Ana Sayfa 1998-2012 Sâmiha Ayverdi'de Milliyetçilik Fikri

Sâmiha Ayverdi’de Milliyetçilik Fikri

Son dönem kadın yazarlarımız içinde edebî ve fikrî açıdan son derece mühim bir yere sahip olan Sâmiha Ayverdi ilgili çevrelerce ne yazık ki gereğince tanınmamaktadır. 1906-1993 yılları arasında yaşamış olan Ayverdi otuz yaşlarındayken “Aşk Budur” adlı tasavvufî romanıyla edebiyat âlemine adım atmış ve hemen her türde eser vermiştir. Fikrî, mânevî plâtformlarda da mühim faaliyetlerde bulunmuş ve seksen yedi senelik ömrünü, ardında otuzu aşkın kitap ve binlerce talebe bırakarak tamamlamıştır.

- Reklam -

Çok cepheli bir insan olan Sâmiha Ayverdi’yi bir makale çerçevesinde anlatmak zor olduğu için onun milliyetçilik anlayışı üzerinde durmayı uygun gördüm. Ceddi, ana tarafından Budin fatihi Gül Baba’ya, baba tarafından ise Girit’te şehit düşmüş Zerdebıyık Hasan Bey’e dayanan yazarımız tipik bir Osmanlı Türk ailesinin mensubudur. Çocukluğu, asker olan babası Hakkı Bey’in devrin mühim şahsiyetlerinin katıldığı selâmlık sohbetleriyle, dayısı Server Hilmi Bey’in muhiti arasında işittikleri ve gördüklerini Allah vergisi hafızasına yerleştirerek geçer. Osmanlı devletinin çöküşüne rastlayan bugünler, küçük Sâmiha’nın fikrî ve mânevî yapısının teşekkül ettiği müstesna bir devredir. Baba Hakkı Bey, fevkalâde dürüst ve vatanperver bir asker olmakla birlikte büyük bir muhabbetle bağlı olduğu kızından farklı düşünmektedir. Biraz da devrin modası gereği Sultan Abdülhamit aleyhine bir havanın hüküm sürdüğü bu sohbetlerde eksikliğini hissettiği bazı unsurları, aynı zamanda dişçi mekteplerinin kurucusu olan dayısı Server Hilmi Bey’in muhitinde bulur. Doğarken beraberinde getirdiği yazarlık istîdâdı ve zihnindeki varoluşa dair meseleler bu iki farklı zeminde onu besleyerek olgunlaştırır. İnas Nümune Mektebi’ni bitirdikten sonra hususî bir şekilde sürdürdüğü tahsili babasının zengin kütüphanesiyle takviye edilince de iş bir tek şeye kalmıştır. Aldıklarını, kaynadıkça kapağını atan bir tencere gibi vereceği günün gelmesine…

Otuzlu yaşlarda girdiği edebiyat dünyasına birer sene arayla sekiz roman kazandırır. Bu kitaplar, tasavvufun ön plâna çıktığı fakat bu arada sosyal ve ahlâkî problemlere de yer verilen edebî değeri yüksek eserlerdir. Kırklı yaşlarda tür değiştiren yazarımız artık tarihî ve fikrî sahada kalem oynatmaya başlamıştır. İmparatorluktan cumhuriyete geçiş, toplumda tabiatıyla sosyal ve kültürel mânâda değişiklikler meydana getirmektedir. Bu safhada yapılan yanlışlar onu, yazmaya daha çok sevk eder. Gerek “İstanbul Geceleri” gerek “Edebî ve Mânevî Dünyası İçinde Fatih” gerekse “Türk Tarihinde Osmanlı Asırları” işte hep bu yürek yanığı ve istikbâl endişesinin vücuda getirdiği eserlerdir. Onun milliyetçiliği, körükörüne kof bir düşünüş olmayıp mânevî haz ve heyecanla beslenmiş ulvî bir fikriyattır. Onun için, Türklük ve Müslümanlık birbirinden asla ayrı düşünülmeyecek kavramlardı. Gözünü açtığı Osmanlı Türkiyesinin sınırları o henüz bir çocukken, şimşek hızıyla daralırken hassas şuuru bir kan ve at ş yumağı hâline gelen vilâyetlerimizin elden çıkışını idrak etmek talihsizliğine uğramıştı. Kalemini, kaybettiklerimizin bedelini daha ağır ödemememiz için kullanmaya kararlıydı. İşte bunun için de birikimlerini kıvrak üslûbuyla kâğıda döküyordu. Gün oldu Fransa’da Ermeni kurşunlarıyla şehit düşen konsolosumuzun annesi olarak kanayan bu yaraya neşter vurdu.1 Gün oldu tedavi için gittiği Londra’daki National Gallery’de Fatih’in, bodrumdaki depoya atılan portresini bulup çıkarttı.2 Gün oldu Karaköy iskelesinde komünist gazete satan gençlerin yanına giderek bir âdet satın aldıktan sonra gözleri önünde yırtıverdi. Bunlar aynı zamanda onun ne kadar aksiyoner olduğunu gösteriyordu. Kendisine telefon ederek hayat hikâyesini isteyen Nesin Vakfı yetkililerine verdiği cevap birçok milliyetçi geçinen zevatın cesaret edemeyeceği kadar mert ve açıktır.3 Bu tutum bazılarına aşırı gelebilir, fakat Sâmiha Ayverdi’nin hayat görüşünde ilk sırada gelen, prensiplerden tâviz vermemektir. Onun nazarında memleketine hıyanet etmiş bir insanın zerrece hükmü yoktur. İsterse dünyanın en iyi edebiyatçısı veya san’atkârı olsun. İşte kâh bir şehit anası kâh bir seyyah olarak ama her zaman millî hassasiyetle dopdolu olarak karşımıza çıkan Ayverdi’nin kendi cümlelerinden bazı örnekler.

“Orhan Bey, bir yandan atının sırtında dalkılıç, huduttan hududa koşa dursun, Türk harsı da, medeniyetin tarihî çehresini işlemek yolunda durup dinlenmeden çalışıp, en uygun hacmi, en muvazeneli nisbeti yakalayarak Türk mucize ve kahramanlığının çehresini vatan topraklarına bergüzâr bırakmakta bulunuyordu.

- Reklam -

Dikkat edecek olursak, gerçekten de Türklerin toprağa fısıldayacakları çok eski ve çok uzun bir hayat destanları vardı. İşte Orta Asya’dan beri bir şifre olmaktan kurtulamamış bu macerayı, bilhassa Bursa’da mücerretlikten çıkararak ete kemiğe bürüdüler. Taşı, mermeri, çiniyi, tahtayı dile getirerek hem aşk ve hikmet vecizeleri söylettiler, hem de bu aşkı ve hikmeti dış tabiata tercüme ve naklettiler…

Demek oluyor ki Türkler Orta Asya’dan efsane ve esatir getirmemişler, demek oluyor ki Osman Bey rüyâsında veya rüyâ motifi içinde hayâle kapılıp, vücudundan yükselen ağacın dünyayı kapladığını ve bu ağacın gölgesinde kalan dağların, ormanların, nehirlerin, ülkelerin ademoğluna nimetli ve bereketli bir hayat getirdiğini boş yere görmemişti.

4Aynen kendisi de milliyetçilik hususunda yukarıda bahsettiği muvâzeneli nisbeti yakalamış bulunuyordu. Bu yolda da edepli fakat cesur bir mücadele yolu tutturmuştu. Sadece eser vermekle kalmıyor, basın organlarını takip ederek toplumda gördüğü aksaklıkları gerek yazılı gerek sözlü olarak ifade ediyordu. Bilhassa Türkçemizin içine düşürüldüğü vahim durumdan çok rahatsızdı. Yüzyıllardır bizim olan bu topraklardaki yer isimlerinin turistik endişe ve cahillikle değiştirilmesi canını fena hâlde sıktığı için bazı firmalarla sıkı bir mücadeleye girişmişti. Devlet ricâlinin ileri gelenlerine de bilhassa millî eğitim ve kültür konusunda uyarıcı sayısız mektup göndermiştir. “Ermeni Meselesi” adlı kitabı ise Amerika’ya varıncaya kadar ilgili makamlara ulaşmıştır. Şüphesiz Sâmiha Ayverdi bu dünyadaki vazifesini kusursuz yapmış bir vatanperverdir. Fakat neşter vurduğu yaralar hâlâ kanıyorsa bunun tek sorumlusu o basiretli ikazlardan gereken dersi almamış olan yetkili mercilerdir. Gene de gösterilen gayretlerin bir kısmı boşa gitmemiş olacak ki Türk kültürü Sâmiha Ayverdi’nin gayretleri doğrultusunda bazı güzellikleri de yaşayabilmektedir. İşte geçtiğimiz sene Yapı Kredi Kültür Sanat tarafından getirilen Centile Bellini’nin Fatih portresi. Topkapı Sarayı’ndaki “Tesâvir-i Ali Osman” sergisinde bu resmi görüp de kendisinin bu konudaki hassasiyetini yakından bilen biri olarak heyecanlanmamak kabil miydi?

- Reklam -

Sâmiha Ayverdi Türk insanının imânına musallat olan misyonerlerle de epey uğraşmış ve bu arada hicrî 1400. yıl dolayısıyla Müslüman devlet başkanlarına hitaben bir de kitap kaleme almıştır.5 Kendisinin milliyetçilik anlayışını anlatmaya çalışırken bu konulardan bahsetmem belki yadırganabilir, fakat ona göre meselelerin özü Müslüman Türk gerçeğinin yeterince anlaşılamamış olmasından kaynaklanmaktaydı. Bunun için de İslâm dünyasının kendisine çeki düzen vermesi gerekiyordu. Onun ifadesiyle “Dünyanın Görüp Göreceği Tek Efendi Millet” olan Türklerin bu noktada sorumluluğu büyüktü. Aynen şöyle diyordu: “Türk devlet geleneğinin en önemli unsurlarından biri olan hoşgörü sayesinde, Osmanlı Devleti, tarihte hiçbir devlete nasip olmayacak şekilde, halklarını barış, huzur ve refah içerisinde asırlar boyunca bir arada yaşatmıştır. Siyaset gereği, en doktrinasyon yani sosyalleştirme metod ve usullerine baş vurmadan, büyük devletlerin yaptığı gibi azınlıkları asimile etmeden, bunu asırlar içerisinde sürdürmüş; haklı olarak tarihe “Osmanlı Asırları” damgasını vurmuştur.”

6Aslında Sâmiha Ayverdi’nin hemen bütün eserleri onun milliyetçilik anlayışının mükemmel örnekleridir. Onun için en doğru olanı, eserlerini teker teker ve dikkatle sindirerek okumaktır. O, oturduğu muhitin esnafını tek tek dolaşarak Noel Baba ve yılbaşı rezaletine karşı uyarırken yazdıklarını yaşayan bir insanın ruh sükûneti içindeydi. Millî ve mânevî değerler onda bir yaşama biçimi hâline gelip kitaplarında en rafine ve sanatkârâne şeklini bulmuştu. Ve bu edibâne söyleyişlerde hassas olduğu kadar da cesur bir haykırış gizliydi. Başka bir deyişle o millî ve mâşerî vicdandı. İşte gene bir örnek:

“Toprağı îlâ-yı kelîmetullah adına Türkleştirmek savaşını, yaşanmış bir prensip hâlinde gerçekleştiren Müslüman Türkler, bin sene evvelinden beri hep aynı gaye uğruna can baş fedâ etmişler, Kızıl Elma’nın uğrunda tozu dumana katarak koşmaktan yılıp usanmamışlardır…

İşte Müslüman Türk’e vatanı hazırlayanları ve bu uğurda yediden yetmişe maddê-mânevî cihad yolunda gecesini gününü, varını yoğunu fedâ eden uluları, Türk gençliğine duyurmamakta gaflet gösterdikçe de onların on parmağının yakamızdan tutarak bizden hesap soracağını neden hiç düşünmemekteyiz?”7 Millî bütünlüğümüzün ve bizi biz yapan değerlerin en büyük düşmanı olduğuna inandığı komünizm ile de çetin bir mücadeleye girmişti. İşte bu mücadelenin değişik bir yüzü:

“Ey gafil ve cahil Hristiyan Kardeşlerimiz!

Allah’ın kulu ve Hazret-i Muhammed’in ümmeti olan biz Müslümanları neden taciz ediyor, kendi hâlimize bırakmıyorsunuz? Biz, Müslüman olmakla zaten hidâyete ermiş ve kurtulmuş bir ümmetiz. Onun için de, sizin kurtuluş müjdenize ihtiyacımız yoktur.

Asıl kurtuluşa ihtiyacı olan sizsiniz. Çünkü biz, Hazret-i İsa’yı Hak Peygamberi olarak tanıdığımız hâlde siz Hazret-i Muhammed’i tasdik etmiyor, üstelik de O’nun ümmetini yoldan çıkarmak için bu kadar zahmet ve külfetlere giriyorsunuz.

Ey Hristiyan Kardeşlerimiz!

Size bir tavsiyemiz var: Madem ki propaganda yapacak bu kadar çok paranız ve etrafa dal budak salmış teşkilâtınız var, şu hâlde bu parayı ve emeği, sizin Peygamberinizi tasdik etmiş Müslümanları rahatsız etmeğe değil, Müslümanların da Hristiyanların da hattâ bütün dinlerin de düşmanı olan komünizmi ezmeye sarfedin!

Bizden size bir zarar gelmez. Fakat komünizm denen afet dünyaya biraz daha dişini tırnağını geçirecek olursa Hristiyanlığın uğrayacağı büyük tehlikeyi işte o zaman anlamış olursunuz.

Hristiyan Kardeşlerimiz!

Düşmanımız müşterektir. Onun için birbirimizle uğraşmayalım da, birleşip el ele vererek hep beraber, komünizm devinin başını kesmeye uğraşalım.”

8Eğer örnekleri artırırsak, bu yazı gereğinden fazla uzayacaktır. İyisi mi biz sözü şöyle bağlayalım: Ayverdi adı gerek edebiyat gerek kültür hayatımızda bir ekol olmakla kalmayıp millî ve mânevî şuura sahip nesillerin yetişmesinde büyük rol oynamış bir anahtar kelimedir.

DİPNOTLARI

1- Türkiye’de Ermeni Meselesi. Bir Şehit Anasına Tarihin Söyledikleri. 1976

2- Ne İdik Ne Olduk? 22-25

3- Sâmiha Ayverdi Bibliyografyası. 1999, s. 413

4- Türk Tarihinde Osmanlı Asırları. 4. Baskı. 1999, s. 109-111

5- Kölelikten Efendiliğe 1978.1987

6- Bağ Bozumu. 143-146

7- Hey Gidi Günler Hey, Feth-i Mübîne Doğru. s. 14-17

8- Misyonerlik Karşısında Türkiye. s. 3-4, 1969.

İSTANBUL’UN FETHİ VE FATİH SULTAN MEHMED

İstanbul’un fethinin 548. yıldönümü Türk Edebiyatı Vakfı’nda yapılan bir toplantıyla kutlandı. Toplantıda konuşan dergimiz sahibi Altan Deliorman, doğu-batı mücadelesinin tarihî seyri içinde fethin yerini ve önemini belirtti. Deliorman, ayrıca Fatih Sultan Mehmed Han’ın askerî, siyasî, ilmî yönlerindeki dehasını da açıkladı. Prof. Dr İskender Pala da Fatih’in edebî şahsiyetini anlattı. Fatih’in şiirlerinden örnekler veren Prof. Pala, bunlardan bazılarını açıklamalarla sundu. İlgiyle takip edilen konuşmalar, dinleyici sorularının cevaplandırılması ile sona erdi (30 Mayıs 2001).
 

Orkun'dan Seçmeler

Bozkurt

- Reklam -