Kültür, hayatımızı her saniye, her dakika dolduran bir yaşam biçimidir. Atalardan devralınan maddî ve mânevî değerlerin toplamıdır. Kaynağı da halktır.
Kültürün sayısız tarifi yapılmıştır. Cemil Meriç kültürün 161 tarifi olduğunu söylerken Albert H. Köhlen; “İnançları, değer hükümlerini, örf ve yaratılmış her şeyi ihtiva eder” der. Ziya Gökalp’da; “Bir milletin dinî, ahlâkî, bediî, lisanî, iktisadî ve fennî kaynaklarının âhenkli mecmuası” (toplamı) olarak tarif eder.
Kültür kelimesi Türkçe değildir. Bize Fransızcadan geçmiştir. Fransızca “Culture” kelimesi de Lâtince “toprağı sürmek, zirai mahsul elde etmek ve onları geliştirmek” mânâlarına gelen “Culture” kelimesinden türemiştir. Kelime daha sonra “insan vücudunu ve ruhunu terbiye etmek” sanat ve fikir eserlerini geliştirme” mânâlarını da içine alan bir genişlik kazanmıştır.
Her milletin kendisine mahsus medeniyeti olduğu gibi kültürü de vardır. Kültür ve medeniyet kavramları farklı şeyleri ifade etseler bile, birbirleri ile kaynaşarak çözülmez bir terkip meydana getirirler.
KÜLTÜRÜN KAYNAĞI VE KALKINMANIN TEMELİ
Kültürün kaynağı insandır. Aslında insan her şeyin kaynağıdır. İnsansız bir dünya düşünülebilir mi? Muhyiddin Arabî’nin dediği gibi “Çamurdan yaratılan insan dünyanın cilâsı olmuştur”. O hâlde kültürün oluşmasında bütün insan gruplarının payı vardır. İnsan hem dış tabiatı, hem kendi tabiatını işleyerek kültüre ulaşır.
Bugün gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin bu hâle gelmelerinin temelinde kültür politikalarının sürekliliği ve kalıcılığı vardır. Hattâ bunu hayatlarının bir parçası hâline getirmişlerdir. Giyinişlerinden, beslenmelerine, oturmalarından yatıp kalkmalarına kadar hep bu özelliği görürüz. Japonya ise bu katarın lokomotifidir.
KÜLTÜR MÜ? EKONOMİ Mİ?
Ekonomi ile kültürü yarıştırır, bu yarıştan ekseriye ekonomiyi galip çıkarırız. Her şeyi ekonomiye bağlayanlar, sonunda oturup ağlayanlardır. Elbette ekonominin gücünü inkâr edecek değiliz, ama her fırsatta kültürün önüne çıkarırsak sonunda hüsrana uğrayabiliriz. Aslında ekonomi de kültürün bir kolu ve devamıdır.
Bir millet ekonomik bakımından ne kadar güçlü olursa olsun, eğer orijinal kültürü yoksa sahip olduğu maddî üstünlüğün pek kıymeti yoktur. Bu servet kültürle birleşip kaynaştığ ı müddetçe faydalıdır. Milletleri ayakta tutan kültürleri ve buna bağlı olan ve onu kaplayıp kuşatan millî ve mânevî değerleridir.
KÜLTÜR ALIŞ VERİŞİ
Orijinal kültürü olmayan topluma millet denemez. Milletler kültürleri sayesinde yükselirler. Veya düşerler. Her millet medeniyeti aldığı gibi kültür alış verişinde de bulunur. Ancak bu alış veriş dengeli olmalı, bünyeyi hasta, hattâ felç etmemelidir.
Her kültür, ilk günlerinden bugüne kadar devamlı bir ilerleme ve gelişme göstermiştir. Kitle haberleşme tekniklerinin gelişmesi, zaman ve mesafeleri kısaltan ulaşım vasıtalarının güçlenip çoğalması kültür alış verişini hızlandırmıştır.
İster istemez bütün tarih boyunca milletler, birbirlerinin kültür ve medeniyetlerinden etkilenmişlerdir. Birbirlerinden maddî ve mânevî çok şey almışlardır. Bu hususta Mümtaz Turhan; “Esasen insan, tabiat icabı, muhfazakârdır ve taklide mütemayildir. Bu itibarla, herhangi bir ihtiyacını tatmine yarayan bir vasıtayı başkasından almayı, onu yeniden yapmaya kalkışmaya tercih eder” der.
Ancak unutmamak gerekir ki Peygamberimiz; “İlim ve fen İslâmın kaybolmuş malıdır. Nerede bulunsa almalıdır” diye buyururlarken; “Hangi kavme benzerseniz ondan olursunuz” ölçüsünü de koymuştur. O hâlde kültür alış verişinde seçim önemlidir.
Her fert ve millet bünyesine uygun olanı seçer. Bu bakımdan seçilen unsurlar son derece önemlidir. Fransız şair ve fikir adamı Paul Valery; “Arslanın vücudu yediği hayvanlardan oluşur” derken söylemek istediği şudur: Nasıl hayvanlar ve insanlar dışarıdan bünyelerine uygun olmayan gıdaları (ilâçları) alınca rahatsız olur, hattâ ölürse, millî varlığa uygun olmayan yabancı kültürler de milletleri yatalak yapar, hattâ öldürebilir. Tarih ve tarihimiz yok olan devletlerin enkazlarıyla doludur.
Avrupa’ya inen Türk asıllı kavimler, başta Bulgarlar IX. yy.’da Türk idiler. Fakat daha sonra İslâv ve Hristiyan kültür tesiri altında kalarak millî şahsiyetlerini kaybetmişlerdir. Çin’de büyük bir devlet kuran Tabgaçlar da Budizmi kabul ettikten sonra yok olmuşlardır.
MİLLÎ KÜLTÜR VE DAİRELERİ
Bir cemiyette süregelen çeşitli örf ve âdetlerin, düşünce ve sanat varlıklarının tamamına birden kültür demiştik. Millî kültür ise bir milet topluluğunun mânevî özellik, duyuş ve düşünce birliğidir.
Dünyamız millî kültür dairelerine bölünmüştür. Her kültürün yayıldığı bir coğrafya sahası vardır. Bu da kültürlerin millî karakterini inkâra değil, ispata yarar. Aslında vatan kavramı dahi bir kültür ve coğrafya kaynaşmasından doğmaktadır. Bu hususta S. Ahmet Arvasî şunları yazar:
“Bir milletin içinde, farklı tabakalar, bölgeler, sınıflar ve birimler mevcut olmuştur ve olacaktır. Bunlar umumiyetle aynı dine mensup, aynı dili konuşan, aynı tarihe, kültüre, bayrağa ve ülkülere bağlı kimselerdir. Bu birimlerin millî kültür değerlerini yaşama ve yaşatma bakımından ufak tefek farklar göstermesi de tabiîdir. Bu farklar, millî kültürün birer “Variation”u olarak görmek gerekir. Yoksa bunları istismar ederek milleti parçalamaya yönelmek cehalet değilse, ihanettir.”
MİLLÎ KÜLTÜRÜN TEMELİ
Millî kültürün temelini Türk dili ve Türk tarihi teşkil eder. Dil ve tarih bir milleti meydana getiren mihenk taşlarıdır. Emperyalistlerin ilk hedefi de bu taşları tahrip ederek, o milleti mankurtlaştırarak, temelinden yıkmaktır.
Türkçemiz anne sütü gibi ak, anne sütü gibi helâl ve temizdir. Anne sütü saflığın, aklığın, berraklığın sembolüdür. Faruk Timurtaş’ın deyimiyle; “Dil meselesi bir millî müdafaa meselesidir.” Dilimizi korumak, vatanı korumakla birdir. Dil de bayrak gibi, aile gibi mukaddestir.
Dil bir milletin özüdür, gözüdür, milletin tarihidir. Nasıl bir çocuk anne sütü emmez, yalancı meme ile beslenip gelişmezse, dilini önemsemeyip başka dillerin daha doğrusu kelimelerin istilâsına uğrayan topluluklar gün gelir kendilerini de unuturlar.
Tarih ise insanlığın gerçek romanı, politika sanatının da anahtarıdır. Cevdet Paşa’ya göre; “Bir gemi için pusula neyse, millet için tarih odur. Tarih bilmeyen diplomat, pusuladan anlamayan kaptana benzer. Her ikisinde de karaya oturmak telikesi vardır” der.
İnsanlar mazileriyle, milletler tarihleriyle istikbale koşarlar. Tarih ve tarihine göz kapayan, kulak tıkayan ve hattâ ona söven bir milletin de kendi özbenliğini, millet yapısını tahlil ve tesbit etmesi mümkün değildir.
KÜLTÜR POLİTİKAMIZ
Batılılaşma hareketleri, kendi değerlerimize sırt çevirme, kültür bölünmesinin daha da artmasına sebep olduğu gibi, sosyal bünyemizde de kapanması zor ve derin yaralar açmıştır.
Cumhuriyetimizin kuruluşu ve hızlı bir ekonomik ve sosyal gelişmenin görülmesi; Türk toplumunu henüz yaygın ve köklü bir kültüre sahip olunması noktasına ulaştırmamıştır. Bu geç kalış yanında, dağılma ve dalgalanmayı Mümtaz Turhan Hocamız şöyle anlatır:
“Türkiye Garp milletlerinin siyasî, içtimaî, iktisadî ve millî kültür sahalarında, gelişmelerin zirvesine eriştikleri bir devirde, ancak ağır kayıplar, şiddetli mücadeleler sonunda millete devlete şeklen kavuşabilmiş ise de henüz millî bir kültürün nüvesini teşkil edememiştir.”
Atatürk’ten sonra ikinci plâna ve hattâ son sıralara kadar düşen kültürümüze, iktidarlara göre bir yön verilmeye çalışılmış; atılan olumlu adımların izleri de bir çırpıda silinmiştir. Atatürk’ün; “Türk Cumhuriyetinin temeli kültürdür”, “Ülkümüz Türk kültürünü çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkaracağız” veciz ifadesi kitapların ve salonların duvarlarını süslemekten öteye gitmemiştir. Üstelik de millî kültürün yerine kargo ve ulusal kültür gibi mânâ ve anlam bakımından sakat olan terimlere ve hattâ ideolojilere yer verilmiştir. Bu durum millet fertlerini birbirine kaynaştıracağı yerde, koparmış, üstelik de kimlik arayışına kapı açmıştır. Bu yara ne yazık ki kanamaya devam etmektedir.
Bugün millet olarak dünya içinde saygınlığımız yoksa, millî kültürümüze ve onun anahtarı olan zengin ve renkli beş bin yıllık tarihimize yabancılaşmamız ve Türkiyemizi içte ve dışta iyi temsil edemememizdendir.
Kendi yaşam üslubuna, inançlarına, tarihine, kendi varlığına saygısını kaybedenler başkalarından saygı bekleyemezler. Müziğini bozan, tarihine söven, dinine küfreden, sokaklarına, yollarına, mağazalarına ve hattâ çocuklarına yabancıların adlarını veren, onları çamaşırlarına ve saç biçimlerine kadar taklit ederek kültür bataklığına düşen milletler solucan gibi yerlerde sürünürler. Bu taklitçiler; “Jakoben-ilerici yobazlarla, üstad Necip Fazıl’ın; “Ham softa Yobaz” olarak nitelediği yeni selefiyecilerdir.
Bir millet kendisini hiçe sayarak yabancıların mânevî kölesi olursa, ergeç maddî kölesi de olur. O hâlde kendimize gelmekten ve kendimizi bilmekten sözün kısası; dilimizle, dinimizle, tarihimizle, kültürümüzle, çevremizle, birbirimizle, devletimizle barışık yaşamayı öğrenmekten başka çaremiz yoktur.