Ana Sayfa 1998-2012 Muhtaç olduğumuz atılım

Muhtaç olduğumuz atılım

OSMANLI’nın tarihsel modelini temsil eden “merkez-çevre” diyagramı, birçok sosyal gerginlik ve kültürel yarılmaların nedenini teşkil etmesi açısından Mardin’le ortak yönümüzü teşkil etmektedir. Ancak, Mardin’den farklı olarak bizim tezimiz, kültürel şokun çevrenin merkezle uyum sağlayamamasının ötesinde, merkezin fitne ve fesat kimliğini sürdürmesinden kaynaklanmaktadır. Sağ-sol vuruşanlar daha ziyade “taşralı” veya reaya kökenli gençlerimizdir. Siyasal tercihleri ve kamplaşmaları da merkeze yönelik tercihleridir.

- Reklam -

“Taşralılar”, böyle bir karmaşık yapı, kültürel yozlaşma ve sosyal gerilimler karşısında, oyun kurallarını akılcı bir biçimde oynamaları gerekirken, aksine şiddetin karşısına şiddetle çıkmaları ve silâha silâhla karşılık vermeleri -iç ve dış güçlerin ekmeğine yağ sürmenin ötesinde- 80’ler sonrası, ülkenin Güneydoğu yöresinde gerilla savaşının gündeme gelmesine de zemin hazırlamıştır.

Siyasal Marksizm, siyasal İslam ve siyasal milliyetçilik eğilimlerinin iç ve dış güçler tarafından sistematik bir tarzda toplum yapısına aşılanması, sonuçta PKK’nın öncülüğünde etnik bölünme ve siyasal Kürtçülüğün de tarihsel rolünü oynamasına destek sağlamıştır.

PKK’nın oluşumunda bu kamplaşma ve siyasallaşma güdüsü etken rol oynamıştır. Orta-Çağ’ın yasası: “Doğa boşluktan korkar”. Ülkemizde de Kültürel İslamcılık ve Kültürel Milliyetçilik yönelimlerinin akademik kimliklerini yitirmeleri ve sokağa mağlup olmaları, aslında kültür tarihimizin sorgulanması gereken bir dönemidir.

1960’lar sonrası beliren gerginlikler ve kutuplaşmalar henüz tomurcuk vermeden Kültürel Milliyetçilik çizgisinde kanalize edilmiş olsaydı, dalgaların kıyıya çarpması gibi günü gelir ortam sükûnete ulaşabilirdi. Ancak, sağduyu bir yana itildi, kitleleri coşkulu kılma, saflaştırma ve kendine bent etme gibi yükselen bir takım beşerî mekanizmalar fetiş hâline dönüştürülerek karizma peşinde koşuldu.

Bir Mahatma Gandhi, gerçeği arama (satyagraha) ilkesine dayanarak Hindistan’ı kan dökmeden -pasif mukavemet yöntemiyle- İngiliz sömürgesinden kurtarabilmiştir. Gandhi, bu pasif yöntemle 450 milyona yaklaşan ve son derece heterojen bir toplumda süper emperyalist bir güce karşı en verimli sonuçları almıştır. Gandhi’nin büyüleyici gücü ileri sürdüğü felsefesindedir. Büyük adam, derini düşünen, bir inanç sistemiyle kitleleri kucaklayan şefkat ve merhamet inancının temsilcisidir. Ünlü düşünür Henry Bergson: “Bir toplumun bedeni büyüdüğü, ruhu küçüldüğü bunalım dönemlerinde kahramanlar yükselemez, tarih kilitlenir” diyordu. 12 Eylül öncesi Türk toplumu böyle bir gerilimin içinde idi.

Marxist-Leninist akımlar, teorik yapıları ve mizaçları nedeniyle, sonuna kadar siyasal dalgalanmalara açık diyalektik bir sistem idi. İslamcı ve Milliyetçi öğretiler ise böyle bir maceranın peşinde sürüklenebilecek “tıynet”e sahip değildi. Her iki sistemin de bir “tarihsel yanılgı” olarak uzun süreden beri dışlanan kutsal rollerini yeniden oynamak suretiyle onarımcı ve aydınlatıcı yeni bir kimlik kazanmaları gerekiyordu. Ortam da bu idi.

- Reklam -

İslamcı akımlar, yaklaşık yedi yüz yıl süren bir uygulama sonucu, kavim asabiyesini veya “kavmini tanıma ve sevme duygusunu” dışlayarak, salt bir “ümmetçilik” ütopyası uğruna İslamı algılarken, milliyetçilik yönelişleri de ümmeti dışlayarak- salt “kavimcilik” peşinde koşmalarından ötürü toplumsal dengenin bozulmasına neden olmuşlardır.

Böylece, ülke bütünlüğü kısa bir süre içinde siyasal İslamcı ve Siyasal Milliyetçi kutuplaşmaların yanında, farklı üniversite ve akademik çevrelerden kaynaklanan Marksist ideolojilerin istilâsına uğramış; sendikalar, ocaklar, birlikler, dernekler adı altında çok sayıda kuruluş ve örgüt ortaya çıkmıştır.

Entrika Çemberi veya Tarihsel Türk İlluminati’si sahip olduğu medya, iletişim araçları ve baskı grupları ile Marksizm ve yan kuruluşlarına yatkın tavır almaları, İslamcı ve Milliyetçi akımları da Faşist ve Şeriatçı unsurlar olarak damgalamaları aslında bu çarpık ortamın oluşumunda etkileyici rolü oynamıştır.

Yukarıda belirtildiği üzere, böyle bir ortam, beş bin gencimizin feda edilmesi ve siyasal yelpazede bölünmüş bir Türkiye gerçeği yanında, Osmanlı döneminde sahneye çıkan Babanzâde, Be dirhan, Koçgiri, Şeyh Ubeydullah ve benzeri yerel ayaklanmalara taş çıkartacak çapta PKK olarak dünya literatürüne geçen bir gerilla örgütünü de ülkenin başına belâ etmiştir.

Aradan yirmi yıl geçmiş olması nedeniyle, 80’ler öncesi olaylar üzerinde -olgu tespitlerinin de ötesinde kalmak kaydıyla- yorumlayıcı bir tarih anlayışına dayalı metodolojik yaklaşımlarda bulunmanın zamanı geldiği kanısındayız.

- Reklam -

Gökalp’tan başlayan Kültürel Milliyetçilik çizgisi, Kemalist sistemin ele aldığı Dil ve Tarih Tetkik Cemiyetleri ile bilimsel bir tabana oturtulmak suretiyle kimliğini sürdürüyordu. Bu atılım, ulus-devlet niteliğini kazanmada âdeta bir Rönesans olarak anılmaya değerdi.

Atatürk’ ün vefatından sonra baş aşağı çevrilen ve Kültürel Hümanizm türü bir kozmopolitizme yönelen devlet felsefesi, ilk tepkiyi -yukarıda belirtildiği üzere- Nihâl Atsız ve onun temsil ettiği gruptan alıyordu. Kültürel Hümanizme karşı Kültürel Milliyetçilik bu boşluğu doldurmaya çalışıyordu..

Kültürel Milliyetçilik, ulus-devlet olmanın yolunu açacak ve ülkeyi milletaltı, milletüstü yapılaşmalardan, bölük-pörçük propagandist eğilimli görüşlerden uzaklaştıracaktı.. Bu tarihsel bir mirastı. Türk Milliyetçilerinin misyonu olmalıydı. Bu nedenle, Kültürel Milliyetçiliğin üçüncü aşaması Atsız’la başlar diyebiliriz. 1930 yılında mezuniyet teziyle başlayan ve 1973 yılına kadar devam eden 30 bağımsız eseri yanında, yine 1928-1976 yılları arasında yayınlanan 450 makalesiyle Nihal Atsız, yakın tarihimizin Kültürel Milliyetçiliğinin en güçlü temsilcilerinden biriydi.

Kültürel Milliyetçiliğe boyut kazandıran ve alan araştırmaları ile Türk toplumunda ilk kez kültür değişmelerine yönelik araştırmaları ile Modernleşme ve Batılılaşma atılımlarımıza bilimsel çözümler getiren Mümtaz Turhan da bir diğer zenginliğimizdi. O, İslamcılar, Türkçüler ve Batıcılar arasında yüz yıl süren tartışmalara Kültür Değişmesi adlı eseriyle yeni bir kimlik kazandırıyor ve çatışmaların gereksizliği ortaya çıkıyordu.

Aynı çizgide Ziyaettin F.Fındıkoğlu, Bahaettin Ögel, Faruk Sümer ve daha bir çok kaliteli bilim adamımız 60’lı 70’li yıllarda Kültürel Milliyetçiliğin âdeta dokusunu oluşturuyorlardı. Şu anda, Avrupa Birliği arenasında, Batıya rağmen Batıcılarımız-yöneticilerimiz Türkî Cumhuriyetlere o kadar duyarsız ve sessiz kalmışlardır ki, âdeta varlıkları ile yoklukları bir gibidir. Oysa 225 milyona varan bir Türk nüfus birikimi, yer altı ve yer üstü zenginliği yanında, Japonya-Çin-Hindistan-Rusya-İran-Pakistan ve öteki Asyatik ülkeler âdeta dışlanmış gibidirler.

İslamcı sistemde de, Mehmet Âkif’le başlayan ve seçkin bir araştırmacı grup tarafından devam ettirilen yeni Kur’an yorumları ve yayınlar Kültürel İslamcılığın zenginleşmesi ve yeni boyutlar kazanmasında tarihsel yerlerini alıyorlardı.

Ancak, Türk İlluminati’sinin, Batı ülkelerinde başlayan ve kapitalist sistemin çelişkilerinden kaynaklanan toplumsal protesto ve marjinal çarpıklıkları iletişim- medya ve bürokratik yetkilerini de kullanarak- toplum yapımıza pompalamaları karşısında ileri görüş, tarihsel deneyim ve erdemlilikten yoksun kişilerin İslam ve Milliyetçilik gibi iki kutsal akımı yörüngelerinden saptırmaları, kültür tarihimiz için önemli bir kayıp olmuştur. Din ve milliyet gibi kutsal değerler, siyasallaşma odak noktalarına çekildiğinde kültürel kimliklerinden soyutlanır, niteliklerini kaybederler.

Bir ideoloji olarak Marksizm-Leninizm ve Maoizm gibi siyasal akımların -bu kimlik yapılarından ötürü- bir kutsallıkları yoktur. Ancak, baskı gücü ile kitlelere boyun eğdirilir. Günümüzde Marksizm, “tarihin çöplüğüne atılmak suretiyle” tarih sahnesinden silinmiştir. İlluminati’nin bu alanda artık yapabileceği bir şey kalmamıştır. Milliyetçilik ve İslamcılık akımlarının kimliği korunmak suretiyle 80’ler öncesi bir bataklığa düşülmemesi gerekir. Çünkü güçlenen ihanet çemberi temsilcileri tarihsel misyonlarını yerine getirmeye yeminlidirler. Hem İç hem de Dış Proletarya rolünü oynamaktadırlar. Avrupa Birliği ve İMF ile diyalog hâlindedirler. Medya, iletişim organları, büyük ölçüde bürokrasiye yönelik ortaklıkları son derece güçlüdür. AB süreci dominant kültür verici olarak Türk toplumunu etki altına almakta ve kendine dönüştürmektedir. Din, ulusal kimlik ve kültürel değerler bakımından tamamen Türk toplum sisteminden farklı bir Avrupa Birliğine yönelen ve onun değerler sistemi, norm ve kültür kalıplarına doğrudan uyum sağlamaya çalışan ülkemiz, artık kültürel verici olmaktan çıkıyor, farklı bir grubun mensubiyeti konumuna geçiyor .

Kültürel Milliyetçilik ve

İslamcılığın Birlikteliği

Şu anda, Avrupa Birliği ve Küreselleşme gibi 21. Yüzyıl’a damgasını vuran oluşumlar karşısında, Entrika Çemberi, yayın organları ve iletişim ağları yolu ile Milliyetçiliğin, hatta Kemalizm’in sonuna gelindiği teranesini yaymak suretiyle saf tutabiliyor, inanç ve değerler sistemimizi de Afganistan ve Filistin modelleriyle eleştirebiliyorlar. Siyasal Milliyetçiliğin ve Siyasal İslamcılığın geçmişteki izlerini sürdürerek, biçimsel yansımalarını her gün TV ekranlarına yansıtmak suretiyle pirim sağlamalarından Türk insanı da artık doyum noktasına gelmiştir.

İkinci bölümde belirtildiği üzere, toplum yapımızın tarihsel gelişimi, Osmanlı’dan kaynaklanan Patrimonial bir yönetim biçimi-Hanedan-ı Osmani fetişizmi-Türk insanını kavmini tanıma-sevme oluşumundan âdeta yoksun bırakmıştır. Oysa, Kuran: ”Ey insanlar, doğrusu biz, sizleri bir erkekle bir kadından yarattık. Sizi, sırf birbirinizle tanışmanız için büyük büyük topluluklarla (milletler), küçük küçük kabilelere ayırdık ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz ki, sizin Allah nezdinde en şerefliniz, takvâca en ileride olanınızdır” (Hucurât, 13). Âyet açıkça “büyük-küçük kabileler” gerçeğini birbirleriyle tanışma için bir buyruk olarak ileri sürmektedir. Ancak, İslam’ın kavmiyetçiliği reddetmesi kişinin mensup olduğu hanedanını, kavim veya kabilesini veya milletini sevmemesi anlamında anlaşılmamalıdır. Hattâ Hz. Peygamber’in: “Kişi kavmini sever” hadisine göre, kavim, kabile sevgisi doğuştan bir gerçektir. Onu ruhumuzdan tamamıyla söküp atmak mümkün de değildir (xx).

Milliyetçilik,milletini-vatanını sevme duygusunun kültürel yansımasıdır. Bir anlamda ideolojidir. Sahih-i Buharî’de yer alan: “Vatan sevgisi imandandır” hadis-i şerifi de bize yurt sevgisi-insan sevgisinin boyutlarını açıklaması bakımından anlamlıdır. Böylece, İslam tüm inananların (müminlerin) kardeş olduğu mesajını vermesi yanında, ulus-devlet olgusunun sosyolojik dokusunu oluşturan “millet” (kavim) sevgisine ve toprağın kutsallığını simgeleyen “yurtseverlik” duygusuna da gereken değeri vermiştir.

Gözlendiği üzere, “kavmini veya milletini tanıma-sevme” İslam’ın bir gerçeğidir. İslam aynı zamanda psikolojik bir dindir. Tüm müminleri kardeş kabul ederken, aynı zamanda ailesini, komşusunu, akrabasını ve ulusunu tanıma ve sevme hakkını dışlamamaktadır. İbn Haldun da tarih felsefesinde “asabiyet” kavramını kullanırken bunu ırkçılık anlamında değil, tamamıyla sosyolojik olarak “dayanışma” biçiminde yorumlamaktadır. İbn Haldun’a göre: “Bir toplumda iki tür dayanışma (asabiyet) vardır. Bunlardan ilki yakın akrabaları ile olan dayanışmadır ki İbn Haldun’a göre asıl asabiyet budur. İkincisi ise daha ziyade bir toplum içindeki insanların uzun süren bir birlikte yaşama sonucu ortaya çıkan ve ilkine göre çok daha zayıf olan asabiyet veya dayanışmadır..

İbn Haldun’da gözlediğimiz bu asabiyet veya dayanışma farklılığı günümüz sosyolojisinde âdeta cemaat-cemiyet ayrışımını ortaya koymaktadır. Örnek olarak Alman sosyal bilimcisi Ferdinand Tönnies’e göre toplumlar: Cemaat (Gemainschaft) ve Cemiyet (Gesselschaft) olmak üzere iki gruba ayrılırlar.. Cemaatta kan kardeşliği, yakın akrabalık duygusu ve yüz yüze temaslar egemen olduğu hâlde, cemiyette menfaat (çıkar) ve aklî eğilimler hâkimdir. Geniş bir açıdan bakıldığında yakın bir gelecekte Avrupa Birliği bizlere cemiyet biçiminde yansırken, milletimiz cemaat kimliğini koruyacaktır. Bu örnek, milletini sevme anlamında milliyetçilik duygusunun hiçbir vakit dışlanamayacağı gerçeğini de ortaya koymaktadır. Hem İbn Haldun hem de Tönnies de temel toplum tipi dayanışmanın (asabiyenin) güçlü olduğu cemaattır. Toplumları güçlü kılan bu dayanışma biçimi veya asabiyettir. Bir toplum asabiyetini kaybettiği zaman yıkılır.

Avrupa Birliği eşiğinde, bir kısım aydınlarımızın “Türk milliyetçiliğinin sonundan” söz açmaları, “İkinci Cumhuriyeti” gündeme taşımaları ya Avrupa Birliğini oluşturan toplulukların ne zaman ve nasıl ulus-devlet olgusunu gerçekleştirdiklerini görmezlikten geldiklerini veya etnisiti kimliklerinden ötürü Türk birliğinin federatif bir yapıya dönüştürülmesi iradesinden kaynaklanmaktadır.

Türk düşünce sisteminde yeni bir yapılaşmaya, hattâ Türk Rönesansı diyebileceğimiz bir atılıma ihtiyacımız olduğu kanısındayız. Bu nedenle, her iki kutsal değerimizi siyasal yelpazeden bir an önce soyutlamak suretiyle kültürel ve akademik ortama dönülmesi gerekmektedir. Siyasallaşan ve ideolojiye dönüşen bir yapılaşma artık kültürel değerleriyle özdeşleşemez, yörüngesinden saparak kimlik kaybına neden olur. Çünkü, şu anda ülkemizin “kaleleri ayakta iken ahlâkı harabe olmuştur”. Bedeni büyümüş, ruhu küçülmüş böyle bir topluma, yeniden ruh vermek ve dinamizm kazandırmak için kültürleşme sürecinden başka bir çözüm yolu yoktur.

Şu anda, ulusumuzun birbirini tamamlayan iki kutsal değeri, siyasallaşma nedeniyle kan kaybına uğramış -deyim yerinde ise- toplumsal itibarlarını âdeta yitirmiş gibidirler. Ülke değerlerine bağlı, tarafsız akademik çevrelerle filizlenen gençlik kitlelerine bir cazibe merkezi rolünü oynayabilmeleri için, siyasîlerimizin bir an önce İslamiyet ve milliyet kavramlarına yönelik kültürel sembolleri, Türk demokrasisinin dejenere olduğu bir ortamda- “oy avcılığı” türü ilişkilerden uzak tutmalarını öneririm.

Bu nedenle, Türk İlluminati’sinin, Avrupa Birliği ve Küreselleşme logosu altında her gün biraz daha güçlenmesi, buna karşılık -A.Toynbee’nin deyimi ile- yaratıcı azınlık olarak belirlediği grubun ise, İç ve Dış Proletarya ile bütünleşerek kimlik kaybına uğraması karşısında önerimiz, Siyasal İslamcılık ve Siyasal Milliyetçilik saflarından en kısa süre içinde kendilerini halâs edebilecek yöntemleri aramaları, Kültürel İslamcılık ve Kültürel Milliyetçiliği baş tacı etmeleridir. Aksi takdirde, siyasallaşan her değer ölüdür.

NOTLAR

* Birleşik Devletler düşünürü Texe Marrs bir ömür tüketerek ileri sürdüğü “Entrika Çemberi veya İlluminati” adlı eseri ile Yeni Dünya Düzeni’nin komplocu liderlerinin kimliğini ve toplumsal rollerini ortaya koymaktadır. Marss’a göre: Komplonun lider kadrosu, New York, Washington ve diğer Avrupalı başkentlerde faaliyet gösteren gizli grupları kullanıyor. Kendilerinin “Olağanüstü Çalışma” olarak isimlendirdikleri bir programla dünya üzerindeki tüm erkek, kadın ve çocukların köleleştirilmesi hedefine ulaşmak için çalışıyorlar. Türkiye’nin de fethedilmesi gerektiğine inanıyorlar. Mümkünse sinsi komplolarla, ekonomik yıkımlarla ya da kaba güç kullanarak bu emellerini gerçekleştirmeye gayret sarfediyorlar. İlluminati’nin siyasal örgütleri de Farmason, Bilderberg, Bohemian Grove, CFB, Farmasonluğun siyasal locası “Kafatası ve Kemik Tarikatları” ve benzeri yan kuruluşlarıdır.

Marss, son olarak Türk okuyucusuna ibret dolu şu uyarıda bulunuyor: “Türkiye, Şeytanî amaçlara hizmet eden bu adamların önüne, bir ahlâk duvarı, bir kutsal bariyer olarak çıkabilecek mi? Yoksa Anadolu insanı da, bu dünyada örneğini gördüğümüz diğer uluslar gibi başarısız olarak, bu sinsî şemanın tuzağına mı düşecek? Türkçe konuşan tüm insanlara karşı kalbimde beslediğim sevgi ile diyorum ki: Gerçekleri öğrenin ve kazananlardan olun. Kutsal metinlerin de söylediği gibi, ‘gerçeği öğreneceksin ve gerçek seni özgür kılacak’” (Texe Marrs, İlluminati: Entrika Çemberi, Çev. Ali Çimen, Timaş Yayınları, 2002).

Marrs’ın Türk insanına olan uyarısı ve önerisi ibret dolu bir tabloyu ortaya koymaktadır. Dünyada, stratejik makamları yabancı soylulara terk ederek, yönetime kayıtsız kalan Anadolu insanının bir Entrika Çemberi içinde olduğu şu günlerde -Marss’ın yerinde hatırlatması ile- “eğer özgür kalmayı istiyorsa gerçeği öğrenmesi gerekmektedir”.

(xx) Kütûb-i Sitte Muhtasarı, 4. Cilt, s. 238

1) Benjamin Schwarz, The Divedsy Mith, May 1995 (2023, Sayı: 6, Cilt: 275, s. 56-67, 15 Ekim 2004).

2) Liah Greenfeld, The Spirit of Capitalism, 2003, Sayı: 6, 15 Ekim 2004.

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -