika’nın beşte biri kadar bile değil. Daha söylenecek söz mü kaldı? Tekirdağ’ından Tekir Yaylası’na selâm olsun…

Tekirdağı’nın adı, Tekfûrdağı’ndan geliyor. Tekfûr’u tekir yapan dil kudreti, toprağı vatanlaştırırken bu kelime iksîrinden güç alıyordu. Ayasulug’u Selçuk’a, Amisos’u Samsun’a, Smirnia’yı İzmir’e tahvîl eden Türkçe, fâtih bir milletin fetih gülleri açan diliydi. Hemen her vasfımız gibi, dilimiz de hây u hûyun mânâsız boşluğunda yuvarlana yuvarlana çiçek ve yapraklarını döktü, geriye dikenleri kaldı.

Dilindeki gül nezâketini kaybeden Türk milleti, diğer sosyal müesseselerinde de aynı çöküş ve yıkılış psikozunu yaşıyor.

Kan dâvâsı îcâd etmede üstümüze yok. Hiçbir esaslı ve ciddî sebebi bulunmazken, devletin bürokratları eliyle kamu sınırları çiziliyor. Eh, yâni devletin adesesinden bakınca sınırlar dışında ne kalır ki? Mes’eleye biraz da seferberlik havası verdin mi, devlete karşı vatandaşın mahrem mekânı da, duruşu da kalmaz.

Niyet bu olunca, densiz yeltenişlerin arkasından, bizim selâmete ulaşmamızı istemeyen mâlûm dış destekçiler sahneye sökün ediyor. İngiliz, Fransız, Alman, Amerikan, Rus gibi adı büyüğe çıkmış senaristlerin yanında, daha düne kadar soframızdan karın doyuran ve kendilerini millet sanan bir alay kavim müsveddesi, ellerinin ulaştığı bize âit her yeri kaşımaya başlıyorlar.

Türk Devleti, Türk insanını kucaklamazsa, ortada devlet de kalmayacak. Türk’e kastedenler gemi azıya almadan, Türk milleti ile Türk Devleti’ni buluşturmak ve kucaklaştırmak lâzım.

“ Gemi azıya almak “, binek veyâ koşu atının, sürücüsüne meydân okumasını anlatıyor. Atın ağzına gem denilen bir mâdenî parça geçiriliyor. Buna bağlanan ve dizgin adı verilen askı, sürücüsünün elinde âdetâ bir direksiyon ve gaz pedalı oluyor. Hem sağa, sola dönüşleri; hem de hızı ve kalkışı, geme bağlı dizgin temin ediyor. Bunun temelinde de, atın ağzında hissettiği rahatsızlık yatıyor. Gemin kendisi, hayvanın ağzında bir fazlalık olarak duruyor. Bir de dizgin mârifetiyle acı vererek hareket etmesi, onu kurtulunması gereken bir sıkıntı hâline getiriyor.

İşte at, bâzen bu gemi, azı dişlerinin arasındaki boşluğa aktarabiliyor ve o zaman, vitesi boşalmış motorlu vâsıta gibi, dizgin hâkimiyetinden kurtularak, kendi inisiyatifi ile hareket edebiliyor.

Gemi azıya alan bir at, yönünü şaşırdığı gibi, nerede duracağını da bilemez. Bu durumdaki bir küheylânın, yapamayacağı ters tavır ve fiil yoktur.

İnsanlar, cemiyetler, devletler de bâzı hâllerde gemi azıya alıyorlar. Müeyyide koyucu ve uygulayıcı (sürücü ve dizgin)nın ortadan kalkması; önce rehâvete, sonra da felâkete yol açıyor.

Gem ve dizgin, terk edilemeyecek kadar mühim. Nizâmın formülü bu ikilide saklı…

Gözümüz, yaş damlaları akıtırken ne kadar perîşânsa, göz damlasını içerken de o kadar şifâya muhtaçdır.

Damla; bütünün, çoğun, yekûnun, âlemin zerre ölçüsündeki küçüğü. Ama, onun küçüklüğü aslâ önemsiz olması mânâsına gelmiyor. Zîrâ, bütün büyüklerin mevcûdiyeti küçüklere bağlı.

Mükeyyifâtın da sembolü olan katre, Ziyâ Paşa’nın beytinde kader hüviyetinde görünüyor:

Bir katre içen çeşme-i pür-hûn-ı fenâdan,

Başın alamaz bir dahî, bârân-ı belâdan.

Katre, nereden bakarsanız bakın, dil zenginliğimizin mütevâzı neferlerinden biri. Daha nice deyim, terim ve özlü söze malzeme olmuş.

Göz mânâsına gelen çeşm ile çeşme, “ akıtma “ fiilinde nasıl da kol kola giriyorlar;

Saçma ey göz eşkden, gönlümdeki odlâre su,

Kim, bu denlü dutuşan odlâre, kılmaz çâre su…

Damladan meded ummadan, deryâya vâsıl olunmuyor. Karınca misâli azimkâr ve çalışkan olmak lâzım, Ahmed Cevdet Paşa gibi.

Mecelle, Medenî Kânun karşılığında kullanılan bir Osmanlı hukuk tâbiri ve Ahmed Cevdet Paşa’yla birlikte hatırlanıyor. Çünkü, orijinal adı Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye olan bu kânun, Cevdet Paşa’nın başkanlığını yaptığı bir komisyon mârifetiyle, ama, en çok da Paşa’nın şahsî emek ve te’lifi ile hazırlanmıştı.

Aslında mecelle; mecmuâ, risâle, kitap gibi, tertîb edilmiş kâğıt topluluğu, tomarı mânâsına geliyor. Lâkin, bu sözlük karşılıkları unutularak, sâdece Cevdet Paşa’nın biyografisinde mühim bir yer tutan hukuk çalışmasına alem olmuş.

Ahmed Hamdi Tanpınar, On Dokuzuncu Yüzyıl Türk Edebiyâtı Târihi isimli eserinde, Cevdet Paşa için:«Devrini tek başına bitiren adam.» der. Buradaki bitirme işi, hakkıyla temsîl etme yerine kullanılmıştır.

Onun kadar değişik sâhalarda çalışan ve hepsinde de zirveye çıkan başka biri var mı? Belki, Kâtib Çelebî, bu hususta Paşa’ya rakîb olabilir. Ama, Cevdet Paşa’nın eğitim çalışmaları, öğretmen okullarının açılması gibi faaliyetleri, Hacı Kalfa’nın karnesinde görülmüyor. Bu kadar mı? Elbette değil. Cevdet Paşa’nın Dünyâ kariyerinde bir de adam gibi devlet adamlığı cephesi var. Günümüzde recül-i devlet iddiasında bulunan nice âdemoğlunun Paşa’dan alacağı dersler, kurslar, ibretler bulunuyor.

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -