Ana Sayfa 1998-2012 KOCA TÜRK’ÜN ŞECAATİ

KOCA TÜRK’ÜN ŞECAATİ

“Eğer maksûd eserse, mısrâ-i berceste kâfidir.”

- Reklam -

“Turfa dükkân-ı hikemdir bu kühen-tâk-ı felek

Ne ararsan bulunur derde devâdan gayrı.”

“Şecaat arz ederken, merd-i kıbtî sirkatin söyler.”

“Sorsalar mağdûrunu, gaddar kendin gösterir.”

“Hızr’a muhtâc olmamak, bambaşka nîmetdir banâ.”

Ömür dediğimiz vakit tünelinde, yukarıdaki mısrâlardan birkaçını, muhakkak duymuş veyâ bizzat kendimiz muhâtabımıza karşı söylemişizdir. Çoğu kere, sâhibinin kim olduğunu bilmeden; bunu düşünmek ihtiyâcını dahî duymadan, sözümüze sermâye ettiğimiz bu kelâm cevherleri, Türk târih ve edebiyâtının müstesna şahsiyetlerinden Koca Râgıb Paşa’ya âittir.

- Reklam -

XVIII. asırdaki siyâsî târihimizle kültür târihimizi, şahsında birleştirmeyi başarmış ve ismine yakışır bir “Koca Türk” olmuş bu büyük insanı, bütün bir Türklük; “anonim, lâ-edrî”zannettiği mısrâlarıyla anıyor. Nihad Sâmi Banarlı’nın dediği gibi, “Türkçenin yarı mukaddes kelimelerinden biri olan KOCA vasfı verilen Râgıb Paşa”; yazılı veyâ sözlü vesîlelerle hürmet duyularak hatırlanmaktadır. O, Akçakoca, Koca Sinan misilli hakîkî “Koca Türk”lerdendir. Râgıb Paşa, milletinin yakıştırdığı “Koca” unvânını, bihakkın kazanmıştır.

Meş’ûm Karlofça Andlaşması’nın imzâ edildiği 1699 yılında İstanbul’da doğan Râgıb Paşa’nın babası, Defterhâne kâtiplerinden Şevkî Mustafa Efendi’dir. “Râgıb”, onun şiirdeki mahlâsı olmasına rağmen, asıl adı “Mehmed”in önüne geçmiş, siyâsî ve memûriyet hayâtında da, hep bu adla tanınmıştır.

Tahsîl mertebelerini sür’atle tamamlayan Râgıb Mehmed, ilk memûrluğuna babasının dâiresinde başladı. Osmanlı bürokrasisinin en karmaşık ve çetrefil yönlerini, içinde yaşayarak gören, bunları fevkalâde bir kavrayışla hazmeden Râgıb Efendi, henüz 25 yaşında iken pek nâmlı bir bürokrat olmuş, Saray’ın duvarları içinde adı telâffuz edilmeye başlanmıştı.

Nitekim, 1735’de “Ordu Defterdârı” nasbedilişinde, bu şöhretin büyük payı olacaktır. O sırada, devâm eden Osmanlı-İran muhârebelerinde ele geçirilen arâzinin tahrîri işi, Râgıb Efendi’ye verilmiştir. Revân’da yapacağı tahrîrât çalışması, onun ilk taşraya çıkışıdır ve aynı zamanda “Reisü’l-Küttâb Vekîli” gibi, çok iddiâlı bir ilâve sıfatı da taşımaktadır. Revân’a tâyin edilişinin bütün cephelerinde, çalışma disiplininin ve azminin eseri görülmektedir.

1736 yılının Temmuz ayında, Nâdir Şâh’ın İstanbul’a gönderdiği İran elçileriyle yapılacak müzâkerelerde, Osmanlı hey’etine dâhil edilen Râgıb Efendi, Revân’dan geri çağrılır. Bu görüşmelere murahhas tâyininin arkasında, Osmanlı-İran münâsebetlerindeki üstün ihtisâsı duruyordu. Râgıb Efendi’ye, murahhaslığın yanı sıra, ayrıca “Cizye Muhâsebeciliği” tevcîh olunmuş, 1737 Nisanında da “Sadr-ı âzam Mektubculuğu” makâmı verilmişti.

- Reklam -

Osmanlı terminolojisinde “Kalemiyye” denilen meslek kademelerini, emsâli az görülür bir sür’atle ikişer- üçer basamak birden atlayarak yükselen Râgıb Efendi, bu sefer Batı’ya yönelmiş, Avusturya ve Rusya’nın temsilcileriyle bir araya gelmek üzere, 1737’de Nemirove(Nemirov)’a hareket etmiştir. Yeni vazîfesinde, Reisü’l-Küttâb Mustafa Efendi’nin maiyetinde bulunuyordu. (Nemirove, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Ukrayna’nın sınırları içinde kalmıştır.)

1739’daki Belgrad Andlaşması safahâtında mühim işler gören Râgıb Efendi, Şubat 1741’de Osmanlı Hâriciyesi’nin en üst makâmına, “Reisü’l-Küttâb”lığa tâyin olunduğunda 42 yaşındadır. Üç yıl kadar uhdesinde bulundurduğu bu parlak vazîfe, onun yabancı devlet temsilcileriyle sık sık bir araya gelmesine ve ileriye yönelik tecrübeler edinmesine vesîle olmuştur.

4 Nisan 1744’de “vezîr”lik pâyesini alan Râgıb Mehmed, artık “Paşa”lığı hak etmiştir ve vefâtına kadar bu sıfatla anılacaktır. Mısır Vâliliği gibi, Osmanlı protokolünde fevkalâde önemli bir vazîfe, Râgıb Mehmed’in ilk “Paşa”lık denemesine mekân teşkîl etmiştir. Ülke büyüklüğündeki bu vilâyette 5 yıl kalan Râgıb Paşa, kendinden önceki vâlilerin yapamadığı pek çok icraatı, yüksek cesâreti sâyesinde gerçekleştirmiştir. Bunlar arasında, hâlâ bir Memlûk bakıyesi olarak duran “Kölemen Beyleri”nin te’dibi, ilk sırada yer alır. Mısır vâlilerini kendi emelleri ve menfaatleri için oyuncak mevkiine indiren bu Mısır mütegallibesini, bir daha bellerini doğrultamayacak ve canlanamayacak tarzda ortadan kaldıran Râgıb Paşa, o diyârın huzûrlu yıllarını yaşatan vâliler listesine, hakkıyla girmiştir.

Tabiî ki, Mısır’ın tek huzûrsuzlık kaynağı Kölemen Beyleri değildi. Dinî, etnik, sosyal, yığınla problemi bünyesinde barındıran bu Nîl ülkesi, târihin her devrinde olduğu gibi, Râgıb Paşa’nın vâlilik yıllarında da, içten içe kaynamaya devâm ediyordu.

Beş yıllık Mısır Vâliliği, Râgıb Paşa’ya bir hayli uzun gelmiş ve hâlâ dillerde dolaşan o meşhûr:

“Yeter şu Kâhire’nin kahrı, azm-i Rûm edelim…”

mısrâını, içindeki sıkıntıları paylaşmak maksadıyla Kâhire’de terennüm etmiştir.

Mısır’dan duyduğu bıkkınlığı, yüksek sesle dile getirmesi üzerine, 12 Eylûl 1748’de “Kubbe Vezîrliği” unvânı ile “Nişancılık” makâmına getirilen Râgıb Paşa İstanbul’a çağrılmış, daha yolda iken, hizmetlerine karşılık bir cemîle olmak üzere “Aydın Muhassıllığı” şahsına verilmiştir.

Kâhire’den İstanbul’a dönüşüyle, kendisine “Sadâret-i Uzmâ”lık tevcîhine kadar geçen sekiz senelik zamânı Saydâ, Rakka ve Haleb vâliliklerinde geçiren Râgıb Paşa, coğrafyaları müşterek bu Orta Doğu vilâyetlerinde; başta îmâr faaliyeti olmak üzere, âsâyişe kadar uzanan birçok hayırlı icraata imzâ atmış ve oraların sâkinlerinde “büyük bir devlet ve gönül adamı” izi bırakmıştır.

Haleb’den, tâyin edildiği “Şam Vâliliği”ne hareket edeceği sırada, 13 Aralık 1756 günü, Osmanlı devlet prizmasının üstten ikinci basamağı olan “Sadr-ı âzamlık” makâmına getirildiğini öğrenmiş ve Şam yerine İstanbul’a giderek, yeni ve son vazîfesine başlamıştır.

Bu sûretle, Koca Râgıb Mehmed Paşa, Defterhâne Kalemi’ndeki kâtipliğinden başlayarak, herkese nasîb olmayacak bir “silsile-i merâtib”le, en yüksek basamağa kadar çıkmayı başarmış nâdir Osmanlı vatandaşlarındandır.

O, bilfiil içinde bulunduğu vazîfelerde, hep olgunlaşa olgunlaşa bir yukarıdakine çıktığı için, bütün memûriyet ve siyâset hayâtını, “acemîlik, sürpriz” mefhûmlarıyla tanışmadan tamamlamıştır. En aşağıdaki kâtiplik yıllarından, vefâtı sırasında hâlâ üzerinde bulunan sadr-ı âzamlık dönemine kadar; nerede, niçin durduğunu hem kendisi çok iyi bilmiş, hem de bunu başkalarına ifâde etmesini, anlatmasını becermiştir. Koca Râgıb Paşa, sadr-ı âzam olduğunda, Pâdişâh dâhil bütün devlet ricâli, onun bu unvân ve makâmı hak ettiğinde fikir birliği içindeydiler.

Sultan III. Osman’ın yedinci ve sonuncu sadr-ı âzamı olarak bu yüce makâma oturan Koca Râgıb Paşa, etrâfında uyandırdığı saygı ve güven yüzünden, Sultan III. Mustafa’nın da ilk sadr-ı âzamı olmayı başardı. Üstelik, yeni Pâdişâh, Râgıb Paşa’yı bilâ- kayd-ı ömür olarak o vazîfede tuttu.

Koca Râgıb Paşa’nın sadâret makâmında bulunduğu yedi senenin çok büyük bir kısmı, Sultan III. Mustafa’nın saltanat yıllarında geçmiştir. Paşa’nın sadâretinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun satvet asırları geride kalmış ve üst üste gelen felâketler, içte de dışta da perîşân manzaralar çizmektedir.

Sultan III. Mustafa ile Koca Râgıb Paşa’nın müşterek tarafları pek çoktur. Devletin, içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtulması ve milletlerarası arenada hak ettiği yeri alması husûsunda, ikisinin de ortak düşünce ve bakış açıları vardır.

Hem Pâdişâh, hem de Koca Râgıb Paşa, Osmanlı Devleti’nin zaaflarını ve geçmişte yaşanan hatâları iyi anlamış bulunuyorlardı. En azından, bundan sonra kaybetmemek ve eldekini muhâfazaya çalışmak bile, mârifet sayılmalıydı. Bu yüzden, Koca Râgıb Paşa’nın “Mühr-i Hümâyûn”u taşıdığı yıllar, siyâsî târihimize “ihtiyât ve temkîn” etiketleriyle girmiştir. Durumun düzelmesi ve yeni kayıplara uğranılmaması için, uzun vâdeli ve sabırlı bir çalışma programı yapılmalıdır. Bahsedilen bu programın, hakkıyla uygulanabilmesi, ancak kalıcı bir barış ve sükûnla mümkündür.

Sultan III. Mustafa’nın, hemen bütün husûslarda itimâdını kazanan Koca Râgıb Paşa, bu durumunu daha da sağlamlaştıracak gelişmeyi 1758 yılının İlkbahârında yaşadı ve Pâdişâh’ın kız kardeşi Sâlihâ Sultan’la nikâhlandı. Paşa’ya Saray’dan yönelen bu büyük teveccüh, III. Mustafa ile Koca Râgıb Paşa’yı birbirine daha da yaklaştırmıştır.

O sırada, Osmanlı Devleti’nin hâricî siyâsetinde, dozu her gün şiddetlenerek artan bir Rus tahrîki, başrolü oynuyordu. Sadr-ı âzam’ı ile baş başa kaldığında barışın devâmından yana tavır koysa da, bâzı Rus kışkırtmaları, zaman zaman Sultan III. Mustafa’yı bambaşka rûh hâllerine sokuyor ve birden bire savaş ilân etme noktasına getiriyordu. İşte, Osmanlı Hânedânı’nın bu mûnis, fakat son derece izzet-i nefs sâhibi hükümdârını, vereceği ilân-ı harb kararlarından, usta manevralarla hep Koca Râgıb Paşa caydırmıştır. “Târih-i Cevdet”deki bir bahis, bunu pek güzel anlatıyor:

« Râgıb Paşa, gerek Şark ve gerek Rûmeli seferlerinde bizzat bulunup hakaayık-ı ahvâle vukuf kesbetmiş olduğundan, altı sene(den fazla) süren sadâretinde, sulhü iltizâm ile harbden çekinmiştir. Hattâ Sultan Mustafa Hazretleri, def’âlarca muhârebeye başlamak için, “eğer garaz akçe ise, Edirne Kapusu’ndan tâ Ruscuk’a kadar iki keçeli altun dizerim.” demişken, Râgıb Paşa mâni olub: “Devlet-i Aliyye’niz bir harb arslanıdır ki, eski büyük vak’aları ile yabancıların gözünde heybetlidir. Ancak, şimdiki hâlde tırnakları kırılıb, muhârebe esnâsında bu nokta meydâna çıkarsa hâl müşkil olur. Önce askere nizâm verilsin de, bu heveslere sonra düşülsün.” dediği nakledilir. Bu sûretle Devlet-i Aliyye’ye büyük hizmet eylemiş olduğu, 1182(1868) senesinde açılan Rusya Muhârebesi’nde mâlûm olmuştur. »

Sultan III. Mustafa’yı, karakter ve itiyâtlarıyla çok yakından tanıyan, tahlîl eden Koca Râgıb Paşa; Ramazan, kandil, bayram gibi dinî günlerle Pâdişâh’ın özel hayâtındaki –doğum, nikâh, nekâhet vb.- değişik hâlleri vesîle bilip, şâirâne mukâbelelerde bulunmuş, bu şiirli yönelişler, Osmanlı Hâkânı’ndan, ânında tezâhür eden takdîrlere sebep olmuştur.

Osmanlı hâriciyesinin, o yıllardaki pek nâzik durumunu en iyi bilen kişi, muhakkak ki, Koca Râgıb Paşa idi. Kendisinin; itidâl ve ihtiyât üzerine binâ ettiği milletlerarası münâsebetleri, arada bir celâllenen Hünkâr’ın, fevrî davranışlarıyla boşa çıkarmamak için dâimî bir gayret gösteren Koca Râgıb Paşa; sarayların tâmiri, birtakım yol, köprü projeleri, bilhassa Lâleli Câmii’nin inşâsı, denize indirilecek gemilerin merâsimi, top dökümü çalışmalarının yerinde görülmesi, muhtelif askerî okul ve birliklerin ziyâreti, teftişi gibi, daha da uzatılabilecek protokol işleriyle meşgûl ettiği Pâdişâh’ı, iç ve dış siyâsî gelişmelerin mümkün olduğunca uzağında tutmayı başarmıştır. Bütün bu sayılan teferrûâtın arasına, kendisinin istediği çizgide sevk ve idâre edilen icraatın, Pâdişâh tarafından tasvîb ve tasdîkini de, ustalıkla sığdırmıştır.

Koca Râgıb Paşa’nın sadr-ı âzamlık dönemi, Osmanlı Devleti’nin dâhilî siyâsetinde en mühim başlıkları teşkîl eden mâliye ve âsâyiş husûslarında çok ciddî ve radikâl adımların atıldığı bir zaman dilimi olmuştur. Râgıb Paşa’nın öncesi ile sonrasına bakanlar, bu adım ve tedbirlerin değerini, hemen fark edecektir.

Koca Râgıb Paşa, dış politikada, bilhassa Avrupa devletlerine karşı, dâimî bir barış tesis etmeye çalışmıştır. O yıllarda Avrupa, “Yedi Yıl Savaşları” denilen bir silâhlı mücâdeleyi yaşıyordu. Avusturya, Fransa ve Rusya birleşerek Prusya üzerine yürümüşler ve Prusya Kralı II. Friedrich, bu üçlü ittifâka karşı, Osmanlı Devleti’nden yardım istemişti. Bu münâsebetle, Prusya ve Osmanlı delegasyonları tekrar tekrar toplantılar yapıyorlardı.

II. Friedrich’in esas maksadı, bir Prusya- Osmanlı savunma paktı kurmaktı. Koca Râgıb Paşa, Osmanlı Devleti’ni, sonu belirsiz görünen mâcerâya atmamak için, akla gelebilecek her çâreye başvurdu ve haddinden fazla uzun süren Osmanlı-Prusya görüşmelerinden, ancak kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm bir dostluk andlaşması çıkarttı(29 Mart 1761).

Prusya’nın ısrarlı tutumunu frenleyen Koca Râgıb Paşa, öte yandan 1739 târihli Belgrad Andlaşması’nın, her ân Osmanlı Devleti lehine bozulup tâdil edilebileceğini, etrâfa yayarak, Avusturya’yı daha temkinli davranmaya mecbûr bırakmıştır.

8 Nisan 1763’de, 64 yaşının içindeyken vefât eden Koca Râgıb Paşa, Lâleli’de, kendi adına yaptırdığı kütüphânenin bahçesine defnedilmiştir.

Koca Râgıb Paşa hakkında görüş ifâde eden yerli ve yabancı târihçilerin ortak kanaati, onun “büyük bir devlet adamı” olduğu yolundadır. Osmanlı vak’anüvis ve târihçilerinin gözünde “insan-ı kâmil” olarak görülen Râgıb Paşa, Batılı kalemler tarafından da, “sadr-ı âzamların en âlimi, büyük devlet adamları zincirinin son halkası” şeklinde değerlendirilmiştir.

Râgıb Paşa’nın, büyük devlet adamı olduğu, ölümünden çok kısa süre sonra başımıza gelen felâketler göz önüne alındığında, daha iyi anlaşılır.

Koca Râgıb Paşa, Tonyukuk ve Nizâmü’l- Mülk ile aynı dâireye yerleştirilebilecek vezîrlerdendir. O, hem siyâsete bizzat istikâmet vermiş, hem de tecrübelerini yazılı eserlere nakşetmiştir. Tonyukuk’un “Âbide”si ile Nizâmü’l- Mülk’ün “Siyâsetnâme”si, Türk târihinin Kök-Türk ve Selçuklu bahçelerine nasıl şeref, şan veriyorsa; Koca Râgıb Paşa’nın – çok yüksek değerdeki şâirliği dışında – benzer bahçevanlık denemeleri de, Osmanlı mülküne serpilen bereket dâneleridir.

“Telhîsât”, bu denemeler içinde çok özel bir yere sâhiptir. Zîrâ, Râgıb Paşa, en son sadr-ı âzamlık makâmında noktaladığı devlet memûriyetlerinde kaleme aldığı idârî ve siyâsî pek mühim yazılarını, bu eserde toplamıştır.

Belgrad’ın istirdâdını, şiirli bir nesirle anlattığı “Fethiye-i Belgrad”, bu güzel şehre, bugün uzaktan bakışımızı ısıtacak sayfalardan meydâna gelmiştir.

Kendisinin; hem Revân’da, hem de İstanbul’daki müzâkerelerde Devlet-i Aliyye’yi temsîl ederek yakından şâhit olduğu Osmanlı- İran münâsebetlerini, fevkalâde sağlam temelleri olan bir rapora dönüştüren Koca Râgıb Paşa, “Tahkîk ve Tevfîk”i, bu çalışmaya ayırmış.

18. yüzyıldaki Türk dîvân şiirinin Nedîm ve Şeyh Gâlib’le birlikte anılan büyük temsilcilerinden biri de Koca Râgıb Paşa’dır.

Râgıb Paşa; şiir vâdisinde, daha çok Nâbî’nin tarzını benimsemiştir. Hikmetli ve nükteli söyleyiş esâsına dayalı bu şiir tarzı, Koca Râgıb Paşa’nın mısrâlarında çok güçlü bir hüviyetle karşımıza çıkmaktadır.

Dîvân şiiri geleneğinin bütün vecîbelerini yerine getiren Râgıb Paşa, aynı zamanda şahsîlik ayırt ediciliğini de pek güzel aksettirmiştir. Zâten, onu büyük şâir yapan tarafı da budur.

Çok sevilen ve okunan bir şâir olan Râgıb Paşa’nın pek çok şanslı mısrâ ve beyti, milletimizin umûmî kabûlüne mazhar olarak atasözü hükmüne girip, millî hâtırâmıza yerleşmiştir. Paşa’nın aşağıdaki gazelinin, neredeyse tamâmı, müşterek yazı ve konuşma dilimizin, iki yüz yıldan fazla bir zaman içinde, değişmez sermâyesi olmuştur:

“Harâbâtı görenler her biri bir hâletin söyler.

Safâsın nakleder rindân, zâhid sıkletin söyler.

Ser-âgâz eyledikçe bahse bülbül, revnâk-ı gülden,

Bezmde kulkule-i minâ mülün keyfiyetin söyler.

Tecellî neş’esin ehl-i şikem idrâk kâbil mi?

Behişt andıkça zâhid, ekl ü şürbün lezzetin söyler.

Ne zabt-ı hâkim-i şer’î, ne hükm-i zâbit-i adlî?

Cünûn iklîmini seyreyleyenler râhatın söyler.

Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhın,

Şecaat arz ederken merd-i kıbtî, sirkatin söyler.

Muvâfıkdır yine elbet mizâca şîve-i hikmet,

Tabîbin olsa da kizbi, marîzin sıhhatin söyler.

Perîşân-ı hâtır nükte-i serbeste-veş kaldı,

Ne kimse hikmetin anlar, ne Râgıb illetin söyler?”

Nihad Sâmi Banarlı’ya göre, Koca Râgıb Paşa: “Eskilerin vecîh dedikleri bir erkek güzeli idi. Çevresindekilere hürmet, heybet ve emniyet telkîn eden bir şahsiyeti vardı; çok zekî ve nüktedandı.”

Yaşadığı yıllarda, başta İstanbul olmak üzere, bulunduğu her yerde san’at ve ilim nuhîtlerinin câzibe merkezi hâline gelen Koca Râgıb Paşa’nın etrâfında hep âlimler, san’atkârlar, halka halka toplanırlardı. Paşa’nın keşfi olan Haşmet ile tanınmış hanım şâirlerimizden Fitnat Hanım, onun mihveri olduğu sohbetlerin, münâkaşaların değişmez isimleri arasındaydı.

Koca Râgıb Paşa, kitap aşkını her yer ve zamanda ortaya koymuş isimlerimizdendir. Ali Emîrî Efendi tarzının 18. asırdaki temsilcisi, tereddüdsüz Râgıb Paşa’dır. Kitap hâlindeki eserleri kadar, onun bânisi olduğu kütüphâne de, bihakkın Paşa’ya âit âsârdandır. Denilebilir ki, Râgıb Paşa, kitap sevgisini ebedî kılmanın yolunu, bu kütüphâne ile bulmuştur. O kütüphânenin bahçesine gömülmeyi vasiyet ederken de, yine ebediyetle kitabı yan yana göstermek istemiştir.

Çok mütevâzı bir Koca Râgıb Paşa güldestesine, şu mısrâ ve beyitleri sığdırmaya çalışalım:

“Hakîkat ehline yardım, yol versin yetişir,

Bu yolda sâlike Hızr istemez, Hudâ yetişir

* * *

Hem seversin, hem tahammül eylemezsin cevrine,

Kim dedi Râgıb, ol bî-vefâya ver gönül?

* * *

Görmedik hiç de peşîmân olub geri döneni,

Anlatır ki, vâr imiş mülk-i ademde râhat.

* * *

Râgıb, dalkavuklukla riyâdır zamânede;

Dünyâ’yı sanma cevrle sitemdir harâb eden?

* * *

Muzaffer, vakt-i fursatda adûdan intikâm almaz,

Mürüvvetmend olan nâ-kâmî-i düşmenle kâm almaz.

* * *

Bulur sermâye-i dânişle âdem revnâkı yokken,

Ziyâ vermez ne denlü zîver-i câm olsa boş kandil.

* * *

Bî-vücûd olmak gibi yokdur Cihân’ın râhatı,

Gör ki, sîmurgun ne dâmı var, ne de sayyâdı var.

* * *

Fikr-i müstakbel ü mâzîyi bırak ârif isen,

Böyledir hâl-i zamân, bir vâr imiş, bir yok imiş.

* * *

Libâs-ı nev-be-nevle ey olan ârâyişe mâil,

Kemâlinden haber ver, kimse senden ihtişâm almaz.”

Koca Râgıb Paşa’nın şiirleri, kendisi hayatta iken bir “dîvân” şeklinde toplanıp, kitaplaştırılmamıştır. Paşa’nın ölümünden sonra, o devrin meşhûr kültür sîmâlarından Müstakîm-zâde Süleyman Saadeddin Efendi, çok ciddî ve titiz bir çalışmanın sonunda, Koca Râgıb Paşa’nın Dîvân’ını hazırlamış ve yine Paşa’nın Telhîsât adıyla da tanınan Münşeât’ıyla berâber Mısır’da Bulak Matbaası’nda basılmıştır(1837).

Koca Râgıb Paşa, Telhîsât(Münşeât), Tahkîk ve Tevfîk, Fethiyye-i Belgrad dışında, başka inşâ denemelerinde de bulunmuştur. Edebî değeri bir hayli yukarılarda olan Huneynîyye ile Taifîyye, İslâm târihinin mühim iki sayfasına, Paşa’nın san’atlı kalemiyle yaklaştığı ve ifâdeye çalıştığı eserlerdir.

Mecmuâ-ı Râgıb ise, onun ilmî, edebî ve diğer değişik konulardaki yazılarını, başkalarına âit beğendiği nesir ve şiirleri topladığı bir antolojidir.

1839’da basılan Sefînetü’r- Râgıb’ı Arapça kaleme alan Koca Râgıb Paşa’nın, bir kısım tercüme çalışmaları da bulunuyor. Abdürrezzak Semerkandî’nin Matlaü’l- Sa’daya’ isimli eseri ile Mîr-Hond’un Ravzatü’s-Safâ’sını Farsçadan Türkçeye çevirdiği biliniyor.

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -