Ana Sayfa 1998-2012 Küresel Yanılgılar ve Millî Strateji-1

Küresel Yanılgılar ve Millî Strateji-1

Unutmayalım ki; gelecek, ancak başını dik tutup

- Reklam -

ufku gözleyebilenlerindir.

Küreselleşmenin mutlak ve ayak uydurulması gereken bir dünya gerçeği olduğu iddiası yöneticilerimiz tarafından daha sıklıkla dillendirilir oldu son zamanlarda. Başbakanın, Millî Eğitim Bakanının, Dışişleri Bakanının ve diğer hükûmet üyelerinin benzeri açıklamalarını zaten duyuyorduk uzun zamandır. Ancak, geçtiğimiz aylarda Genelkurmay Başkanı Hilmi ÖZKÖK’ün Harp Akademileri’ndeki konuşması bizi bu konuda oturup etraflıca düşünmeye sevk etti. (Türk Ocakları Genel Başkanı Nuri GÜRGÜR’ün müthiş değerlendirmelerini ve akılcı yorumlarını da bu bahse muhakkak eklememiz gerekiyor.) Zira, bu denli iddialı beyanatlar insanı ayan beyan gerçeklerden bile şüpheye düşürecek seviyeye ulaşmış durumdadır.

Yukarıda adlarını zikrettiğimiz şahıslar, açıklamalarında ve tespitlerinde şu ortak noktada buluşmaktadır: Küreselleşme mutlak bir gerçekliktir ve bundan kaçış mümkün değildir. Madem ki durum böyle; biz de bu düzende kendimizi büyük aktörlerin yanında konuşlandırarak -yani güçlünün tarafını tutarak- sağlama almalı ve bu şekilde geleceğimizi garanti etmeliyiz.

Bu yaklaşım tarzı bana nedense Millî Mücadele yıllarının tartışmalarını hatırlattı. O zor günlerde de böyle düşünen aydınlar ve devlet yöneticileri vardı. Ama, eğer onların fikirleri işlerlik kazanmış olsaydı ve uygulansaydı şu anki durumumuzu varın siz tahayyül edin…

Küreselleşme üzerine daha önce de yazdığım yazılardan yola çıkarak geleceğe dair bazı öngörülerde bulunmaya çalışacağım. Çünkü, kaderimizin tayin edilmesi, kolaycı yaklaşımla ve burnunun ucuna bakarak halledilebilecek bir mesele değildir. Mevcut gelişmeleri okumak için dâhi olmaya da lüzum yoktur; sadece akıl ve vicdan yeterlidir. Elitist bilmişlerin ve ipliği pazara çıkanların iddia ettiklerinin aksine; dünya gerçeklerini anlayıp yorumlamak yetisi ve yetkisi sadece onların tasarrufunda değildir. Biz Türk milliyetçilerinin de tıpkı 1919’da olduğu gibi yine söyleyecek sözümüz var.

- Reklam -

Durum Tespiti:

Şunu açık ve net olarak ifade edebilirim ki; küreselleşme, mutlak ve nihaî bir vakıa değildir. Hiçbir düzen ve sistem, mutlak ve mükemmel olamayacağı ve de muhakkak sonlu olacağı için küreselleşmeyi idealize etmenin bir anlamı ve mantığı yoktur. Çünkü, aciz âdemoğlunun ürettiği hiçbir şey mükemmel olamaz. Mükemmellik ve mutlaklık sadece Tanrı’nın tekelindedir. Aksini düşünenlerin Tanrı’yla yarışmaya çalışmamalarını tavsiye etmek zorundayız. Sırf bu gerçek bile küreselleşmeye körü körüne inanları düşündürmelidir.

Bunun yanı sıra, dünya tek kutuplu düzenden kurtulma sinyallerini 6 yıldır vermektedir. Aleksandr Dugin’in Avrasya Projesi pek itibar görmese de Şangay İşbirliği Örgütü’nün giderek güçlenmesi ve etki alanını genişletmesi dikkate değerdir. Özbekistan’daki Amerikan üssünün kapatılması ve Kırgızistan’daki üssün -maddî şantajla karışık- kapatılma tehdidi bölgedeki güç dengeleri arasında yaşanan çatışmayı açıkça göstermektedir. Asya’da Çin’le birlikte yükselmeye başlayan Hindistan da küresel bir güç olmaya adaydır ve Şangay İşbirliği Örgütü toplantılarına gözlemci göndererek bölgedeki oluşumları önemsediğini işaret etmektedir. İran’ın bölgede her daim büyük oyuncu olma yolundaki adımları nükleer enerji faaliyetleri dolayısıyla engellenmeye çalışılsa da İran nüfuz alanını sürekli genişletmektedir. Bu şartlar altında ve sıcak gündemde İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın, ŞİÖ’nün 15 Haziran’daki Şangay toplantısında yapacağı (yaptığı) konuşmayı muhakkak iyi irdelemek gerekir.

Zira; bu toplantının katılımcılarından birinin Bağımsız Devletler Topluluğu Sekreteri Vladimir Ruşaylo’nun yanı sıra, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği ASEAN’ın Genel Sekreter Yardımcısı Wilfrido V. Villacorta ol duğunu da kesinlikle dikkate almak gerekmektedir.

Bölge ülkeleri ve örgütleri arasındaki bu yakınlaşmalar Batı dünyasında da bölünmeye yol açmakta; Fransa, Almanya ve Rusya, her zamanki gibi (bizim aksimize) ihtimalleri ve alternatifleri göz önüne alarak esnek politikalar uygulamaktadır. Çünkü bu ülkelerin uzun vadeli millî stratejileri ve duruşları söz konusudur. Dünya dengeleri değişkendir ve günümüzün gelişmeleri bize geleceğin dünyasına dair ipuçları vermektedir.

- Reklam -

Güney Amerika’daki Bolivarcılık akımı git gide güç kazanmakta ve Asya’daki Batı karşıtı ülkelerle (özellikle İran ve Çin) ilişkilerini geliştirmektedir. OPEC’in en güçlü liderlerinden biri olan Hugo Chavez’in önderliğindeki bu akım; Brezilya’da İnacio Lula, Arjantin’de Nestor Kirchner, Uruguay’da Tabaro Vazquez ve en son Bolivya’da Evo Morales’le iktidara geldi. Meksika ve Nikaragua da sırada görünüyor. ABD’nin arka bahçesinde, diğer Latin ülkelerini de etkisi altına alan güçlü bir nasyonal sosyalist (milliyetçi sosyalist) blok doğmuştur.

Pasifik’in iki yakasında bu paktlar doğarken ve dünya küreselleşmeye karşı tepki hareketleri gösterirken, hâlâ küreselleşmeyi mutlak ve nihaî düzen olarak kabul etmek hangi mantıkla açıklanabilir, takdirlerinize bırakıyorum.

Çağımızın şartlarını psikolojik yönden değerlendirmekte büyük fayda olduğu kanaatindeyim. Açıklayalım: Öncelikle şunu belirtmeliyim ki; insanın zor durumlarda ve tehlike anında embriyo vaziyetini alması, psikologlar tarafından güvenli anne karnına dönme isteğinin refleksif bir ifadesi olarak yorumlanır. Aristo her ne kadar; “İnsan her şeye alışabilecek kadar aşağılık bir varlıktır.” dese de bilinçaltımız tehlike karşısında refleksif tavır alma ve öze dönme eğilimi gösterir. Günümüz şartlarında, medeniyet insanı köklerinden koparmış; yapay şehir ortamlarında yaşayan medenî insanın tabiattan ve özünden uzaklaşması sonucunu beraberinde getirmiştir. Beton binalar, gürültülü caddeler, aşırı kalabalık içinde yalnızlık, doğallıktan ve doğadan uzaklık, yabancılaşma ve her şeyin yapaylaşması modern şehir insanını mutsuz kılmıştır. İşte bu durumdaki medenî insan, her fırsatta özüne dönme ihtiyacı hissetmektedir. Şehir insanının tatillerde ve hafta sonlarında kır gezilerine giderek tabiatla buluşma eğilimi, mümkünse şehirden biraz uzak ve tabiatla iç içe evlerde yaşama isteği, yeni yapılan toplu konutların şehir merkezine uzak ve yeşil alanlı olması tercihi (yıldız kentler ve uydu kentler) bu gerçeğin bir sonucudur. Çünkü, insan doğal ortamından uzaklaştıkça mutsuzlaşmıştır ve özüne dönmek istemektedir. Doğal besinlere rağbet edilir olması da bu yapaylığın bir sonucudur. Son yıllarda otantik ürünlere ve değerlere gösterilen ilginin temelinde de insanın özünü ve kaybettiği varlıklarını kazanma ihtiyacı yatmaktadır. Medeniyet, insanlığı geliştirmiştir ama insan doğası faktörünü göz ardı etmiştir. Bu da ister istemez refleksif hareketleri doğurmaktadır.

Batı medeniyeti, insanı tabiatından ve köklerinden uzaklaştırarak kendi sonunu kendisi hazırlamıştır ve neticede süreç mutlaka tersine doğru işleyecektir. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü; modern insan kendi gerçeğini ve köklerini aramaktadır!

Konunun farklı bir boyutuna geçmeden evvel, biraz iddialı bir öngörüde bulunup genel ağın (internetin) kullanımının da yakın gelecekte özellikle üçüncü dünya ülkelerinde sınırlandırılacağını ifade etmek isterim. Çağımızın bu mükemmel iletişim harikası, propaganda faaliyetlerinin en etkili aracı hâline geldiği için ve doğurduğu istihbarat sorunlarından dolayı zamanla tehdit unsuru olarak algılanacak ve kontrol altına alınma çabaları da kaçınılmaz olacaktır.

Meseleyi bir de sosyolojik boyutuyla ele alalım. Küreselleşmenin Silâhları (Orkun dergisi-92. sayı) adlı yazımda da açıklamaya çalıştığım gibi; global rüzgârlar olanca şiddetiyle ve malî gücünü de kullanarak muazzam iletişim imkânları marifetiyle esmektedir. Mikro-milliyetçiliklerin stratejik menfaatler için kerhen körüklenmesinin yanı sıra; aslında dünyayı -şeklen- tek taraflı hâle getirme çabası insanlık için büyük bir tehlike arz etmektedir. Mevcut düzen kültürel açıdan değerlendirildiğinde, bazıları, küreselleşme sayesinde yerel ve otantik kültürlerin değerinin ve öneminin arttığını iddia edebilir. Ancak; globalist anlayış, bu zenginlikleri de metaya dönüştürüp bunlardan kâr elde etme çabasındadır. Gerçekte kendi kültürünü empoze ederek toplumları kendine benzetme çabası içinde olan küresel güçler, bu yolla muhtemel tehditleri de bertaraf etmeyi amaçlamaktadır. Çünkü, kendilerine benzettikleri insanlar ve toplumlar artık birer tehdit değil; yandaştırlar. Bu akım insanları ve toplumları benliklerinden uzaklaştırarak kendilerine yabancı, fakat büyük aktörlere meftun kalabalıklar hâline getirme amacı gütmektedir. Çünkü, küresel politikalarının başarısı ve selâmeti bunu gerekli kılmaktadır.

Dünyanın tek renkli, tek sesli, tek kültürlü ve nihayetinde tek taraflı hâle gelmesi ihtimali bile sosyo-kültürel dengelerin yanı sıra, siyasî dengelerin de alt üst olması anlamına gelir. Dengelerin bozulması sonuçta kaos ortamını doğurur ve kimseye yarar sağlamaz. Kaos, bumerang etkisi yaratır, durumdan vazife çıkarmaya çalışan oportünistlere geri döner. İşte bu şartlar altında, milletlerin ve ulusal devletlerin de bu gidişe tepki göstermeyeceklerini düşünmek büyük bir aymazlıktır.

İşte bütün bu küresel, psikolojik ve sosyolojik durum küreselleşmenin mutlak ve ebedî olamayacağının bir delilidir. Bu ortamda, hâkim Batı medeniyetinin ürünü olan küreselleşme de elbette ki kendi sonunu hazırlamaktadır.

Bu şartlar altında, mandacı zihniyetin kolaycılığına benzer bir çapsızlıkla ve onursuzlukla, küresel güçlere ve AB’ye râm olmak değil; şerefimize yakışır bir şekilde uzun vadeli millî stratejiler üretmek gerekmektedir. Birçok fırsatı kaçırdık ve maalesef ki geç kaldık. Ancak zararın neresinden dönülse kârdır. Bu maksatla, izlenmesi gereken yolu ve üretilmesi gereken politikaları belirlemeye başlayalım.

Çözüm:

Toplumlar, dirayetli ve gerçek liderlere ihtiyaç duyar. Umut ışığını görmek ve inanmak ister. Dürüst ve idealist liderler her zaman milletlerin lokomotifi olmuşlardır. Gerçek lider, gücünü halktan alır ve halka umut ışığı olur. Toplumu yüce bir hedefe kanalize eder. İşte böyle liderler toplumları şaha kaldırır.

Millet, “Takılın peşime!”(S.Demirel-1991) diyerek ve sonra meçhule sürükleyerek hedefe yöneltilmez. Milletler, ancak yüksek ve millî hedeflere yöneltilirse şahlanır. Türk milleti yeniden ayağa kalkmak için ufku geniş, gerçek bir lider beklemektedir.

Atatürk’ün ardından vizyon sahibi bir lider çıkaramamış olmamız maalesef ki siyasî buhranların ve dış etkilerin sonucudur. Ama şikâyet etmek gibi bir hakkımız da yoktur.

Sir Winston Churchill’in bir sözü var: “Asker açken savaşamaz.” Haklılık payı var ama Türk askeri açken de savaştı. Türk milleti çarığını pişirip yedi ve yine de şükretti. İşte bunu sağlayan Mustafa Kemal’di. Gerçek, millî ve yüksek bir hedefe yöneltilen Türk milleti, liderinin etrafında kilitlenir ve onun gösterdiği kutlu yolda her türlü fedakârlığı gösterir.

2. Dünya Harbi sonrasında günde 18 saate varan bir mesaiyle çalışan Japonlar’dan bir eksiğimiz yok elbette. Sadece inanç ve umut eksiğimiz var. Atatürk’ten sonra umut ve hedef olarak önümüze konanlar, ithal idealler ve amaçlar olduğu için milletimiz motive olamamıştır. Büyük aktörlerin uydusu veya yandaşı olmak bir ideal ve kurtuluş reçetesi olamaz! Biz sonradan görme herhangi bir ülke ve toplama bir millet değiliz! 4000 yıllık devlet geleneğine sahip olan bu büyük millet böyle bir hakarete lâyık değildir!

Öncelikle ideolojik saplantılardan kurtularak herkesin resmin tamamını görmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, tüm çabalar bir kıvılcımla heba olabilir. Bu yüzden, artık yeni şeyler söylemenin zamanı gelmiştir. Eski ve yeni kandırılmışlıkları, 21. yüzyılın gerçeğini ve sadece özümüzden hareket etmenin gereğini herkesin kabul etme zorunluluğu vardır. Sadece milletin tarafında olduğumuz gerçeği unutulmamalı ve bu noktadan hareket edilmelidir. İçeriden ve dışarıdan gelecek saldırılara mukavemet edilirken mutlaka açık sözlü ve cesur olmak gerekir. Çünkü muhataplar her zaman çok güçlü ve cüretkârdır. Eski defterlerin karıştırılması suretiyle ekilmeye çalışılacak nifak tohumlarının yeşertilmesine katiyen izin verilmemelidir. İthamlara ve hatta alaylara karşı uyanık olmak gerekir. İçeride yaratılacak tartışmaları da tolare etme esnekliğini sağlamak gerekir. Rahmetli Attila İLHAN’ın başlattığı “dip dalga” hareketinin meyveleri olgunlaşmaya başlamıştır. İçeriden ve dışarıdan gelen iftiralar ve saldırıların yanı sıra; Danıştay faciası ardından acemice tertiplerle servis edilen asılsız çete iddiaları da bu birliğin “birilerini” ciddî şekilde ürküttüğünün delilidir. Bu yüzden, her Türk uyanık olmak zorundadır.

İthal fikirleri ve sistemleri değil; kaynağı Türk milletinin ihtiyacı olan bir sistemi rehber edinmenin gereği açıktır. Bu sistem, büyük aktörlere uydu veya müttefik olarak kendini garanti etme avuntularını reddeden uzun vadeli millî bir proje olmalıdır. Bu stratejik projenin adı “Türk Cumhuriyetleri Birliği”dir. Bu sakın ha sakın ırkçılık olarak algılanmasın ve saptırılmasın. Bunun ihtiyacını ve temellerini önceki makalelerimde izah etmiştim. Avrupa, Latin Amerika, Rus projeleri hayata geçirilmeye çalışılırken; bizim kendi özümüzden ve ihtiyaçlarımızdan doğan bir birlik kurma ihtiyacımız elbette ki kaçınılmazdır. 1991 treninin ehil ve âkil olmayan politikacılar marifetiyle kaçırılması bizi umutsuzluğa sevk etmemelidir. O dönemde ufku geniş bürokratlarımız ve fikir adamlarımız sayesinde birlik tohumları atılmıştır.

Evet, Gaspıralı İsmail’in “Dilde, fikirde, işte birlik.” düsturunu şiar edinerek Atatürk’ün vasiyetini yerine getirmenin zamanı gelmiştir. Artık Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan NAZARBEYEV’in çağrısına cevap vermeliyiz. Türk Cumhuriyetleri Birliği, önce bölge ve Orta Asya, sonra da dünya dengeleri açısından belirleyici konuma gelebilir. Dünya barışı, ancak Türk milletinin kuracağı bu birlikle sağlanabilir. Diğer Doğu halklarının bizi nasıl bir umut kaynağı olarak gördüklerini; Mustafa Kemal ATATÜRK’ü ve Rauf DENKTAŞ’ı model lider kabul ettiklerini cümle âlem biliyor. Onların yolu yoldur, aklını elâlemden alanların değil!…

Türk Birliği bir hayâl veya ütopya değildir. Hem Türkler hem Doğu halkları hem de dünya için bir ihtiyaç ve zorunluluktur. Diğer milletlerin ulusal ve uzun vadeli stratejileri varken, içimizden bazılarının hâlâ Washington’ın, Churchill’in, Stalin’in, Şerif Hüseyin’in veya Humeynî’nin torunlarından medet umması utanç verici bir durumdur. Biz ancak Türklüğün üstün medenî vasfından ve Türk gençliğinden medet umuyoruz. Hareket noktamız budur ve bu yol Atatürk’ün çizdiği tek gerçek yoldur. Milletimizin, bölgemizin ve dünyanın huzurlu geleceği ancak bu yolla; Türk Cumhuriyetleri Birliği ile mümkün olabilir.

Bu yazının ikinci bölümünde Türk Dünyası’nın yakınlaşması ve nihayetinde birliği için yapılması gerekenleri açıklamaya çalışacağız. Konuyu eğitim, kültür, basın yayın (medya), güvenlik, ticaret, din işleri, spor ve enerji başlıklarında ele alıp yol haritamızı çizeceğiz.

Unutmayalım ki; gelecek, ancak başını dik tutup ufku gözleyebilenlerindir.

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -