Ana Sayfa 1998-2012 Milliyetçilik Geçmişinden Anılar “Hür Basım ve Yayınevi” Ser...

Milliyetçilik Geçmişinden Anılar “Hür Basım ve Yayınevi” Ser…

Türk Milliyetçiler Derneği’nin 4 nisan 1953’te resmen kapatılışından sonra, milliyetçiler arasında iletişim sağlamak amacıyla, aynı yıl başlatılan ilk girişim meyvesini ancak iki yıl sonra verebildi. Bu girişimi, Hür Yayın Evi Kurmak İçin Teşebbüs adlı risalesi ile, TMD’nin başkanı, Isparta Milletvekili Sait Bilgiç başlatmıştı. Vatan gazetesinde “Sait Bilgiç yeni hazırlık peşinde” başlıklı bir haberle kamuoyuna da duyurulan ve kurulması düşünülen ortaklık hakkında bilgiler sunan bu risale kapatılan derneğin belli başlı üyelerine ve başka milliyetçilere gönderilmiş, millî ruh taşıyan bir yayın organına sahip olabilmek için başlatılan girişime, ortak konumunda katkıda bulunmaları istenmişti. Böylece başlayan ortaklık kurma çabalarının beklenen başarıya yeterince ulaşamadığı, toplanan sermaye ile “Hür Basım ve Yayınevi”nin ancak 1956’da kurulabilmesinden anlaşılıyor.

- Reklam -

Kurulan ortaklığın çekirdeğini oluşturan basımevi, talihsiz bir kaza sonucunda, kararlaştırılan zamandan da sonra açıldı. Sait Bilgiç Beğin risaleyi ulaştırılabildiği ülküdaşlardan bir bölümünün gönderdiği çok küçük payların oluşturduğu anapara ile bir baskı ve bir kâğıt kesme makinesi, ayrıca el dizgisi için gerekli gereçler ve hurufat satın alınmış, bunların kurulacak yayınevinin temelini oluşturması düşlenmişti. Ankara’da faaliyet gösterecek olan “Hür Basım ve Yayınevi”, resmî olmayan bir ortaklık kimliğinde bulunacak, hizmetleri ortaklık yönetim kurulunca atanan bir ülküdaş yürütecekti. Yönetici olarak görevlendirilen bu ülküdaş, ‘kuruluşun sahibi’ olarak görünecekti. Yani, tümüyle güvene dayalı bir oluşum söz konusu idi.

Hür Basım ve Yayınevi’nin yönetimini bu konum içinde üstlenen Türk Milliyetçiler Derneği’nin eski Umumî Kâtibi Abdullah Savaşçı Beğ, 20 Ağustos 1955’te Vakıflar Genel Müdürlüğündeki memurluk görevinden ayrılmış ve tesisin kuruluş çalışmalarını yürütmeye başlamıştı.

İlk iş olarak Ankara’da, o sıralarda şehrin merkezi durumunda olan Ulus’a yakın bir yer kiralandı. Orası Denizciler Caddesi üzerindeki, Beyrut Palas adlı bir otelin bulunduğu yapının bodrum katındaki pasajın dükkânlarından biri idi. Öteki dükkânlardan farkı, pasajın önündeki üstü açık boşluğun bir köşesinde yer almasıydı. 15-16 m2’lik bir alanı vardı ve iki cephesi camekânlı idi. Oraya, dükkânın tam karşısındaki duvara dayandırılmış, yarısında L dönüşü yapan bir merdivenle iniliyordu (Şimdi, pasajın önündeki o boşluk kapatılmış). Bu bakımdan, yer olarak uygundu. Ama makineler ve öteki gereçler yerleştirildikten sonra alan olarak hiç de elverişli olmadığı anlaşılacaktı. Çünkü küçük bir çalışma masası ve bir konuk veya müşteri sandalyesi için bile yer bulmak mümkün değildi.

Yerin böylece sağlanmasından sonra, İstanbul’dan satın alınan makineler, dizgi işlerinde kullanılacak hurufat ve kasaları ve basımevi için gerekli öteki gereçler Ankara’ya getirilmişti. Kâğıt kesme makinesi ve öteki gereçlerin merdivenlerden indirilip yerlerine götürülmesinde ve yerleştirilmesinde zorluk yaşanmadı. Fakat baskı makinesinin işyerinin bulunduğu kata indirilişi sırasında büyük bir talihsizlik yaşandı. Bilgisizlik, acemilik, gözü karalığın tabiî sonucu olan bir görünür kaza.

Çünkü büyükçe bir ağır kitle oluşturan bu makinenin cadde düzeyinden bir kat aşağıya indirilişinde ya vinç kullanılması ya da makinenin parçalara ayırılarak bu parçalarının ayrı ayrı aşağıya indirilmesi gerekirdi. Fakat makinenin alt kata indirilmesinde “ilkel” denilebilecek bir yol seçilmiş, halatlara bağlanarak basamaklardan kaydırılmak istenmişti. Hem de merdivenin yarısındaki dönemecin nasıl aşılabileceği düşünülmeden! İki yanının arkasında bulunan kenarları keskin iki yuvarlak deliğe birer halat bağlandıktan sonra makine, manivelalarla merdiven başına getirilmiş ve merdiven üzerine konulan kalaslarla oluşturulan kızağa sürülmüştü. Sözde, halatları tutan kişiler kaymayı yavaşlatacaklardı. Fakat saniyelerle belirtilebilecek bir zaman içinde olanlar oldu: makine merdiven dönemecinin bulunduğu duvara korkunç bir gürültü ile çarparak durdu. Kenarları keskin deliklerin kestiği halatlar ellerinde kalan hamallar büyük bir şaşkınlık içindeydiler. İndirilişi görmeye ve tesisin açılışını kutlamaya gelen kalabalıkça ülküdaş topluluğunun sevinç ve heyecanı da, bir anda, hüzün ve yeise dönüşmüştü. Çünkü makine bu çarpmadan önemli bir yara almıştı.

Takılıp kaldığı merdiven dönemecinden büyük güçlüklerle, sanırım parçalanarak, indirilen makine aylarca çalıştırılamadı. Çünkü çarpma makinenin motoronu kallanılmaz duruma getirmişti. Onun onarımı veya yenilenmesi uzun zaman alacaktı. Tabiî kurum da uzun süre işletmeye açılamadı. Makinenin hemen onarılıp işler duruma getirilememesinin iki önemli sebebi vardı. Bunların birisi, eldeki anaparanın makinelerin ve öteki gereçlerin satın alınmasına harcanması, onarımı gerçekleştirmek için elde yeterince para bulunmaması idi. Çalıştırılamayan basımevi için her ay da kira ödenmesi gerekiyordu. Dış Türklerden olan yapı sahibi, kira bedellerinin ödenmesi konusunda çok titizdi. İkinci sebep ise, Hür Basım ve Yayınevi’nin sahiplik görevini üstlenen Abdullah Savaşçı’nın matbaanın Ankara’ya getirilişi sırasında evlenmiş olmasıydı. Bu olay, ülküdaşımızın tesisin işleri ile yeterinci ilgilenmesini uzun süre engellemişti. Yeni evine yerleşmesi, Kastamonu’nun Araç ilçesinde oturan anne-babasına ve öteki aile yakınlarına yapması gereken ziyaretler, baskı makinesinin uğradığı felâketin oluşturduğu ruh hâleti ve biraz da Savaşçı’nın iş takibi konusundaki rahatlığı, engelleyici etkenler olmuşlardı. Üstelik kurumun sahipliğini üstlenmek için memurluktan ayrılan ülküdaşımız, evinin geçimini evdeşinin aylığı ile karşılamak gibi olumsuz bir durumla da karşı karşıya kalmıştı. Kısacası, Hür Basım ve Yayınevi, daha çalışmaya başlayamadan, uzunca bir süre sermaye yiyen bir kurum durumuna düşmüştü.

- Reklam -

Uzunca bir onarım döneminden sonra basımevi, Ankara’daki ülküdaşların bazılarının katılımı ile aylar sonra çalışmaya başlayabildi. Açılışı, baskı makinesinin başlama düğmesine basarak Nejdet Sançar Beğ yapmış, makine bulunanları çok heyecanlandıran bir tempoda çalışmaya başlamıştı. Baskı sırasında elde edilen sonuç çok sevindirici idi. Mükemmel bir baskı makinesine sahip olmak bütün ülküdaşları sevindirmişti.

Basımevinin çalışmaları böylece düzene girmiş görünüyordu. Kuruluşun asıl görevi olan yayın işlerine ise, bir türlü geçilemiyordu. Çünkü, elde bu işin gerçekleşmesini sağlayacak anapara yoktu. Basımevinin çalışması ile elde edilen gelir ise ‘sahip’ görünümündeki Savaşçı’nın, baskı makinesinde, dizgi işinde ve öteki hizmetlerde çalışan işçilerin aylığını, işyerinin kirasını karşılamaya bile yetmiyordu. Kurum durmadan açık veriyordu.

Basımevinin bir yıllık çalışma süresinin sonunda Ankara’da, Nejdet Sançar Beğin evinde toplanan ortaklık kurucular kurulu, uzun görüşmelerden sonra Abdullah Savaşçı’nın görevi bırakmasına ve ‘sahiplik görevi’ni benim üstlenmeme karar verdi. Hatırlayabildiğim kadarı ile, o toplantıda Ankara’dan Nejdet Sançar, Zeki Sofuoğlu, Hikmet Tanyu, Sait Bilgiç, Necati Torun, İstanbul’dan İsmet Tümtürk beğler vardı. Savaşçı ile ben de orada idik. Tabiî, toplantıda verilen karar Abdullah Savaşçı’yı çok üzmüştü. Memurluğu bırakarak girdiği bu işte başarısız sayılmak bir yana, büyük de bir borcun altına girmişti. Ayrıca o, galiba, başarılı olabilirse öteki ortakların paylarını satın alarak kurumun gerçek sahibi olmayı da düşlüyordu. Bu karar ile bu hayâli de son bulmuştu.

O sırada ben, Ankara Türkocağı’nda ‘mal saymanı’ olarak görevli idim. Zaman zaman Ocak müdürüne vekillik ediyor, fiiliyatta ise müdür yardımcısı olarak çalışıyordum. Ben de, bu göreve Abdullah Savaşçı gibi Vakıflar Genel Müdürlüğü’ndeki görevimi bırakarak gelmiştim. Yeni görevlendirme ile Türkocağı’ndaki görevimden ayrılacaktım. Bu durum göz önüne alınarak, Basımevi’nden ayrılma durumunda kalan Savaşçı’nın benim ayrılacağım göreve alınmasının Türkocağı yönetimine tavsiye edilmesi de kararlaştırıldı. Bu atama gerçekleşince, görevlerimizi değiştirmiş olduk.

Hür Basım ve Yayınevi’nde işe başlar başlamaz, “sahiplik”e ilişkin yasal işlemleri tamamladıktan sonra, basımevindeki düzensizlikleri belirtmeye ve olabildiğinde düzeltmeye çalıştım. Ortaklar listesini, her ortağa ayrı bir sayfa ayırarak bir deftere kaydettim. Ortaklıktan ayrılmak isteyenleri belirleyerek onların ‘pay’larını geri verdim. Basımevinin borçlarını belirleyerek onlar için bir sıra belirlemeye çalıştım.

- Reklam -

Fakat asıl yapılması gereken, kurumu zarardan kurtarmayı sağlayacak, yayın yapmaya yönelmeyi mümkün kılacak çalışmalara girişmekti. Kısa süreli bir deneme bunun hiç de kolay olmadığını göstermişti. Kartvizit, fatura basmak gibi günlük işler bir getiri sağlamıyordu. Kazancı artırmak için resmî kuruluşlardan, büyük ortaklıklardan sürekli, büyük işler almak gerekiyordu. Onları almak ise, hiç kolay değildi. Çünkü o tür işler zaten eski, köklü basımevlerince paylaşılmıştı. Ayrıca o tür işleri ‘ihale yolu’ ile alabilmek için birtakım kişilere rüşvetler, en azından ‘hediye’ler vermek gerekiyordu. Aksi hâlde, o işlerden birini, tesadüfen almış olsanız bile ikincisini alabilmek mümkün olmuyordu. Tabiî, bu işler için dolaşmak, basımevine uğramamak da gerekiyordu. Oysa orada kendinizden başka yetkili bulunduramıyordunuz. Bütün bunlar memurluk düzenine alışmış Abdullah Savaşçı ve benim gibi insanların harcı değildi.

Başka bir önemli engelimiz de, baskı makinemizin küçüklüğü idi. Çok güzel baskı yapmasına karşılık, ancak 35×50 sm. çapında kâğıtlara baskı yapabiliyordu. Bundan dolayı daha büyük boyutta kâğıtlara basılması gereken işleri ya geri çeviriyorduk, ya da başka basımevlerine yaptırmak zorunda kalıyorduk. Bu da, böyle bir işten sağlayabileceğimiz kazancı alıp götürüyordu.

Baskı makinemizin bu durumu, asıl amaç olan yayıncılığı da önlüyordu. Çünkü, yayımlanacak bir kitabın dizgi işini ya kendi ilkel el dizgisi imkânlarımızı kullanarak uzun sürede gerçekleştirmek ya da dizgi makinesi bulunan bir dizgiciye veya basımevine ısmarlamak zorunda idik. Bu ise, bizim için, astarı yüzünden pahalıya geliyordu. Öte yandan, yayımlayacağımız bir kitabı, boyutuna göre, en çok iki veya dört sayfa olarak basmak zorunda idik. Bu ise hem zaman alıyor, hem baskı maliyetini yükseltiyordu. Bunun denemelerini, ısmarlama üzerine basımevimizde dizip bastığımız birkaç kitap ile yapmış; belirttiğimiz kanaati güçlendiren sonuçlar almıştım.

Basımevindeki çalışmalarım sırasında edindiğim başka bir kanaat de, bu girişimin yanlış bir adımla başlatılmış olmasıydı. Bana göre; işe böyle küçük boyutlu kâğıtlar basabilen bir baskı makinesi ve öteki gereçler (söz gelişi hurufat) almak yerine, “entertip” veya “linotip” denilen dizgi makinelerinden biri ile başlansa idi daha doğru ve isabetli olurdu. Çünkü o sıralarda Ankara’da basımevlerinin çoğunda bu tür dizgi makineleri yoktu. Bu basımevleri dizgi işlerini yalnızca dizgi makinesi bulunan dizgi evlerinde yaptırıyorlardı. Bunun için de onlara yüklüce bedeller ödüyorlardı. Bu dizgi evleri fazla işçiye de gerek duyurmuyordu. Bir dizgi operatörü ile bir çırak yetiyordu. 4-5 metrekarelik bir alan da bu işe yetip artıyordu. Üstelik bir yazı makinesi kullanır gibi çalıştırılan bu makinelerin kullanılmasını öğrenmek de çok kolaydı. Bunu öğrenen tesis sahibi, onu gerektiğinde kendisi de çalıştırılabilirdi. Böyle bir dizgievine sahip olunduğunda iş peşinde koşmak söz konusu değildi. İş kendiliğinden geliyordu. Böyle bir dizgi makinesi ile elde edilecek kazanç, kısa zamanda, oluşturulacak basımevinin öteki makine ve gereçlerinin edinilmesini de sağlayabilirdi. Onunla yayın çalışmaları da kolayca başlatılabilirdi. Çünkü dışarıdan alınmış dizgi işi olmadığı zamanlarda, yayınevinin çıkaracağı kitaplar, dergiler, vb. kolayca dizilir, sayfa düzenlemeleri yapılır ve herhangi bir basımevinde kolayca bastırılabilirdi. Çünkü o sıralarda Ankara’da böyle baskı işlerini kısa zamanda ve ucuza yapabilecek çok sayıda basımevi vardı. Bütün bunlar, işe yanlış yönden başlandığını açıkça gösteriyordu. Fakat olanlar olmuş, “Hür Basım ve Yayınevi”, tecrübesizliğin, işe bir “olabilirlik” araştırması yapılmadan girişilmesinin ve daha işin başında geçirilen elim bir kazanın kurbanı olarak, tabir caizse, ölü doğmuştu. O yüzden onu diriltme, hayata iade etme çabaları, yine aynı sebeplerle, bir türlü başarılı olamıyordu.

İşte bu olumsuz “ahval ve şerait” içinde, bir yıl kadar duyanılmaz zorluklarla boğuştum. Çoğu günler hurufat kasalarının başında dizgi işini -Türk Milliyetçiler Derneği Mürettiphanesi’nde rahmetli Erhan Löker’den öğrendiklerimle- kendim yapmak, baskı makinesinin başında sabahlayarak çalışmak zorunda kaldım. İşçilere haftalıklarını, çoklukla, eşten dosttan aldığım borçlarla ödemek zorunda kalıyordum. Bu yüzden uzak-yakın pek çok tanıdığıma borçlandım. Bunların bir bölümünü zamanında ödeyememe durumunda kaldığım için, borçlandığım kişilerin güvenini yitirme durumu ile karşılaştığım zamanlar oldu. Bu borçlanma sıkıntısı, hareket yeteneğimi iyice sınırlıyordu. Bu arada ortaklardan kiminin paylarını geri alma isteklerini karşılayabilmek de büyük mesele oluyordu.

O arada bir de taşınma sorunu yaşadık. Denizciler Caddesindeki işyerimizin sahibi, hangi etkilerin yönlendirmesi iledir bilmiyorum, dükkânını boşaltmamızı istemeye, beni o konuda bunaltmaya başladı. Bunun üzerine uygun bir yer aramaya başladım. Uzun süren aramalardan sonra, işyerimize oldukça uzak bir semtte, Dışkapı’da bir yer bulduk. Orası, inşaatı yarım kalmış bir işhanını bodrum katındaki bir bölümdü. Bizim için pek de elverişli değildi. Binbir güçlükle ve mevcut borç yükümüze yeni borçlar ekleyerek oraya taşındık. O yeni işyeri, zaten sayıları sınırlı olan sürekli müşterilerimizi yitirmemize de yol açmıştı. Üstelik basımevinin konumu kendini göstermekten, müşteri çekmekten uzaktı.

Basımevi’nin sorumluluğunu taşıdığım dönemdeki çalışmalarım, gündüzle birlikte çoğu gecelerimi de zehir eden olumsuzluklar içinde geçti. Oysa ben evliydim ve çocuklarım vardı. Üstelik ertelediğim yüksek öğrenimimi tamamlayabilmek için, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki derslerime devam zorundaydım. Bu şartlar içinde evime, çocuklarıma zaman ayırabilmem mümkün olamıyordu. Neyse ki, gözümü arkada bırakmayan bir ailem vardı. Evli olmama, çocuklarım bulunmasına rağmen, anne-baba ve kardeşlerimle birlikte oturuyorduk. Bu yüzden evin giderlerine katkıda bulunmak lüksünü kullanmak zorunda da kalmıyordum.

Bir yıl kadar bu minval üzere çalıştıktan, daha doğrusu boşa çabaladıktan sonra, içinde bulunduğumuz şartlar bakımından başarı gösterme şansımın bulunmadığına kesin kanaat getirince, Nejdet Sançar Beğ’e durumu anlatarak, beni üzerimdeki iğreti “sahiplik” yükünden kurtarmaları ricasında bulundum. Bunu, son sınıfına geldiğim yüksek öğrenimimle ilgili bir alanda çalışabilmek isteğine de dayandırmıştım. Sançar Beğ, öteki ortaklar kurulu üyeleri ile görüştü ve isteğimin kabul edildiğini bana bildirdi. Böylece, Hür Basım ve Yayınevi’nin yükü üzerimden alındı ve o sıralarda askerlik hizmetinden emekliye ayrılmış olan yüzbaşı (şimdi merhum) Vecihi Öğütçüoğlu’ya devredildi. Ben de 1959 yılında, Nejdet Sançar Hocanın aracılığı ile Millî Kütüphane’de bir göreve atandım. Böylece hayatımda yeni bir dönem açılmış oldu.

Öğütçüoğlu, Hür Basım ve Yayınevi’ni tekrar Denizciler Caddesindeki yeni bir yapının bodrum katına taşıdı. Orada “Orkun Basım ve Yayınevi” adını alan kuruluş, çalışmalarını birkaç yıl daha sürdürdü. Birkaç eser de yayımlandı. Sonra da piyasadan çekildi. Sanırım Öğütçüoğlu da bu serüveni başarıya yönlendirememiş, tesisi elden çıkarmak zorunda kalmıştı.

Bu acı deneyimler gösterdi ki, titiz bir ‘olabilirlik’ araştırması yapılmadan başlatılan ve deneyimsiz kişilerce yürütülmesine çalışılan bir girişimin başarı şansı olamaz. Emeklerin ve paranın boşa harcandığı, büyük sıkıntıların çekildiği, umutsuzluk ve mutsuzlukların dolu olduğu bir süreç yaşanır; fakat olumlu sonuçlar elde edilemez. “Hür Basım ve Yayınevi” serüveni, bunun tipik, ibret verici bir örneğidir.

DİPNOT

1. Vatan. 15.09.1953; Ömer Özcan, “Türkçülük tarihimizden isimler: Mehmet Sait Bilgiç”, Türk Yurdu. 20, 158 (Ekim 2000), 53.
 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -