Ana Sayfa 1998-2012 PÎRÎ- REMZÎ-I

PÎRÎ- REMZÎ-I

YAHYÂ BÂLÎ

- Reklam -

Türk târihinde, devlet prizmasının iki numaralı makâmı, bir numaranın doğru okunmasına dâimâ rehberlik etmiştir. Zamân içinde; “başbakan, başvekil, sadr-ı âzam, vezîr-i âzam, başvezîr” sıfatlarını taşıyan bu iki numara, devlet gemisinin dümenini, bir numara adına çevirmiştir. Onun dirâyet, kâbiliyet, tecrübe ve şahsiyeti, Türk Devleti’nin fotoğraf karelerine çok koyu renklerle aksetmiştir. Bir bakıma, devletin itilâ, ihtişâm, debdebe ve cihâna tapu çıkarmasıyla; tereddî, inkıraz, izmihlâl ve istiskali, hep iki numarada oturanların mârifetleriyle gölge vermiştir.

Oğuz Kağan Destânı’nda adı geçen ve milletimizi ululayan “Uluğ Türk”; kendi adını taşıyan âbideyi diktirip üzerindeki metni de bizzat kaleme alan, ilk Türk müellifi “Tonyukuk”; Sultan Alp Arslan ile oğlu Melikşâh’a vezîrlik edip Anadolu’nun ikinci Türk anavatanı olmasında devlet teknesinde hamur yoğuranlardan “Nizâmülmülk”; akl-ı selîme en çok ihtiyaç duyduğumuz demlerde, hemen her köşeye şemsiye tutan “Koca Râgıb Paşa”, iki numara deyince dilden, kalemden dökülen ilk isimler.

Bu “Koca Türk”ler arasında, Yavuz Sultan Selîm’in son, Kaanûnî Sultan Süleyman’ın ilk sadr-ı âzamı olan Pîrî Mehmed Paşa’nın da anılması lâzım. Üstelik o, “Selîm-i Evvel” menendindeki bir şedîd-mizâca bend olmak gibi müstesnâ bir mevkii de elinde tutabilmiştir.

Osmanlı Devleti’nin en yukarıdaki ricâlini, milliyetlerine göre tasnîf etmek, ne kadar isabetlidir? Bilemeyiz ama, bilhassa vezîr-i âzamların bu açıdan değerlendirilmesinde, Türk’ün “ebed-müddet” renkleri bakımından pek çok fayda vardır. Bunda, Osmanlı hakîkatinin göz ardı edilmesi gibi art niyetler aranmamalıdır. Çünkü, bütün “halita” özelliklerine rağmen, Osmanlı’nın mayası özbeöz Türk’tür.

İstanbul’un fethini müteâkib önce azl, bilâhere de îdâm edilen Çandarlı Halil Paşa’dan sonra, iki numaralı koltuğa oturanlar, Türk ve devşirme olmak üzere rakîb gruplara ayrılmışlardır. İsmâil Hâmî Dânişmend’in “parti” adını verdiği bu gruplar, Pâdişâh’ın setrettiği perdenin arkasında, kıyasıya bir mücadelenin içinde yer almışlardır. Maalesef, ilerleyen devirlerde Türk Partisi’nin aleyhine, Devşirme Partisi’nin lehine cereyân eden sadr-ı âzam tâyinleri, Osmanlı Devleti’ne dâimî istikrarsızlık getirmiştir.

Türk sadr-ı âzamlar zincirinin en sağlam halkalarından biri ve belki en ufuklusu Pîrî Mehmed Paşa’dır. Siyâset piyasasında “Pîrî” unvanıyla şöhrete ulaşan Mehmed Paşa, Aksaraylı bir âilenin çocuğudur. Tanınmış âlim ve müderrislerden Cemâleddin Aksarâyî, Pîrî Mehmed Paşa’nın soy kütüğünde büyükbaba olarak yer tutuyor.

- Reklam -

Pîrî Mehmed Paşa’nın babası Muhyiddin Mehmed Çelebî, Aksaray’ın Osmanlı Mülkü’ne ilhakından sonra tehcîre tâbi tutulmuş ve Amasya’ya gönderilmiştir. Bu tehcîr karârının ardında, Aksaray’ın da içinde bulunduğu Orta Anadolu toprakları üzerindeki Osmanlı-Karaman-Kadı Burhâneddin, hattâ Memlûk çekişmesinin, târihe ve coğrafyaya bıraktığı yakışıksız izler aranmalıdır. Timur markalı hâile ise, anılan sevimsizlikleri aratacak bir kirlilikte görünmektedir.

Doğum târihi tam olarak bilinmeyen Pîrî Mehmed Paşa’nın, Aksaray’da mı, Amasya’da mı doğduğu da belli değildir. 1532’de Edirne’de öldürüldüğü ve hayli ilerlemiş bir yaşta Dünyâ’dan ayrıldığı hesaba katılırsa, doğumunun, Sultan II. Murâd Hân’ın son yıllarına veyâ Fâtih Sultan Mehmed’in ikinci iclâsına şâhit olan günlere rastladığı söylenebilir. Böyle olunca, sözü edilen tehcîr karârının da bu iki hükümdârdan birinin icraatına dâhil olduğu anlaşılır. Özellikle İkinci Murâd Hân’ın devrindeki Osmanlı-Karaman münâsebetleri ile Memlûk nüfûz sâhasındaki diplomatik mücâdele, Pîrî Paşa ve âilesinin Amasya’ya hicretini açıklayacak malzemeye sâhiptir. Ayrıca, Timuroğlu Şâhrûh’un ikide birde şâyiâsı yükselen batı yönündeki seferleri, Amasya’yı tahkîm etmeyi lüzûmlu kılıyordu. Bu tahkîme, nüfus takviyesi de ilâve edilmişti.

Pîrî Mehmed Paşa’nın, Amasya’da doğup doğmadığı belli değil ama, çocukluğunun ve ilk gençlik yıllarının orada geçtiği biliniyor. Nice şehzâde ve sultâna târihî dekor teşkil eden Amasya, Yeşilırmak sularının şırıltısı içinde, Pîrî Mehmed Paşa’ya da beşik olmuştur. Zâten, Osmanlı târihinin hangi sayfasını açarsanız, sizi huzûra, sükûna ve de rahatlığa dâvet eden bir Amasya dokunuşu ile karşılaşırsınız. Amasya’sız Osmanlı vâkıâsını anlama k da, anlatmak da zor görünüyor.

Pîrî Mehmed Paşa’nın büyük atası Cemâleddin Aksarâyî, Selçuklu ulemâsından, meşhûr Fahreddin-Er-Râzî’ye bağlanıyor. Pîrî Paşa’nın babası Muhyiddin Mehmed Çelebî, Sultan Bâyezîd-i Velî döneminin Halvetî şeyhlerindendir. Hattâ, Halvetîyye’nin “Cemâlîyye” kolunu da Muhyiddin Mehmed Çelebî kurmuştur. Bu yüzden kendisine “Şeyh Cemâl-i Halvetî” de denmiştir.

Tasavvuf ve ilim dünyâsında böylesine mârûf bir babanın oğlu olarak, medrese tahsîlini Amasya’da tamamlayan Pîrî Mehmed, ilk resmî vazîfesini Amasya Mahkeme-i Şer’îyesi’nde aldı. Kısa sürede bu mahkemenin baş-kâtipliğine getirildi (1491). O esnâda, Fâtih’in büyük oğlu Şehzâde Bâyezîd Amasya vâlisi idi ve baba-oğul Muhyiddin Mehmed Çelebî ile Pîrî Mehmed’i yakından tâkib ediyordu. Fâtih Sultan Mehmed’in vakitsiz vefâtı üzerine Osmanlı tahtına çıkan Bâyezîd, pek çok Amasya ulemâsı ile san’atkârını İstanbul’a aldırttı. İstanbul’a gelen Amasyalılar arasında, Muhyiddin Mehmed Çelebî ile oğlu Pîrî Mehmed de vardı.

- Reklam -

Pîrî Mehmed’in, İstanbul’da fazla kalmayıp, Sofya’dan başlayarak Silivri ve Siroz (Serez) kadılıklarına tâyin edildiğini (1498-1499), son olarak da İstanbul içinde Galata Kadılığı’nda bulunduğunu görüyoruz. İlmiyye yolunun mühim kademelerinde başarılı mesâîlere imzâ atan Pîrî Mehmed, yine İstanbul’daki Fâtih Sultan Mehmed İmâreti’nin mütevellîliğine getirildi. 1508’de, ilmiyyeden kalemiyyeye geçiş yaparak Hazîne Defterdârı oldu.

Sultan İkinci Bâyezîd’in son saltanat yıllarına damgasını vuran iki önemli hâdise, Şâh İsmâil’in Anadolu’daki propagandası ve şehzâdelerin mücâdeleleri olmuştu. İsmâil Safevî’nin, Osmanlı Devleti’ni yıkmak maksadıyla kullandığı mezheb silâhı, Tebrîz’e çok uzak bir yerde, Antalya dolaylarında patlamıştı. Kendine “Şâh-Kulu” dedirten bir sergerde, Kütahya’ya kadar gelmiş, etrafa korku, dehşet ve endişe saçmıştı.

Safevî Şahının ustalıklı politikası, Osmanlı Ülkesi’nde kararsızlık ve umutsuzluk rüzgârları estirmeye başlayınca, daha babaları hayatta iken, Bâyezîd-i Velî’nin oğulları kıyasıya bir saltanat savaşına başlamıştı. Selîm, Ahmed, Korkud arasında geçen ve ilk günlerde Şehinşâh’ın da katıldığı bu kardeş kavgası, iyice acımasız bir hâl almıştı.

Bütün bu gelişmeleri, Hazîne Defterdârlığı’nda bulunarak tâkib eden Pîrî Mehmed, pek çok âkil devlet adamı gibi, memleketin selâmetini, Şehzâde Selîm’in cülûsunda görüyordu. Zâten, müstakbel vukûât da bu istikâmette gelişti ve 1512’de Bâyezîd-i Sânî, tahtını oğlu Selîm’e devretti. Yeni hükümdâr, Pîrî Mehmed’i “Şıkk-ı Evvel” veyâ “Baş Defterdâr” da denilen Rûmeli Defterdârlığı’na tâyin etti. Bu vazîfesinde daha çiçeği burnunda iken, İran Sefer-i Hümâyûnu başladı.

Pîrî Mehmed Çelebî, seferin iâşe ve menzîle müteallik hizmetini üstlendi. Ordunun lojistik desteği, Pîrî Mehmed’in titiz gayreti ve hassas programıyla, mükemmel şekilde sağlandı. Anılan çaba, Pâdişâh’ın takdîrine erişti. Fakat, Pîrî Mehmed’i Yavuz nezdinde yukarılara çeken, Çaldıran arefesinde aktedilen müşâvere meclisindeki görüş ve tesbitleri oldu.

Uzun, zahmetli bir yolculuktan sonra, Tebrîz yakınlarındaki Çaldıran (Van’ın Çaldıran kasabası değil) Ovası’nda Şâh İsmâil’in ordusuyla karşılaşan Osmanlı ümerâ ve beylerinde, o günü dinlenerek geçirip, ertesinde muharebeye tutuşma fikri hâkimdi. Sâdece Rûmeli Defterdârı Pîrî Mehmed Çelebî, aksi düşüncedeydi. Ona göre, aynı dili konuşan iki ordunun, birbiri içine sokulmuş câsus, tarafdâr ve propagandacıları vardı. Osmanlı ordusundaki Şâh İsmâil yanlılarının çıkaracağı fesad, pek çok hesâbı bozabilirdi. Bu yüzden, hiç beklemeden ve vakit kaybetmeden muharebeye başlamalı, dinlenme faslını zaferden sonraya bırakmalıydı. Yavuz Sultan Selîm Hân da Pîrî Mehmed Çelebî ile aynı kanaatteydi. Meşverete katılan devlet erkânına: “İşte içinizdeki tek rey sâhibi!” diye sitem eden Osmanlı Hâkânı, Rûmeli Defterdârı’nı kastederek: “Yazık ki, onu vezîr yapmamışım..” demiştir.

23 Ağustos 1514 günü, târihin kayıtlarına altın harflerle geçen Çaldıran Zaferi’nin fikir mîmârı sıfatıyla, Yavuz Sultan Selîm’in yanı başında yer alan Pîrî Mehmed Çelebî, gördüğü takdir-i hümâyûnun bir neticesi olmak üzere, İkinci Vezîr Dukakinzâde Ahmed Paşa ile birlikte Tebrîz’in zaptına ve muhâfazasına memur edilmiştir. Defterdâr unvânını taşıyan bir devletlûnun, tamamen seyfiyyeye âit bir vazîfeye lâyık görülmesi, onun, Hünkâr katındaki kıymetiyle izâh edilebilir. Öte yandan, tevcîh edilen bu askerî misyon, Pâdişâh’ın, Mehmed Çelebî’yi vezîr yapma hazırlığının ilk adımı şeklinde de değerlendirilebilir. Yavuz Sultan Selîm Hân, Çaldıran’ın mukaddimesi olan Meşveret Meclisi’nde kendinde vehmettiği vezâret nasbındaki isâbetsizliği ber-tarâfa niyetlenmiş, Pîrî Mehmed Çelebî’nin “Paşa”lık günlerinin yaklaştığına “Sultânî” işâretler göndermeye başlamıştı.

Çaldıran’daki gazâ meydânından kaçarak canını kurtarabilen Şâh İsmâil, hanımı Tâclu Hâtûn’un da içinde bulunduğu efrâd ve eşyâsını orada bırakmış, sür’atle girdiği Tebrîz’de de kalamamış, pây-ı tahtını terk etmişti. İşte, Dukakinzâde Ahmed Paşa ile Pîrî Mehmed Çelebî’ye, Tebrîz’e yürüme emri, bu şartlar içinde verilmişti. Tez zamanda Tebrîz’i zapt u rapt altına alan bu ikili, Şâh’ın hazînesini de devlet kayıtlarına geçirmişti. Osmanlı Pâdişâhı’nı pek memnûn eden bu mesâî, Pîrî Mehmed Çelebî’yi de vezîrliğe taşıdı. O sırada azledilen Üçüncü Vezîr Mustafa Paşa’nın yerine, Rûmeli Defterdârı tâyin edildi ve artık bundan sonra onun resmî sıfatı “paşa” oldu (15 Ekim 1514).

Pîrî Mehmed Paşa’nın, vezîr olarak ilk vazifesi, sefer dönüşündeki ordunun zahîre ihtiyâcını karşılamaktı ve bu maksatla, yabancısı olmadığı Amasya’ya gönderildi. Bir müddet sonra, Ordu-yı Hümâyûn da Amasya’daydı. Vezîr-i âzam Dukakinzâde Ahmed Paşa’nın kışkırttığı bir kısım yeniçeri kazan kaldırdı. 22 Şubat 1515 günü, Hâce-i Sultânî Halîmî Çelebî ile Pîrî Mehmed Paşa’nın Amasya’da oturdukları evler, âsî yeniçeriler tarafından yağma ve tahrîb edildi. Yavuz Sultan Selîm, hâdisede dahli olduğunu öğrenir öğrenmez, Sadr-ı âzam Dukakinzâde Ahmed Paşa’yı îdâm ettirdi. İstanbul’a varınca başlattığı soruşturma sonunda, vazîfede ihmâlleri bulunduğu gerekçesiyle İskender Çelebî, Tâcîzâde Câfer Çelebî ve Sekbanbaşı Balyemez Osman Ağa’yı katlettiren Pâdişâh, elleri bağlı vaziyette huzûruna çıkarılan Pîrî Mehmed Paşa’yı da vezâretten azledip Silivri’deki çiftliğine gönderdi. Üç gün sonra, Sultân’ın dâveti ile Dîvân’a gelen Pîrî Mehmed Paşa, 22 Ağustos 1515’de Hünkâr’ın elini öptü, vezîrlik pâyesi iâde olundu.

Yavuz Sultan Selîm’in bu inişli-çıkışlı kararları, devlet mekanizmasının işleyişi yönünden ele alındığında, Hünkâr lehine bir tablo meydâna çıkarır. Çünkü, Sultan Bâyezîd-i Velî’nin müsâmahakâr tavırları yüzünden, Osmanlı Devleti neredeyse yok olma noktasına itilmişti. Âsâyiş ve disiplin hususlarında hiç tâviz vermeyen Sultan Selîm, en ufak ihmâl veyâ unutmayı şiddetle cezâlandırıyor, devletin ömrüne adanmış hükümdâr hüviyetiyle târihin karşısına çıkıyordu. Pîrî Mehmed Paşa’nın aslâ vârid olmayan musavver kusurları, bu titiz pâdişâh adesesinde cezâya dönüşüyor; muhâkemeye vicdân müdâhil olunca da, nedâmet ve merhamet gâlip geliyordu. Dünyâ târihinde, devlet ciddîyetini Yavuz ölçüsünde tartıya çıkarmış bir ikinci tâcdâr göstermek, pek kolay değil…

Çok geçmeden, Diyarbekir havâlisinden gelen düzen bozucu haberler, ortaya yine şedîd bir Yavuz çıkarır. Sadr-ı âzam Hersekzâde Ahmed Paşa ile Pîrî Mehmed Paşa, bu hışm-ı hümâyûndan nasîblerine düşeni alırlar ve 26 Nisan 1516 sabâhı, elleri bağlanarak Yedikule Zindanı’na konurlar. O, tanıdık, nâdim Yavuz, fazla gecikmez; yeni Sadr-ı âzam Hâdım Yûsuf Sinan Paşa’nın da şefaatçi olmasıyla, aynı günün akşamı iki paşa da serbest bırakılır. Hemen ardından, Sultan Selîm-i Evvel’in Mısır Sefer-i Hümâyûnu başlar. Osmanlı Hükümdârı, mâzûl durumdaki Pîrî Mehmed Paşa’yı İstanbul Muhâfızı tâyin ederek yola çıkar (31 Mayıs 1516).

Mısır Seferi, yalnız Yavuz devrinin değil, daha geniş mânâda Türk ve Dünyâ târihlerinin pek mühim gelişmelerinden biridir. Yavuz Sultan Selîm, bu harekât neticesinde, Kürre-i Arz’ın ikinci büyük devletini ortadan kaldırmış, siyâsî olduğu kadar, dinî hasletleri de öne çıkan başarılar kazanmıştır. Osmanlı ordusunun öncü kuvveti olarak hareket eden Sadr-ı âzam Hâdım Yûsuf Sinan Paşa, Merc-i Dâbık ile Ridâniyye arasına, Hân-Yûnus zafer parantezini koymuş ve Sînâ üzerinden Kâhire yolunu açmıştı.

Ridâniyye’de, Tomanbay’ın gözü pek fedâîleri tarafından, Yavuz niyetine şehîd edilen Yûsuf Sinan Paşa, Osmanlı Pâdişâhı’nın gönül tellerini titretmiş, diline gözyaşı damlatmış: “Mısır’ı aldık ammâ, Yûsuf’u kaybettik…” feryâdını Nil sularına akıtmıştı. Yavuz Sultan Selîm’in saltanat yıllarında, bedduâ repertuarına: “Allâh seni Sultan Selîm’e vezîr etsin!” cümlesi girmişti. Çünkü, Yavuz’a vezîr dayanmıyordu. Bu vezîrlerin âkıbeti de, çoğunlukla çadırları başlarına yıkılmak, yâni katledilmek şeklinde tecellî ediyordu. Anılan vezîr kıtâli yüzünden, o makâm ve pâyelere nasbedilenlere, halk muhayyilesinde baht yerine bahtsızlık elbisesi biçiliyordu.

Yavuz-fıtrat Osmanlı Pâdişâhı’nın, bu derecede asabî ve de keskin görünüşü, aslında eşyanın tabiatı ile îzâh edilebilir. Kevniyâtın, zıddı ile yaradılışındaki hikmet, Bâyezîd-i Velî devrinin aksü’l-amelini, Sultan Selîm’in icraatında aynîyete kavuşturmuştur. Gece ile gündüz, siyahla beyaz, tatlı ile acı arasındaki vâr oluş sırrı, Bâyezîd ile Selîm’de de tezâhür etmiştir. Bıçağın keskin tarafının kıymet-i harbîyesi, nasıl küt ucunun varlığına bağlıysa; Yavuz’un hiddetinde de Bâyezîd’in yumuşaklığını aramak lâzımdır.

Yûsuf Sinan Paşa’nın yerine sadâret makâmına getirilen Yûnus Paşa da, nice selefiyle aynı kaderi paylaştı ve Ordu-yı Hümâyûn Mısır’dan dönerken katline fermân çıktı. İstanbul Muhâfızlığı’na ilâve olarak, yeni ihdâs edilen “Arab ve Acem Kazaskerliği” de kendisine verilen Pîrî Mehmed Paşa, Şam’da konaklayan Pâdişâh’ın huzûruna dâvet edildi. İstanbul’dan yola çıkan ve sür’atle Şam’a ulaşan Pîrî Paşa, 25 Ocak 1518 günü, Yûnus Paşa’dan boşalan sadâret-i uzmâ makâmına getirildi, mühr-i hümâyûn kendisine tevdî edildi.

Pîrî Mehmed Paşa’nın bu şekilde taltîfinde, hem Pâdişâh nezdindeki temiz intibâı, hem de Mısır Seferi esnâsında İstanbul’da yürüttüğü vazîfedeki dirâyeti, bilhassa askerin maaşının temini husûsundaki üstün gayreti etkili olmuştur. Pîrî Paşa, yine İstanbul Muhâfızı iken, hazırlatıp yola çıkardığı 82 parça gemiyle, ordunun ihtiyaç duyduğu erzakla topları Mısır’a göndermişti.

Yavuz Sultan Selîm, yeni Sadr-ı âzam’ıyla Haleb’e geldiğinde, ordusunun muhtelif birliklerinden teşekkül ettirdiği hatırı sayılır bir kuvveti Pîrî Mehmed Paşa’nın emrine verdi ve onu, muhtemel karışıklıkları önlemek maksadıyla Fırat boyunda bıraktı. Mehmed Paşa, esas ordudan ayrıldı ve Pâdişâh’la dönmedi. 6 ay kadar Fırat kıyılarında âsâyişi temin için dolaştıktan sonra, 28 Ocak 1519 günü İstanbul’a girdi. Sadr-ı âzamlığının bu ilk mesâîsinde, Diyarbekir çevresindeki İran nüfûzunu kıran, Kuzey Irak’ta bir kısım arâziyi fetheden ve kazanılan toprakların tahrîrini yaptıran Pîrî Mehmed Paşa, anılan işlerin ehli olduğunu etrâfına ve Pâdişâh’a isbât etti.

Pîrî Paşa’nın İstanbul’a geldiği günlerden birinde, Topkapı Sarayı’nın bahçesinde Paşa’yla baş başa yürüyüşe çıkan Yavuz Sultan Selîm, Mısır Seferi’nin siyâsî, ekonomik ve dinî neticelerini üst üste koyup, Mehmed Paşa’ya hitâben: “Bir seferde Nebîler Diyârı’nı fetheyledik geldik. De bakalım Paşa, bu devletin sırtı, bundan sonra yere gelir mi?” diye mağrûrâne bir soru sormuştu. Pâdişâh huzûrunda olmanın edebi içindeki Pîrî Mehmed Paşa, ellerini göğsünde birleştirerek: “Sâye-i âlînizde elbet gelmez, Hünkâr’ım ammâ…” şeklinde, yarım kalmış bir cevap vermişti. Sadr-ı âzam’ın, sözün devâmı için ruhsat istediği belliydi. Şanlı Yavuz, bunu hemen anlamış ve: “Ammâ… Devâmı gelsin Lala… hele de bakalım…” demişti. Pîrî Mehmed Paşa, devamla: “Sâye-i âlînizde bu devletin sırtı aslâ yere gelmez Hünkâr’ım ammâ; ne zaman ki, sizin ağzına kadar altınla doldurduğunuz hazîne, sizden sonra boşaltılır veyâ sâir mâdenler konursa; ne zaman ki, sizin büyük dirâyet, hassâsiyet ve ehliyetle seçip teşkîl ettiğiniz devlet adamları yerine, kendi menfaatlerini baş üstüne çıkaran nâ-ehil ve nâdân idâreciler hâkim olursa; ne zaman ki, Saray’daki kadınlar memleket idâresini ele geçirir ve desîselerle kendilerine saltanat kurarlar, korkarım Pâdişâh’ım, size rağmen bu devletin sırtı yere gelir..” diyerek aklından geçenleri söze döker. Birden, lüzûmsuz bir gurûra kapıldığını düşünen Yavuz Sultan Selîm: “Allâh’ım, bu âciz kulunu affet! Bir an kibre daldım..” deyip nâdim olur ve en yakın toprağa eğilerek secdeye kapanır.

Pîrî Mehmed Paşa’nın âyâr derecesi, bu anekdotta parlamaktadır. Zîrâ, Sultan Selîm’e söylediklerinin hepsi, daha Kaanûnî devrinden başlayarak, kademe kademe hakîkat olmuş, neticede Osmanlı Devleti’nin, o, aslâ yere gelmez zannedilen sırtı, yerlerde sürüne sürüne çürüyüp gitmiştir.

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -