Ana Sayfa 1998-2012 “MERÂSİMDE ÇATLAYAN AR DAMARI”

“MERÂSİMDE ÇATLAYAN AR DAMARI”

Dîvân şiirinde “ayağ (ayak) seyrine gitmek” diye bir şifre var. İlk bakışta biraz müstehcen gelen bu söz; hem yasak, hem de haram olan bir fiilin, usturuplu biçimde deşifre edilmesidir. Başta şarap olmak üzere, alkollü içki mübtelâlarının dünyâsına açılan kapı, “ayağ seyri”dir. Artık, buradaki “ayağ”, bâdeye mi âittir, şişeye mi, hattâ kadehin kendisi midir? Karârı siz verin…

- Reklam -

İstanbul’da Galata ve çevresi, “ayağ seyri”nin merkez üssü durumunda idi. Gayr-ı müslim ve levanten grupların en meşhûr semtlerinden biri olan Galata ve ona yakın Karaköy, Pera (Beyoğlu) gibi yerler, Müslüman kategorisindeki akşamcıları da gizli yollardan kendine çekiyordu.

“Ayağ seyri”ne iştirâk edenler, kendi meşreblerine uygun mahallerde, bu kaçamaklarını sohbet malzemesi yapıyorlardı. Şiire akseden rümûzlu ifâdeler de, bu sohbet dakikalarının hâtırâsı olmalı.

Bu günahkâr tavır, kodlanarak âşikâr ediliyorsa, aynı zamanda o yıllardaki cemiyet disiplininin gücünü ortaya koyuyor. Bir de, günümüzdeki manzaraya bakın. Ar damarındaki çatlama farkını, rehbere lüzûm kalmadan anlayacaksınız.

“İbâdet de, kabahat de gizli.” düstûrunu, günlük yaşayışına rapteden atalarımız; gazete ve mecmualardaki, her çeşit alkollü içkiyi övünerek reklâm eden bugünkü sayfaları görseydiler, -küçük değil- büyük dillerini yutacak noktaya gelirlerdi.

“Ayağ seyri” ifâdesindeki mahcûbiyet estetiği ile alenî meyhâne muhabbetinin bayağılığı arasında, yavaş yavaş kaybolan bir milletin feryâdı yükseliyor…

Milletler arası arenada da, havaların ters dönmesinin verdiği şaşkınlık, başka bir infiâle kapı aralıyor.

- Reklam -

Bu cümleden olarak, Dünyâ’nın iklîmi sür’atle değişiyor. Hemen herkes: “Nerede o eski kışlar!” diye iç geçiriyor. İnsanın iliklerine kadar üşüdüğü, lâpa lâpa kar yağan, sokakların buz pistine dönüştüğü eski kışlar, hayâl mi oldu?

Elbette, buna biz sıradan kullar karar veremeyiz. Lâkin, bu iklim gidişâtındaki geleceği karartan tablo; en fazla, insanın tabiî kaynakları hovardaca kullanmasının eseri. İş işten geçtikten ve buz dağları erimeye başladıktan sonra, göstermelik elektrik kapatma hareketleri, sâdece “komik” oluyor.

Belki bir ömür sayılacak zamandır, ozon tabakasındaki incelmeden, hattâ delinmeden bahsedilmesine rağmen, bu felâkete sebep olan sanâyi sektöründe en ufak bir küçülme, geri adım atma emâresine rastlanmadı.

Muhteris bir avuç “ tabiatyedi” insan, koskoca Dünyâ’nın ve bilumum insanlığın istikbâlini tehlikeye atıyor.

Mukadderâta, ilâhî takdire inanmak başka şeydir; göz göre göre, yaşadığımız çevreyi yaşanmaz hâle getirmek başka şey. Biri, diğerinin ayıbını ve vebâlini aslâ örtmüyor.

- Reklam -

Yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz nice gıda ve nesnede, tahrib edilen tabiâtın inkisârından nişâneler var. Âh ile, vâh ile geçirilecek zaman kalmamıştır. Hâlâ, bâzı tedbirler için geç değildir. Hâdisenin esas müsebbib i durumunda olanların vurdumduymazlığına bakınca gayr-ı ihtiyârî: “Bizi bu belâ ile baş başa bırakıp kendileri başka diyarlara mı gidecekler?” sorusunu soruyoruz.

Sâhi, gidilecek başka bir Dünyâ var mı? “Var!” diyenler beri gelsin. Ne başka bir dünya, ne de başka İstanbul bulabilecekler…

Sokağa çıkma yasağı konulmadan yapılan nüfus sayımının, İstanbul’la ilgili ilk rakamları alınmış ve buradan hareketle şehrin toplam nüfûsu hakkında ilmî usûllerle bir tahminde bulunulmuş. İfade edilen sayı, tam mânâsıyla “heyûlâ?”. “Yirmi üç milyon” diye verilen bu demografik müjde (!), Dünyâ’nın en güzel şehrine revâ gördüğümüz muâmeleyi de ortaya koyuyor.

“İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez,

Zîrâ, bu terâzi, o kadar sıkleti çekmez!”

diyen Ziyâ Paşa, ne kadar haklı imiş. İstanbul, üstüne yüklenen ağırlığın altında ezilme, ufalanma, parçalanma tehlikesi geçiriyor.

Şöyle, herhangi bir seçme, ayırma yapmadan, rastgele bir semtine, yine tesâdüfî bir vakitte uğrayacağınız İstanbul’un, maalesef tenhâ köşesini bulamayacaksınız. Çünkü, kalmadı. Ne yolda; başkasının koluna, omzuna sürtünmeden yürüyebiliyorsunuz; ne de her türlü toplu taşıma vâsıtasında salkım-saçak olmadan seyahat edebiliyorsunuz.

Şâyet “yirmi üç milyon” haberi doğru ise -ki, fazlası da olabilir- İstanbul için milletçe düşünme zamânıdır. Ortadaki manzaranın övünülecek hiçbir yanı bulunmamaktadır.

Şu anda, Dünyâ’nın en kalabalık şehri Mexico City. Bir, iki mûtenâ semti dışında, insanların balık istifi yaşadığı bu bol problemli şehir, böyle gider ve hızı frenlenmezse, yakında İstanbul tarafından hal’ edilecek. Peki, bunun perîşânlık ve mezbelelik dışında, rekordan sayılacak neyi var? İstanbul’a yazık oluyor…

Vaktiyle Fâtih’in şehzâdesi Cem, nasıl Rodos şövalyeleri ile Avrupalı zâdegâna kapılarak hayâtını heder etmişse; bugün de “seyahat ve ikâmet hürriyeti” gibi, varlğından fâcia çıkan cilâlı sözler yüzünden, İstanbul telef ediliyor. Çâre, Yavuz menendi bir idealistin hünerine bakmaktadır.

Yavuz Sultan Selîm’in, amcası Cem hakkında ne düşündüğünü, hiç merak ettiniz mi? Eğer tâlihi yaver gitseydi, Şehzâde Cem Sultan, “Sultan Cem” olsaydı; Yavuz’un saltanatı, hayâl dâiresinin bile yanına yaklaşamazdı. Yâni, bu, “saltanata vesîle” sebep dolayısıyla, Yavuz’un penceresi Cem Sultan’ı flû gösteriyor.

Fâtih’in oğlu Cem ile, torunu Yavuz Selîm, bâzı noktalarda birbirlerine çok yaklaşıyorlar, bâzı hususlarda da taban tabana zıt karakterlere bürünüyorlar. Cem Sultan’daki cesâret mâdeni, ham cevher hâlindeyken, Yavuz’da parıltılı bir ustalık gösteriyor. Yine Sultan Selîm’in ileriye bakışındaki “tam on ikiden vuran” isâbet, Cem romanında şaşırtan zikzaklar çiziyor.

Her iki Osmanoğlu’nun ortak olan en bâriz vasfı, tevâzu… Cem’de de, Selîmde de “haddeden geçmiş” bir kendini bilme fazîleti var ki, bu sâyede biri küfürden, diğeri de kibirden nefislerini muhâfaza etmişlerdir.

Tamâmı sekiz yıl olan Sultan Selîm-i Evvel devrinin ilk dönemi içinde, şehzâdeler mücâdelesi devam ederken, bâzı Cem tecellîleri görülür. Daha doğrusu, Bâyezid-i Velî’nin oğulları, sırayla amcaları Cem’in kaderini yaşarlar. Hattâ, hükümdâr olmadan önce, bir ara Yavuz’un bile bu kadere ortak olduğu anlar tesbit edilir.

Bütün engelleri ortadan kaldırdıktan ve Osmanlı tahtına tek başına oturduktan sonra, Selîm’in Cem amcasına bakışında çok köklü değişiklikler olmalıdır. En azından, objektif bir adeseden, geçmiş yıllara bakmaya çalışmıştır. Eğer, bunu yapmaya vakit bulabildiyse, Yavuz’un Cem’den kaptığı bir hayli “kıssadan hisse”si olmuştur…

Keşke, benzer “kıssa hisseleri”ni, bugünkü idârecilerimiz de alabilseydi. Epeyi zamandır, belli mihraklar tarafından “Cumhûriyet”i numaralandırma gayretleri var. Zaman zaman tavsamış görünse de, bu numaracılık, münâkaşa zeminindeki yerini aslâ terketmiyor.

Dışarıda hazırlanıp içimize sürülen plân gerçekleştiğinde, ortada “Cumhûriyet” kalır mı? Bilemeyiz. Bu numaratör ehlinin nihâî hedefi, Türk’ü ve Türk Devleti’ni ortadan kaldırmak olduğuna göre; “Cumhûriyet”, işin göstermelik tarafı, yâni kamuflajıdır.

Zâten, kendini “Türk” hisseden insanımızın, üzerinde mutâbakat sağlayacağı birinci husus; “Cumhûriyet” oyalamasına aldanmadan, böyle bir tuzağa düşmeden, istiklâline ve devletine sâhip çıkma şuûru olmalıdır. Çünkü, istiklâl temeline oturtulmuş devlet olmadan, adı ne olursa olsun, hiçbir rejim söz konusu edilemez.

Kademe kademe; altımızdaki halıyı, kilimi hergün biraz daha kenâra çekiyorlar. En son, şaşırtıcı bir “eyâlet” teklifi geldi. Türkiye’nin konuşan ve yazan piyasası, bu “eyâlet” oltasına takılıp, bir sürü ipe-sapa gelmez malzemeyle lâf salatası yaparken, hem Kıbrıs’ta, hem de Kuzey Irak’ta içimiz oyulmaya, boşaltılmaya devâm ediliyor.

Bu memleketi sevmenin tek ölçüsü vardır: “Uğruna ölmeyi göze alabilmek!” Gerisi lâf ü güzaftır. Lâfla peynir gemisinin yürümeyeceği, o kadar bellidir ki, denemek için vakit kaybetmeye değmez.

Türk’e yaraşır biçimde davranmadıkça, daha nice uzvumuza “damga” misâli numaralar, vücudumuz dağlanarak vurulacaktır.

Türklüğün varlığına göz dikenler, bu arada Türkçenin rûhuna rahmet okuma hazırlığını da eksiksiz yapıyorlar. Bizim, işin kolayına kaçan tembel tavrımızla cehâletimiz, dil cânilerinin ekmeğine yağ sürüyor.

Dünyâ târihinde dilini kaybeden nice kavim var. Bunun en mühim sebebi, millî karakter özelliklerinin yeterince ortaya çıkmamasıdır. Bir de, “ölü dil” hâlinde vesikalarda ve onları okuma hünerini gösteren bir avuç gayretli insanın zihninde kalan diller bulunuyor.

Korkarız ki, çok uzak olmayan bir gelecekte, Türkçe de böylesine trajik değerlendirmelere konu edilecek. Çünkü “sefâlet” manzarası içindeki eğitim-öğretim sisteminde aşağılandığı, eğreti bakışlar altında hakkı çiğnendiği yetmezmiş gibi; Türkçe, târihinin hiçbir döneminde görülmeyen yabancı dil istilâsına uğratılmaktadır.

Düşünebiliyor musunuz? Avrupa devletleriyle İsrâil’in katıldığı bir müzik yarışmasında, Türkiye’yi temsil edecek parçanın sözleri içinde “bir”, evet, “bir” adet Türkçe kelime bulunuyor ve bu, koskoca Türk milletiyle alay eden durumun meziyetlerini saymakla bitiremeyen basın, üzerinde bulunulması gereken yerin burası (!) olduğunu haykırıyor. Daha önce de, tamâmı İngilizce olan bir şarkı ile birincilik elde edilmişti. Bütün bunlar, Türkçenin cenâze namazına hazırlık yapma hareketleridir.

Bugün, Türk vatanının üzerinde konuşulan dilin; yalnız cümle sonundaki fiil ekleri Türkçe kalabilmiştir. Gerisi; özne, nesne, sıfat, zamir, deyim, tâbir olarak Türkçe ile irtibâtını koparmıştır. “Panik olan” insanlarımız, “konsept” peşine düşmesin de ne yapsınlar yâni? Bizi “merâsimperest” yapanlar eserleriyle ne kadar övünse azdır. Sırf merâsime halel gelmesin diye vazgeçtiğimiz nice mukaddesimiz, yetimler yurduna terkedilmiş. Türkçe de, bu yurdun sâkinleri arasında.

Merâsimler hem lâzımdır, hem değildir. Bu aykırılığın sebebi, “muktedir” olup olmamakta gizlidir. Etrâfına topladığı figüranlara “başrol” oyunculuğunu kabûl ettirmiş “güç” sâhiplerinin, merâsimden yana bir sıkıntısı olamaz. Bunu beceremeyenlerin ise, merâsim havuzunda boğulma riski çok yüksektir.

Türkiye, maalesef ikinci kategoride bulunmanın acısını yıllardır çekiyor. Hiçbir milletler arası mes’elede “başrol” üstlenemeyen ve dâima figüran takımı arasında – o da güç belâ – yer bulabilen Türk siyâsî ekibi; bu hafife alınmanın, âdetâ günâhını çıkarırcasına merâsim meraklısı oldu. Dünyâ’da, Türkiye kadar teşrîfat içre boğulan bir başka memleket gösteremezsiniz. İngiltere bile, bu hususta Türkiye’nin eline su dökemez.

Bir taraftan siyâsî arenada tribünde oturacaksın, diğer taraftan da merâsimin cılkını çıkaracaksın. Bu yakışıksız vaziyet, ilânihâye sürmez. Birgün, bir yerde, bir tel kopar ve işte o zaman, “ne oluyor?” demeye dahi vaktin kalmaz.

Sâdelik, tevazû, kendini ve haddini bilme tarzında tecellî eden Türk karakteri, merâsimde disiplini ön plâna çıkarır; şamata ve gösterişi ayaklarının altında ezerdi. Türk’ü, “Dünyâ hâkimi” yapan iksîrin formülü, alâyişe açılan bütün kapıları kapalı tutma şeklinde görünüyordu.

Ne vakit ki, bizi küçülten akâmetin üstünü “merâsim muşambası” ile örtmeye kalktık; bu aldatıcı, hattâ uyuşturucu metod, çok hoşumuza gitti. Gün gün dozunu arttırdığımız merâsimlerin, iflâh olmaz mübtelâsı kesildik. Hangi kavim, bu illete yakalanmışsa, âkıbeti perişanlık vâdisinde noktalanmış.

Pazardan mezâra, hemen her adımımız bir merâsime raptedilmiş. Gâliba esâretin ve sömürge oluşun bir başka tezâhürü, merâsim. Azmi olmayanların, merâsimi bol oluyor…

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -