Ana Sayfa 1998-2012 Lazcı-Pontusçu Yayınlar ve Birkaç Cevap

Lazcı-Pontusçu Yayınlar ve Birkaç Cevap

5 Aralık 1992 tarihinde Strasbourg’da imza edilen Avrupa Bölgesel yahut Azınlık Dilleri Sözleşmesi’nin vazettiği prensipleri istinat noktası kabul ederek “etnik kimlik”, “mozaik”, “yerel kültür” gibi, niteliğini bilmedikleri kavramları Türkiye’nin ve Türk milletinin yüzlerce yılda tekemmül eden toplumsal yapısından uzakta, bütünüyle Batı sosyal gerçeği içerisinde yorumlayarak tehlikeli çarpıtmalara sebebiyet veren yeni bir bölgecilik ve kabilecilik (tribalizm) hareketinin faaliyetlerine tanık olmaktayız.

- Reklam -

Aslında pek de yeni sayılamayacak bu faaliyetler, belki de henüz sona erdirdiğimiz bir diğer etnik ve bölge ayrımcılığına dayalı yapılanmaların dumanının dağılmasının ardından fark edilebilmiştir. Türk milletinin başına musallat edilmek istenen bu son belânın hedef coğrafyası memleketimizin Doğu Karadeniz kesimi, hedef kitlesi ise ısrarla Türk millî bütünlüğü dışında bir “Laz” tanımlamasıyla bizden koparılmak istenen Karadeniz insanıdır.

Türkiye’de “Lazcılık” hareketinin bu yolda neşriyat yapanlarca kutsanan ilk ismi Faik Efendi adında Hopalı bir şahıstır. Sultan II. Abdülhamid tarafından tıpkı Said-i Kürdî gibi ayrılıkçı faaliyetler gösterdiği için tutuklanıp sürgüne gönderilen bu kabileci1 Lazca(!) bir kitap yazmış; onu da 1929 yılında Türkçedeki anlamı “kızıl yıldız” olan bir Lazca (!) gazeteyi Sovyet Birliği Komünist Partisi’nin XII. kongresinde alınan kararlar doğrultusunda yurt dışında neşreden İskender itaşi adlı Marksist Laz takip etmiştir. Bu gazetenin de T.C. Bakanlar Kurulu’nun 26 Şubat 1930 tarihli, 8924 sayılı kararıyla yurdumuza girişinin yasaklandığını öğreniyoruz.2

Dikkat edilirse Marksizm gibi, milliyetçi düşünüşle taban tabana zıt bir fikriyatın ülkemizde nasıl olup da Kürtçülükle kol kola yürüyebildiğinin tarihsel pratikleri, erken dönem Lazcılık hareketine kadar uzanıyor. Maksat ve düşman müşterek olduktan sonra, yani hadef alınan Türk milletinin bütünlüğü ise Marksist-Komünist ideoloji kendisini bu ayrılıkçı-ırkçı hareketlere eklemlemekten hiçbir vakit imtina etmemiş, hattâ aralarından bu işlerin teorisyenliğini yapacak insanlar daima çıkmıştır. Buna bir diğer örnek, aynı hareket içinde Helimişi Xasani adına sahip ve 1925 yılında Türkiye Komünist Partisi’ne üye olan, Laz folkloru(!) ile ilgili epey derleme çalışmaları yapmış şahıstır.3 Ayrıca yerli komünistlerden, Lazları diline ilk dolayan ve etnik bölücülükle solun birbirini kullanma sürecine ilk katkıyı yapan da Hikmet Kıvılcımlı’dır. 1930’larda kaleme aldığı Yol adlı kitabın II. cildinde Lazlardan bahseden kendisidir. Mjora adlı Lazcı derginin ilk sayısında “Sol Lazları Keşfediyor” başlığıyla Komün dergisinde 1989 yılında yayınlanan bir yazıya yapılan gönderme de, aslında Türkiye’nin parçalanma tasarıları için kullanılabilecek yeni bir ayrılıkçı harekete kitle bulunduğunun muştusu gibi sunulmuştur.4

Sovyetler döneminde özellikle Kafkasya’da yürütülen yayın faaliyetlerini bir yana bırakırsak Türkiye’deki ilk Lazcı yayın, 1973’te Ankara’da neşredilen Arhavi dergisidir. Bu yayından 11 yıl sonra da Fahri Kahraman adıyla yahut Fahri Lazoğlu olarak bilinen bir başka Arhavili’nin, ilk Laz alfabesini(!) uydurmanın haklı gururunu, sonraki Lazcı yayınların kendisine yüklenmesiyle de edindiğini görürüz.5 Lazuri Alfabe adı verilen bu uyduruk çalışmayla artık Lazlar da güya öz harfleriyle(!) yazma imkânına kavuşmuştur. 90’lı yılların başında da her zaman Türkiye’yi bölmeye matuf eylemlerin destekçisi ve prim vericilerinden olan, Almanya’da kurulmuş Lazebura Çalışma Grubu tarafından Lazuri Ambarape adında devrimci tandanslı bir dergi yayınlanır.

Lazcı grupların yayın organlarında bir milât olarak nitelendirdikleri olay, Meleni Sarpililer tarafından 1964 yılında Gürcistan’da yayınlanan “Lazeti Tarih, Coğrafya, Etnografya Çalışmaları” adlı kitabın 1992 yılında “Lazların Tarihi” ismiyle Ant Yayınlarınca Türkçeye aktarılması olur.6 Aynı yıl bir Laz vakfı kurma çalışmaları da başlamıştır.7 Çalışmalar sonucunda ısrarla vurgulanması(?) istenilen “Laz” adıyla bir vakıf kurulamamış; lâkin ayrılıkçı Lazcı esaslara dayalı yeni bir yayın yemiş vermiştir: Ogni/(Duydun mu?) adlı dergi Kasım 1993’ten itibaren etnisiti şuuruna yönelik görüşlere yer veren8 eciş bücüş isimli bir kadroyu bünyesinde barındırıyor ve o günlerde en kesif çağını yaşayan PKK tedhişinden bunalmış Türk vatanında kendilerine dikkat edilmeyeceğini düşündükleri bir ortamda tabir caizse “hamsi milliyetçiliği”nin altyapısına önemli katkılarda bulunabilme fırsatının ilk ürünü oluyordu. İlginçtir ki yerli basın dışında, özellikle yabancı basının alâkasını celbeden dergiye DGM savcıları da kucak açmış(!) ve yayın daha ilk sayıda toplatılmış9; ama maalesef mahkeme “…. Laz kökenli vatandaşlarımızın da dilinin bulunduğu, bu vatandaşların dillerini özgürce kullanmaları, türkülerini söylemeleri ve atalarından(!) kalan isimlerle çağrılmaları için meşru zeminlerde mücadele(?) yapılmasında bölücü bir unsur yer almadığı…” kararıyla dergiyi beraat ettirmiştir. Mjora dergisi, bu konuyla ilgili yazıda zaferi teyid ettikten sonra, zorlu ve toplatılma korkusuyla geçen bir süreci takiben Ogni’nin 6. sayısında (olasılıkla yine korkudan) gerçekleşen içerik değişikliğini sert bir şekilde eleştiriyor ve bu eleştirinin sebebini de yayının içinde yer alan bir bildiride “… yüce Türk Milletine… gibi şoven bir terminolojinin ürünü ibarelerin” kullanılması ve anti komünist duyarlılık uyandırıcı ifadelerin bulunmasına dayandırıyor. Yani Türk milletinin yüceliği gerçeği, anlaşılıyor ki Mjora’yı biraz tırmalamış.10

Bu minvalde, az sonra vermeye başlayacağım örnekler, Türk milletinin egemenliği ve büyüklüğüne karşı duydukları rahatsızlıkları açıkça ortaya koyan cümleleri ile serazat, başkaldırırcasına bir dili cüretle kullanmaya başlayan bu kabile ırkçılarının her yayınlarının iç kapağında pankartlaştırdıkları “…. şiddeti ve savaşı kışkırtan, şoven bir terminolojiyle halkların(!) kardeşliğine zarar veren yazılar yayımlanmaz” ibaresinin zevahiri kurtarmaya dönük bir palavra olduğunu da tam bir bedahetle sergilemektedir.

- Reklam -

Mjora adlı Lazcı derginin daha ilk sayısında yer edinen ifadeler masumane bir “ben kimim”, “nereden geliyorum” sorusunu çıkış noktası kabul eden ve kendi yerel değerlerine önem atfeden insanlardan çok, bir şeylerin peşinde Türk milletinden taviz koparma sevdasına düşmüş etnikçi yeni bir kampın teşekkül etmeye başladığının en açık örnekleridir.

Dergi: “Örneğin Fransa’da resmî dillerin sayısı 25’i buluyor. Bu durum Fransa’nın bölünmesine yol açmadığı gibi, tersine söz konusu dil ve kültürlerin kazanılan yeni olanaklarla kendisini daha güçlü bir biçimde ifade etmesini ve ulusal birliğin de daha sağlıklı bir çerçeveye oturmasını sağladı”11 diyerek Lazca adını verdikleri garabetin de yüksek medeniyet dilimizle eşit standartlara sahip resmî bir dil olması gerektiğini beyan ederken uyduruk bir misâl de vermekten geri kalmıyor. Üstelik 25 ayrı dil diye yaftaladığı şeylerin aynı dilin diyalektlerinden başka bir şey olmadıklarını, ayrıca Fransızların Paris’in eski sokak lambaları söküleceği zaman kendilerini bu direklere bağlayacak, mahkemelerinde salt Fransızcayı fasih konuştuğu için hırsızları salıverecek kadar millî şuur sahibi bulunduklarını muhtemelen bildiği hâlde… Burada “çok sayıda resmî dilin uluslaşmayı daha sağlıklı bir zemine oturttuğunu” ifade eden dergi, bir sonraki sayfada da yerel dillerin kan kaybetmesini “… uluslaşma sürecine özgü politika ve kurumlarla ona ait ruh hallerinin etkisinin sürmesine” bağlayarak kendi içinde antagonizmaya düşmekten kurtulamıyor. En çarpıcı olan cümle ise “Kuzeydoğu Anadolu’da Lazika adlı bir krallık hüküm sürdüğünde Anadolu daha Bizans denetimindeydi ve Malazgirt Savaşı’na daha bin yıl vardı” cümlesi. Bütün bu bilgisizce kayıtların arasında – M.S. 71’de Bizans’ın ne aradığını es geçelim – kendisini öne çıkaran düşünce şudur: “Biz buralardayken sizin gelmenize daha bin yıl vardı. Kim oluyorsunuz da şimdi bizim adımıza hâkimiyet kesbedebiliyorsunuz. Haddinizi bilin”. Oysa bizim hem had bilen hem de bildiren bir millet olduğumuz malûmdur. Tıpkı kendilerinin her tür bilgi kırıntısından yoksunluklarının malûm olduğu gibi. Zira onlara Kurgan kültürünün tipik bir temsilcisi olan ve İç Asya bozkırlarındaki Atlı Kavimler Medeniyeti’nin batı kolunu teşkil eden Ural – Altay kökenli Prototürk Kimmerlerin daha M.Ö. II. Binyılın başlarında Karadeniz’in kuzeyine ve Kafkaslara egemen olduğunu, M.Ö. 8. yy.’dan itibaren de kitleler hâlinde Anadolu’ya12, yani onların Lazika denen ve hiçbir maddî kalıntı ile varlığı desteklenmeyen krallıklarından 800 yıl önce girdiklerini söyleseniz size ebleh ebleh bakarlar.

Ayrıca Attila’nın ölümünden sonra Avrupa Hunları, Karadeniz’in kuzey sahasına yönelmiş ve Pontos bozkırında yerleşmişlerdir13. 7. ve 8. yy.’larda Kırım’ın doğusuna kadar Kafkas ve Hazar bozkırlarını da içine almak üzere Karadeniz kıyılarına hükmeden Hazarlar da unutulmamalıdır14. Öte yandan Malazgirt Savaşı esnasında Bizans ordusunun Selçuklular üzerine sürdüğü ve sonradan saf değiştiren Kıpçaklar da (Kuman) bu savaş öncesinde Türklerin Anadolu’ya nüfuz ettiğini göstermektedir. XI. yy. başlarından itibaren Anadolu’ya giren bu Türk kitlesi, çoğunlukla Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yerleşmiştir.15 Öyle ki 13. ve 15. yy.’a ait kimi arşiv belgelerinde Kuman kaynaklı adlara rastlarız.16 Rasonyi’nin de belirttiği üzere – bugün pek çok mozaikçi ve sentezcinin marifetmiş gibi Hellenler’e veya esamesi okunamayacak kadar önemsiz topluluklara mal ettikleri- kemençe, diğer pek çok unsurla beraber Kıpçakların Karadeniz kültürüne emanet ettikleri değerlerdir.17

Buraya sığdıramayacağımız kadar örnek (yer, hayvan, eşya, şahıs isimleri ve damgalar) göstermektedir ki, Karadeniz Bölgesi başta olmak üzere Akdeniz’e kadar uzanan Anadolu düzlüğünde derin kültürel izler bırakan Türkler 3000 yıl öncesinde bu topraklara girmiş; İskitler, Kimmerler, Uzlar, Hazarlar, Peçeneklerle18 beraber yerleşik ve bütünüyle TÜRK nitelikli yeni bir hars alanı, İç Asya’dan sonra bu coğrafyada şekillenmiştir.

Lazcıların ise, Karadeniz bölgesinde yaşayan insanlarımızı Türk millî bütünlüğü dışında değerlendirerek yarattıkları sunî ayrılık, bilimsel çalışmalarla taban tabana zıttır. İ. M. Ulu, Şeref Baştav gibi bilimciler, gerçekleştirdikleri araştırmalarla M.Ö. 4. bine kadar uzanan bir Prototürk kültürünün Kafkasya havalisinde yaşadığını öne sürmüş ve Y. Nemeth’in Türklerin asıl anavatanının İtil-Yayık nehirleri arasında olabileceği savını güçlendirmişlerdir.19

- Reklam -

DİPNOTLARI

1- M. Vanilişi-A. Tandilava, Lazların Tarihi (1992) s. 71.

2- D. Fuat, “Kafkasya Hakkında Yasaklı Yayınlar (1920-44)” Kafkasya Yazıları 2, (1997) s. 36.

3- İ.A. Bucaklişi, “Romantik Bir Laz Sürgünü Hemişi Xasani”, Mjora 1 (2000) s. 30.

4- M. B. Beşli, “Tarihe Karşı Kısa Bir Tarih” Mjora 1 (2000). s. 16.

5- M. B. Beşli, agm., s. 20-21.

6- Ay., agm., s. 22.

7- H. Akman, “Laz Enstitüsü Kuruluyor”, Aktüel 66 (1992).

8- O. Türkdoğan, Etnik Sosyoloji (1997) s. 509’da derginin Eylül ayında çıktığı kaydedilmiş fakat kendi yayın organlarında bu Kasım ayı olarak zikredilmiştir.

9- M. B. Beşli, agm., s.24.

10- Ay., agm., s.25.

11- “Neden Mjora”? Mjora 1 (2000) s.8.

12- T. Tarhan, “Eskiçağda Kimmerler Problemi”, VIII. T.T. Kongresi (1979) s.2.

13- A. Ahmetoğlu, Grek Seyyahı Priskos’a Göre Avrupa Hunları (1995) 15-16.

14- C. Cahen, Osmanlı’dan Önce Anadolu’da Türkler (1979) s. 21.

15- A. Gökbel, Kıpçak Türkleri (2000) s. 161.

16- O, Türkdoğan, Etnik Sosyoloji (1997) s. 218.

17- L. Rasonyi, Tarihte Türklük (1971) s. 143.

18- O. Türkdoğan, age., s. 221.

19- O. Türkdoğan, age., s. 514.
 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -