Ana Sayfa 1998-2012 Osmanlı Devleti’nde Azınlıklar

Osmanlı Devleti’nde Azınlıklar

Bilindiği gibi Osmanlı, bir cihan devletidir. Bu sebeple yönetimi altında pek çok milletten insan vardı. Fakat Osmanlı Devleti’nde insanların milliyetlerine göre ayırım yapılmazdı. İnsanlarla ilgili haklar, Müslüman olanlar ve olmayanlar şeklinde iki grup hâlinde düşünülürdü. Bu uygulama, temelde İslâm hukukuna dayandırılmakta idi.

- Reklam -

İslâm hukukuna göre, bir İslâm ülkesinde yaşayan herkes, dinleri ne olursa olsun, o ülkenin kanunlarına tabidir. Osmanlı Devleti’nde, Müslüman olmayanlar, “zımmî” ve “müste’men” olarak iki guruba ayrılırdı. Zımmîler, Osmanlı Devleti tarafından fethedilmiş topraklarda yerleşik olarak yaşamaya devam eden gayrimüslimlere verilen isimdir. Osmanlı, bu insanların temsilcileriyle bir anlaşma imzalardı. Anlaşmaya göre, zımmîler Osmanlı ordusunda askerlik yapmazlar, buna karşılık devlete “cizye” denilen bir vergiyi öderlerdi. Devlet, aldığı cizye karşılığında zımmîlerin, can ve mal güvenliğini sağlardı. Ayrıca kendi inançlarını yaşamalarına, öğrenmelerine, öğretmelerine ve inançlarının gerektirdiği şekilde giyinip ibaretlerini yapmalarına izin verirdi.

Bu düzenlemelerin dayanağı Bakara Sûresi’nin 256. ve Yunus Sûresi’nin 99. Âyetleri idi. Hazret-i Muhammed (S.A.V.) Efendimiz’in imzalamış bulundukları Medine Sözleşmesi ve irat buyurdukları Veda Hutbesi, uygulamanın diğer kaynaklarıydı. Müslüman olmayanlara tanınan haklar, din ve vicdan hürriyeti, iman ve ibaret konularında serbestlik olarak sınırlandırılmamıştı. Evlenme, boşanma, miras ve vasiyet konularında da örf ve âdetlerini devam ettiriyorlar, kültürel alışkanlıklarını yaşatabiliyorlardı. İslâmî açıdan geçersiz sayılan nikâhlarına bile ilişilmiyordu. Çünkü İslâmiyet, yalnızca din-iman ve ibadet kavramından ibaret değildir. Kişiye, aileye ve topluma ait sosyal hayatın bütün yönlerini düzenleyen bir beşerî sistemdir. Bu sebeple Osmanlı, Müslüman olmayanlara, günlük yaşayışl arını kendi inanç, görenek, gelenek ve kültürlerine göre düzenleme hakkı tanımıştır. Bu uygulamanın literatürdeki adı: “Hukukî ve kazaî muhtariyet”tir.

Zaman içerisinde hukukî ve kazaî muhtariyetin kullanımında, Osmanlı’ya zarar verici ve kamu düzenini buzucu, hâkimiyet haklarını zedeleyici aksaklıklar görüldü. Bu sebeple bazı sınırlanmalar konuldu. Yeni düzende, dinî inançlara ilişilmemiş, idare ve ceza ile ilgili değişiklikler yapılmış, medenî hukuka dayalı hürriyetler devam etmiştir. Bu cümleden olarak zımmîler, kendi cemaat mahkemelerinde yargılanabiliyorlardı. İsterlerse Osmanlı mahkemelerine başvurmak hakkını kullanabiliyorlardı.

Osmanlı'da Azınlıklar
Temsili görsel.

İstanbul’un fethinden sonra zımmîlerin varlığı ve sayısı önemli boyutlara ulaştı. Bu sebeple onların haklarının kullanılmasına ilişkin konular yeniden ele alındı. Fatih Sultan Mehmet Han, Rum Ortodoks Patrikliği için Rum cemaatinden bir din adamını görevlendirdi ve onunla Rum cemaati için bir anlaşma imzaladı. Daha sonra da diğer cemaatlerle anlaşmalar imzalandı. Bu anlaşmalarda; Müslüman olmayanların ibadethanelerine dokunulmayacağı, onların cami hâline getirilmeyeceği, ibadetlerine karışılmayacağı ve Müslüman olmaları için kendilerine baskı uygulanmayacağı belirtiliyordu.

1917 ihtilâlinden önce Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) topraklarında Müslümanlara ait 2.000’den fazla cami vardı. Komünist rejimin çöktüğü 1991 yılına gelindiğinde, aynı topraklarda tümüyle korunmuş olması bir tarafa, izine rastlanılabilen ibadethâlerin sayısı 20’yi geçmiyordu. Pek çoğu depo, arşiv ve ahır olarak kullanılıyordu. İslâmiyet’in gereği olan ibadetlerin yapılması konusunda yasaklar koymakla yetinilmemiş, Müslüman Türklere dinlerini değiştirmek için baskı da uygulanmıştı. Evinde gizlice namazını kıldığı hâlde, âyin günlerinde kiliselere de gitmek mecburiyetinde olan insanların sayısı miyonlarla ifade ediliyordu. Bunlara “kreşin” denilmekteydi. Gezenler görmüşlerdir; oralarda hâlâ kreşinler yaşıyor. Dini asıl kaynağından öğrenme imkânı bulamayanlar, büyüklerinin zaruretten yaptıklarını, Müslümanlığın gereği zannediyorlar.

- Reklam -

Osmanlı’daki uygulamaların bir bölümü, gerçekler saptırılarak eleştiri konusu yapılmıştır. Bir Müslüman ile Müslüman olmayan kişi arasındaki anlaşmazlık, Osmanlı mahkemelerinde karara bağlanıyordu. Burada kadıların taraf tuttuğu, daima Müslümanlar lehine karar verdiği söylenegelmiştir. Bu şekilde kararların, Osmanlı’nın adalet anlayışına gölge düşürecek boyutta olmadığı şüphesizdir. Yargıdaki yanılgılar sebebiyle, anlaşmazlığa düşen iki Müslümandan birinin de haksızlığa uğradığı, kadılık sisteminde görülmemiş olaylardan olmadığı hatırlanmalı.

Osmanlı Devleti topraklarında geçici olarak oturan yabancı devlet tab’ası olan gayrimüslimlere “müste’men” denilirdi.

Kanunî Sultan Süleyman Han döneminde müste’menler için de hukukî düzenlemeler yapıldı. Hatırlanacağı üzere 1535 yılında önce Fransız tüccarlarına tanınan haklar, “Kapitülâsyon” olarak adlandırılımıştır. Kapitülâsyonlara göre Fransa Devleti’in tab’ası olan tüccarların her türlü hukuk ve ceza dâvalarında Fransız konsolosların yetkili olması kabul edilmiştir. Daha sonra bu imtiyazlar, Osmanlı’nın ilişkide olduğu diğer devletlere de tanınmıştır. Böylece müste’menler, Osmanlı mahkemelerinin yargı alanı dışında tutularak zımmîlere benzer haklara sahip olmuşlardı. Müs’temenlerle Osmanlı tab’ası arasındaki anlaşmazlıklarda, zımmîlerde olduğu gibi Osmanlı kadıları yetkili idi. Ancak bu gibi durumlarda, dâva sırasında ilgili elçiliğin bir temsilcisi, mahkeme salonunda bulunmak hakkına sahipti.

Bu imtiyazlar 1914 yılına kadar devam etti. Osmanlı Devleti, gücünü iyice yitirdiği bir dönemde olmasına rağmen, tek taraflı olarak kapitülâsyonları tümü ile yürürlükten kaldırdı. Batılılar bu kararı tanımadıkları için belirsizliklerle dolu bir dönem yaşandı. 1917 yılında Osmanlı Devleti, cemaat mahkemelerinin görevine son verdi. Ancak itirazlar ve baskılar neticesinde bir yıl sonra bu karardan vazgeçildi. Cemaat mahkemeleri Cumhuriyet yönetimi ile fiilen yetkisiz hâle geldiler.

Cumhuriyet döneminde hazırlanan kanunların hemen tamamı, batılı standartlara ve modern-medenî dünya şartlarına uygun olduğu için, azınlıklarla ilgili özel hükümler konulmasına ihtiyaç hissedilmedi.

- Reklam -

Günümüzde, gerek T.C. uyruğunda yaşayan gerekse geçici olarak ülkemizde bulunan azınlık mensuplarının; kanunlarımızla, devletimizin uygulamalarıyla ilgili herhangi bir problemi yoktur. Kendilerini “azınlık” olarak gören kişi ve grupların, ülkemizin ve milletimizin varlığına ve birliğine yönelik saldırılarının önlenmesi uygulamaları, bu yazıda ele alınan konunun dışında kalmaktadır.

Gerek Osmanlı, gerekse Cumhuriyet döneminde uygulanan ve uygulanmakta olan azınlık hakları, bir başka yazıda ele alınacak olan milletlerarası anlaşmalarda yazılı standartlarla tamamen örtüşmektedir. Bulundukları ülkelerde azınlık olarak yaşayan bizim insanlarımız, Osmanlı’da ve Cumhuriyet döneminde azınlıklara uygulanan haklardan yararlanabilirlerse problemleri tamamiyle çözüme kavuşmuş olacaktır.

Misak-ı Millî Hudutlarımız dışında yaşayan bizim insanlarımız; yöneticilerine saygılı ve itaatkâr, devletine sadakatle bağlıdır. Hakları tanındığında, yaşadıkları devletin gücüne güç katarlar. İçeride güvenin, dışarıda itibarın sağlanmasına önemli katlıları olur. Bizim insanlarımıza baskı uygulayan yönetimlere bu gerçeği anlatmak için ısrarla ve devamlı olarak çalışmak zorundayız.

Bizim insanlarımızın, bulundukları bölgelerde insanca yaşamalarını istemek ve bu isteği kabul ettirip gereklerinin uygulanmasını sağlamak, yalnız hakkımız değil, aynı zamanda vazifemizdir de.

Orkun'dan Seçmeler

Orkun’a Gelenler

Hoyrat

- Reklam -