Ana Sayfa 1998-2012 Pişmanlık da Fazilettir

Pişmanlık da Fazilettir

Biz, Süleyman Nazif’i şairliği kadar polemikleri ve en çok da İstanbul’un işgali üzerine kaleme aldığı o dehşetli “Kara Bir Gün” yazısıyla tanırız. Mütareke basını, saraya hülûs çakarken ve işgalcilere hoş görünmeye çalışırken onun bu canhiraş feryadı İstanbul semalarında bir ümit ışığı gibi parlamıştı. Az sonra işgal makamları onu tutuklatıp sürgüne, Malta’ya gönderdiler. Bu arada, adeta teşhir etmek için, onun da aralarında bulunduğu beş kişilik kafileyi, süngüler takmış bir İngiliz müfrezesi, güpe gündüz Arapyan Hanından Tophane Rıhtımı’na kadar yürüttü.

- Reklam -

Aslında “Kara Bir Gün” makalesi tahammülün sonuna gelindiği için yazılmıştı. Yani sabır taşı çatlamıştı. Bu zalimce tavra Süleyman Nazif bile tepki göstermişti. “Bile…” diyoruz. Çünkü, o güne kadar bu tanınmış şairin milliyetçiler yanında yer aldığı görülmemişti. Onun millet, milliyet, tarih telâkkileri çok başkaydı. İçtihat dergisinde yayımlanan “Darülfünûn-ı Osmanî Türk Tarih-i Medeniyeti muallimi Ahmet Agayef Beyefendi’ye” başlıklı yazısında şunları dile getirmişti:

“Azizim, müdafaa-i milliyeyenin encümen-i mahsusunda da alenen söylemiştim ki, her Müslüman Osmanlı gibi, benim iki an’anem ve iki akide-i içtimaiyem var: Biri dinî, diğeri millî. An’ane-i diniyem hicret-i Nebeviyenin on sene evvelinden, an’ane-i milliyem ise 669 senesinde n başlar…

Arap bizim mürşidimiz, üstadımız, mürebbimiz, her şeyimizdir. Arabınkini Araba, Aceminkini Aceme iade edersek elimizde uzun kollu bir hırkadan başka bir şey kalmaz.”

Başka bir yazısında ise o dönemdeki Türkçülerin faaliyetlerini zararlı, yıkıcı ve tehlikeli gördüğünü ifade ediyor. Çok da anlaşılmayacak gibi olmadığı için aynen aktarıyorum:

“Türkçülerin milliyet-perverliği tabiat-ı vakayıa namülâyim olduğu kadar muzır, muhrib, mühliktir. Bununla bir istikbal-i ekmele tekarrub değil, Asyâ-yı vasatî ve kurun-u vustâya doğru irtica edilmek isteniliyor. Aklı başında olan hiçbir kavm binnisbe daha mükemmel olan hâlini bir mazi-i müşevveşe feda etmek istemez. Siz Osmanlıların tarih-i hususîsindeki mefâhiri, mesâibi, hâtıratı tedvin ile vicdan-ı milliye esas-ı metin izhar edecek yerde büsbütün yabancı şeylerle iştigal –tâbirimi lütfen mazur görünüz- vicdan-ı Osmaniyeyi idlâl ediyorsunuz.Biz bildiğiniz ve istediğiniz gibi Türk değiliz ve olamayız. Lisanımız bile Buhara’nın hatta Kırım’ın lehçelerinden büsbütün farklıdır…” Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Millî Talim ve Terbiye Merkezi’nde verdiği konferansta ise “Ben, Osmanlı devrinden evvel bir Türk tarihinin mevcut olduğunu kabul edemem. Türk tarihi, Osmanlı tarihinden ibarettir. Osmanlı hanedanlığından evvel zikredilmeğe lâyık hiçbir şey yoktur” diyordu.

Gün olmuş, devran dönmüş, Birinci Dünya Savaşı başlamış, Arap ve Arnavut gibi Müslüman teba da isyan ederek düşmanla iş birliği yapmıştır. Yani, şairin o kadar hararetle savunduğu Osmanlıcılık kısa zaman iflâs etmiştir. Süleyman Nazif, şimdi bu yazdıklarından pişmandır. “Şimdi pişman ve mahcup, ırkımdan af niyaz ediyorum” başlıklı bir yazı kaleme alır:

- Reklam -

“Ben, Türk olmayan toprakdaşlarımın hatırına hürmeten, dedelerimin örf ve âdetine, tâ ferdâ-yı izmihlâle kadar sadık kaldım. Şimdi anlıyorum ki, ben, bu cömertlik israfiyle zavallı ırkıma ihanet etmişim. Lisan ve kalemimle kırmış olduğum kalpler karşısında ben şimdi pişman ve mahcup, ırkımdan af niyaz ediyorum. Türk’ün bu hatırbilir hassasiyetini Türk olmayan hiçbir Osmanlı takdir edemedi. Ve hemen hemen hepsi bizden birer birer ayrıldılar. Hem de nasıl ve ne suretle!

Hâlâ kıymeti bilinmeyen, hâlâ faziletleri ayıp ve âr suretinde teşhir edilmek istenen Türk’ün bugün ortada birkaç harap vilâyeti ve bir avuç yorgun evlâdı kaldı. Firaş-ı elemimde (elem döşeğimde) kıvranırken bile, ben kendi Türk’ümü şimdi daha heybetli ve daha büyük görüyorum. Her muhabbetimi, her aşkımı kavmime vakf ve hasrettim.

Türk güçlü iken, insanlığın en seçkin safında yer almaktaydı. Zaafa ve helâka uğratılmak istenince, şimdi benim nazarımda, insanlığın daha üzerine çıktı. Onun ölmeyen ve hiçbir vakit ölmeyecek ruhu, mazinin şanlı sınırlarını geleceğin sahifelerine de yine yazacak ve daima yazacaktır.

Avrupa ile Afrika’daki topraklarımız elimizden gittikten ve Asya’daki dâr ü diyârımız tarümar olduktan sonra, benim için sevecek, mazisi ve istikbaliyle uğraşılacak yalnız Türk soyu ve kavmi kaldı. Etnoğrafya âlimi olmaya hacet yok. Ufacık bir inceleme ve araştırma ile gördüm ki, dünya üzerinde yaşayan ırkların ve milletlerin en büyüğü, en asili, en fevkalâde olanı ve en çok mucize göstereni Türk’tür.”

Nereden nereye!.. İlme ve gerçeklere tamamen göz yuman inkârcılıktan aşırı övgüye. Diyelim ki şair hassasiyeti, insanı böyle uç noktalara sürükleyebiliyor. Ama, bugün, bir zamanların Süleyman Nazif inkârcılığını bile bile ve ısrarla sürdürenlerin çoğu şair filân değil. Yani yaptıklarını taammüden yapıyorlar. Türkiyemizin ve Türklüğün meselelerine Türk gözüyle değil, yabancıların çıkar gözlüğüyle bakıyorlar. Yabancı ellerin kurdurduğu vakıfların sözcülüğünü yapıp Mütareke basını ağzıyla konuşuyorlar. Bunların benzerleri, Türk’ün zafer yıldızı parlayınca ya sürgüne gitmişler yahut imana gelip ehlileşmişlerdi.

- Reklam -

Acaba bugünküler Süleyman Nazif ölçüsünde haysiyetli olmayı başarabilecekler mi?
 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -