Ana Sayfa 1998-2012 Orkun'un 2001 Yazı Yarışmasında 2.liği kazanan :Önce İnsan

Orkun’un 2001 Yazı Yarışmasında 2.liği kazanan :Önce İnsan

Bundan birkaç gün önce Topkapı Sarayı’nı geziyordum. Belki 20 belki de 21. keredir. Bıkmadım… Her defasında yeni şeyler keşfederek, yeni şeyler hissederek. Havadaki baharla karışık eski kokusu, içimi ısıtmakla birlikte, hüznü, coşkuyu ve geçmişi yankılıyordu. Bir önceki ve daha önceki gibi, aynı şevkle başladım tarihi yaşamaya gözlerimi hiç ayırmadan tarihin üzerinden…

- Reklam -

Önce girişteki arabalardan başladım gezmeye. Düne bakıp, bugün için pay çıkarma isteği vardı içimde. Geçmişte, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, bir sultan geçiyordu ihtişamlı arabasında yanıbaşımdan. Tahta tekerleklerin gürültüsü içimi ürpertmişti. Yavuz Selim, Kanunî, Fatih ya da Murat… herhangi biri olabilirdi. Sonra oradan çok uzaklarda buldum kendimi. Nedense Kasımpaşa’da tersanede gemilerin kızaklara çıkarılışını izliyor gibiydim. Bunlar zihnimde ışıktan daha hızlı canlanıyorlardı. Ortalık farklı kokuyordu, insanlar farklıydı tamamen. Bir çağa adlarını yazdıracaklarından haberleri yoktu belli ki… Sonra tekrar saraydaydım.

Yavaş yavaş arabaların olduğu yerden, porselenlerin olduğu kısma doğru ilerledim. Gördüklerim, hepsi birbirinden güzel, göz okşayan, cam veya porselenlerden çok, bir zamanlar var olmuş bir imparatorlukta yaşayan ve onun heybetini diyarlardan aşıran, aynı zamanda da sonunu hazırlayan, iyi ya da değil, kuvvetli ya da zayıf, lider ya da hepbenci, geçmişimdeki insanlardan kalan parçacıklardı. Sonra; 600 senelik ihtişamdan kalan bu yaşlı parçaları, doğudan batıya sınırlarını yüzlerce kez aşmış bir imparatorluktan kalan Türkiye’ye garip bir şekilde benzettim. Yüzlerce soru geçti kafamdan, çoğuna cevap bulamayacağım.

Nasıl olmuştu da, ufak bir beylik benzeri az görülmüş bir imparatorluğa dönüşmüş, o güçlü görüntüsüne rağmen sonraları başkalarının hükmü altına girmekten, büyük zorluklar neticesinde kurtulabilmişti. Bundan 10 yıl evvel, bir tarih dersinde öğretmenim şöyle demişti: “Bir ülkenin, kendini ilerletmesi elbette ki zordur. Ama ister zor olsun, ister kolay, en önemli ve en zor olan, belli bir seviyeye geldikten sonra o seviyeyi koruyarak gelişimini devam ettirmektir”. Bunun ne demek olduğunu şimdi şimdi anlıyorum.

- Reklam -

Osmanlı İmparatorluğu’nu örnek seçtim kendime. Bana, benim geçmişimden başka ne iyi örnek olabilirdi. Bir toprak parçasını vatan yapan, onu en üst mertebelere yükselten, o kara parçasını benimseyip, üzerinde yaşayan insanlardır elbette. Yani Osmanlı’yı bir beylikten imparatorluğa dönüştüren, başına geçe n liderlerdi. Osmanlı’yı batıran da liderleriydi. Sahnenin ilk perdesi, koskoca bir cihan imparatorluğunun bencil düşüncelerden sıyrılamaması sonucu, büyük bir çöküş sebebiyle kapanmış ve yerini ikinci perdede zorlu bir kurtuluş mücadelesine bırakmıştı. İşte o sırada, bugünkü Türkiye’yi var eden büyük bir lider çıktı sahneye. Kendi çıkarları için, ülkesini satmaktan korkmayanların korktuğu, ülkesi için canını vermeye hazır olanların yeniden umut bulduğu… O nasıl bir insandı ki, umutsuzluk içindeki bir ülkeyi yeniden şaha kaldırabilmişti? O eşsiz bir lider olmalıydı ve öyleydi de. Çok az insan vardır sanırım, tüm hayatıyla hâlâ birçok kitaba, birçok programa ve birçok kişiye örnek olan. Hani bir klişe vardır ya: “…. onun ruhunda olsa gerek.” Evet o boşluğa, pek çok vasfı gibi en iyi oturanlardan bir tanesi de liderliği… Öyleyse bir ülkenin lider olabilmesi için lider ruhlu insanlara sahip olması gerek diye düşünüyorum. Yani ülke, insanına sahip çıkmalı; insanı da ülkesine. Öyleyse burada şu soruyu sorabiliriz: “Lider Türkiye nasıl olmalı, nasıl olabilir?”.

23 yaşında bir genç olarak düşündüğüm çok şey var ülkemle ilgili. Düşüncelerimin çoğu iyi olmakla birlikte, kendime, ülkeme dair kaygılar da taşımıyor değilim. Öncelikle insan olmanın bilincine varmak gerektiğini düşünüyorum. İnsan olmamız bizlere çok büyük avantajlar sağladığı gibi, çok farklı ve çok büyük de yükümlülükler getiriyor. Kendimizden, ailemizden, yaşadığımız ülkeden ve bu dünyadan biz sorumluyuz. Ve herkes üzerine düşen görevi yerine getirmeli. Bir ülkeyi yönetenlerden, o ülkenin en küçük ferdine kadar herkes birbiriyle özdeş olmalı ki, hem o insanlar hem de yaşadıkları ülke daha ilerilere gidebilsin. Türkiye’nin bu konuda çok eksikleri olduğunun farkına varmak ve tek başına bir şeyler yapmaya çalışmanın iğneyle kuyu kazmak gibi olduğunu bilmek, inanın, bana garip bir sıkıntı veriyor. Tıpkı bir numara ufak ayakkabıyla koşmaya çalışmak gibi. Türkiye’nin pek çok konuda kendini geliştirmesine, lider olmasına engel benim gözlemlediğim eksikliklerden en önemlisi, insana gereken önemin verilmemesi. Sağlıktan öğretime, sosyal hayattan kişisel haklara kadar pek çok konu öyle derin çizgilerle sınırlandırılmış, ülkemizde yaşayan insanlar bunu kafalarına öyle bir yerleştirmişler ki, hastaneye tedavi için giderken zorlukla karşılaşacağım diye düşünmek ve karşılaşmak, bir tek üniversite sınavıyla bir gencin tüm geleceğini belirleyeceğini bilmesi… Bunlar, kişilerin ve o ülkenin verimsizliğinin tohumlarından bazıları olsa gerek. Bir genç olarak düşüncem, öncelikle, orta öğrenimi ve liseyi bitirdikten sonra, herkese yüksek öğrenim yapma şansının verilmesi gerekli. Şans diyorum, çünkü ülkemizde üniversiteye gidebilmek gerçekten piyango gibi. Birkaç saat içinde cevaplayacağın ya da cevaplayamayacağın iki yüz-üç yüz soru tüm hayatını belirliyor. Geleceğini arayan bir buçuk milyon gençten ancak üç yüz bini başarılı olarak tanımlanıyor. Ya geriye kalan, diğer bir milyon küsur genç? Onların hiçbir kabiliyeti yok mu? Neye göre, kime göre başarısızlar? Bence on yedi yaşına gelen bir genç az çok yeteneklerinin farkındadır ve sınavlar branşlara göre ayrı ayrı düzenlense, herkes kendine uygun olan yerde geleceğini arar. Yapmak istediğine bağlı olarak, önüne sunulan olanakları sonuna kadar değerlendirir; onları, kendi ve ülkesi için en faydalı kıvama getirmek için çabalar. Böylelikle, kendisiyle barışık gençler, ülkesiyle barışık yetişkinler olabilirler.

- Reklam -

Bu, bahsettiğim sistemden kaynaklanan bir eksiklikti. İnsanlardan kaynaklanan olumsuzluklar da var elbette. Daha evvelden de dediğim gibi, “önce insan” olduğumuzu unutmamalıyız. Önce insan, sonra bir abla, kardeş, abi, anne, başbakan veya yönetici olmalıyız. Kendimizi tanımaya başladığımızdan itibaren, farkında olmadan ya da bilinçli hedefler belirleriz hayatımıza ait. Çocukken bir oyuncak, gençken bir meslek, bir meslek sahibiyken kariyer, yaşlandığımızda huzur ve sağlık… Ve belirlediğimiz hedeflere oranla, önümüze çıkan güçlüklerle çarpışırız. İşte çok ince bir nokta vardır belirlenen hedefle amaca ulaşmak arasında. Ben ona hırs noktası diyorum. O hırs noktasını yeteri seviyede tutmak zor olan. Hırs, ideallerin önüne geçtiği anda, sanırım birçok problemi de beraberinde getiriyor. Hedefine ulaşmada her türlü yol mübah görünüyor. Etrafa, en önemlisi de kendi kişiliğine zarar verdiğinin farkında olmuyorsun. Oysa ki, şöyle düşünmek gerektiği inancındayım: “Yapacağım işin bana ne faydası var, aileme ne faydası var, içinde bulunduğum hayata ne gibi bir faydası var? Bana yarar sağlayacak bir şey, başkalarına zarar vermemeli”. Elbette ki herkesin bu düşünce şekliyle hareket edemeyeceğinin farkındayım. Ama en azından, milletimiz adına yaşadığımız vatanın başında bulunanlar, bu düşünce tarzını ruhlarında hissedip, yine bu düşünceler doğrultusunda milyonlar adına karar vermelidirler. Ve bence bir liderin, en önemli özelliği bencillikten arınmış olmasıdır. Çoğunluğun çıkarları, kendi çıkarlarının önünde gitmelidir her zaman. İdare edenler, ancak bu şekilde örnek olurlarsa, her konuda, değişik güçlüklerin üstesinden gelmiş ve yenilerine göğüs germeye hazır bir toplum olabiliriz.

Öncelikle, hangi dinden, toplumun hangi kesiminden olursak olalım, bu ülkede yaşadığımıza göre, hiçbir koşulda Türklüğümüzü unutmamalıyız. Bununla birlikte, geleceğe yönelik hedefler belirlerken, Türkiye dışındaki birçok bölgede de Türklerin yaşadığını göz önüne almamız gerekir. Türk soyundan gelen insanların yaşadığı farklı farklı ülkelerde söz sahibi olmamız da ülkemizin ve Türklerin lehine olacaktır. Burada birlikten kuvvet doğar sözünü hatırlamamamız imkânsız sanırım.

Sonuç olarak, her şeye etki edebilen en güçlü faktör hâlinde ortaya çıkan insan, bir ülkenin lider olabilmesi ve liderlik yolunda adımlar atabilmesi için de, mevcut en önemli faktör. Bahsettiklerim çerçevesinde, Türkiye’yi; Türk adından feyzle, geçmişten dersler – örnekler alarak ve ülkemizin varlığının, öneminin bilincinde yaşayarak liderliğe taşıyabiliriz. Bir ülkenin üzerinde yaşayan insanların fikirleri ne ise o ülkenin de zikri odur bana göre.

YAZI YARIŞMASI 2001’İN 2.Sİ

ARZU DEMİR

Temmuz 1978, İstanbul doğumluyum. Anadolu Üniversitesi, Satış Yönetimi bölümü, 2. sınıfta okuyorum ve aynı zamanda, yedi senedir, iletişim hizmetleri veren özel bir şirkette çalışıyorum. Aslında hayâlim, Türk Dili ve Edebiyatı, Türk tarihi veya felsefe üzerine yüksek öğrenim görmekti. Olmadı.

Çocukluğumdan beri, okumaya ve yazmaya çok meraklıyım. Ne derece doğruydu bilmiyorum ama, herkes yedi yaşında okula giderken, ben beş yaşında ilkokul birinci sınıfa başladım. Bu tamamen kendi isteğim dorultusundaydı. Çünkü okumayı ve yazmayı biliyordum o yaşta ve okula gitmek için sonsuz bir istek vardı içimde. Başaramayacağımı düşünen birçok insanın yüzünü kızarttığım için mutsuz değilim. O istek hâlâ var. İçimde, sürekli öğrenmeye. düşünmeye ve yenilenmeye hazır bir sistem var sanki. Benim de çabam bunu sürekli geliştirmek yönünde.

Yılların ne getireceğini kestirmek mümkün değil maalesef. Fakat en büyük hayâl benim için ne bir ev, ne araba ne de maddiyatla ilgili herhangi bir görüntü. Bunlar ikinci plânda. Sadece benim yazdığım, bana ait bir kitabımın olması. Hayatımı, hayatla ilgili savaşlarımı, barış anlaşmalarımı, hayatla yollarımızın ayrıldığı noktaları anlatan… Öyle kalın değil, az ama öz. Umarım bunu gerçekleştirebilecek fırsatı, ileriki bir zamanda yakalayabilirim.
 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -