Ana Sayfa 1998-2012 Kısa Kısa Demeden Ulusal Güvenlik Hususunda Takıldıklarımız

Kısa Kısa Demeden Ulusal Güvenlik Hususunda Takıldıklarımız

Tarih 4 Ağustos 2001, yer Ankara’da bir spor salonu. Duvarlarını geçmişin hâtıraları, geleceğin tatlı vaatleriyle dolu sloganların süslediği bir kongre salonu. Anlayabildiğimiz kadar “nöbete devam, delegeye selâmla” % 10 barajını aşabilmek için birtakım marjinal kesimlere tatlı mesajlar verilmeye çalışılan bir kongre.

- Reklam -

Kürsüde bir siyasî lider. Korkmaz Yiğit’zede olup karşılıklı aklama-paklama operasyonu ile halen ayakta durabilen; Türk dünyasını yakınen ilgilendiren enerji politikalarının takipçisi, enerji bakanına sonuna kadar sahip çıkan, yolsuzluklarla savaşın yıkamadığı bir lider. Bir başbakan yardımcıcı. Özellikle AB’ye Türkiye’yi entegre etme konusunda gayretleri inkâr edilemeyecek bir kişi.

Konuşuyor, konuşuyor!..

1999 genel seçim öncesi Türk milletine büyük vaatler içeren taahhütnâme doldurup imzalayan ve karşılığında oy isteyen bu zat-ı muhterem ciddî konulara değiniyor.

- Reklam -

Ulusal güvenlik konusunda hassas değerlendirmelerde bulunuyor. İktidar yolunu aralayabilmek için tehlikeli bir oyunu başlatıyor.

Geçmişte ANAP’ı Özal’ın liderliğinde iktidara taşıyan, toplumu etkileyen bir siyasî boşluktu. Yoksa bu günlerde bedelini acı acı ödediğimiz o ANAP’lı yıllar birtakım marifetlerin sergilenmesi sonucu gerçekleşmemişti. Askerler gidiyor, partiler kapatılmış, liderler siyasete yasaklı. Bu ortamda Özal’ın tek başına iktidara gelişi, tam anlamıyla siyasal bir vurgundu.

- Reklam -

Bedeli bugün ödeniyor. Ne var ki % 10 barajını aşabilmek gayretiyle mevcut siyasî boşlukta tehlikeli bir oyunla yeni bedeller ödemeye milletimizi mahkûm edecek şekilde!..

Anlayabildiğimiz kadarıyla iktidar ortağı bu sayın siyasî parti lideri ekonomi ile birlikte Kasım 2001 sonunda AB’nin Türkiye hakkında vereceği ilerleme raporunda olumlu sonuç elde edebilmek için; 17 Eylül’de meclisin olağanüstü toplantısında anayasada arzu ettiği değişikliklerin geçmesini sağlamak istiyor.

AB Ulusal Programında yer alan vaatlerin büyük bölümünü gerçekleştirerek hem AB’liği, hem de siyaseten bir güç olma gayretlerini sürdüren marjinal kesimlere yeşil ışık yakmak gayretini “sendrom” olarak nitelediği ulusal güvenlik tartışmasıyla açmış bulunuyor.

AB ulusal programında, millî güvenlik kurulunun “daha sivil bir yapıya kavuşturulacağına” ilişkin taahhüt altında müşterek imzaları bulunan siyaset ve iktidar ortaklarının gerçekte söyleyecek sözleri olmaması gerekirken herkes gibi onlar da konuşup bu sayın lidere tepkilerini dile getiriyorlar.

Birden herkes lehte ve aleyhte konuşmaya başlıyor. Kısaca bir tartışma başlatılmıştır. Bundan sonra kamuoyunda tartışılıp olgunlaşmasıyla konunun içi doldurulacak hâle gelmesi beklenecek gözüküyor.

Destek verenlere bakıyoruz. Dünün solcu, bugünün batıcı entelleri; bölücü ve azınlıkçı grupların ileri gelenleri; ordu, devlet ve rejim düşmanları fırsat bu fırsat diye fikir serdetmeye başlıyorlar.

Epey zamandır siyaset ve ekonomide iktidarlara yön verme gayretlerini pervasızca gerçekleştiren lobiciler, alternatif coğrafya ders kitabı hazırlayarak yarınlarımızın teminatı gençlerimize AB standartları ölçüsünde eğitim sağlama gayretlerini sergileyen, Türk yurdu Anadolu’nun yer isimlerinin gerçekte ne olduğunu, ne olması gerektiğini bizlere öğretmeye cabalayan TÜSİAD’çıları da bu destek kervanında görüyoruz.

Gereken karşı cevap kısa ve öz, ama oldukça sert bir şekilde Genel Kurmaydan gelmiştir bu arada. Askerin bu haklı tepkisi millî bütünlüğe duyarlı, yıpranmamış tek kurum kalan TSK’ne bağlı milletimizce yadırganmamış, aksine benimsenmiştir.

Ne var ki ülkemizin içinde bulunduğu bu hassas durumda tartışma zemininin seçiliş yanlışlığı ortadadır. ANAP liderinin “ulusal güvenlik sendromunu tartışmaya açalım” önerisine lehte ve aleyhte tepkiler aşamasında bizim de söyleyeceklerimizin olduğunu düşünmekteyiz.

Her ülkenin kendi şartlarına uygun bir ulusal güvenlik stratejisi vardır. Adları birbirine çok benzer. Türkiye’dekinin tam adı şu:

“Millî Güvenlik Siyaseti Belgesi”.

Bu belge tartışılmayan, oluşturulduktan sonra hiç dokunulmayan bir metin değil. Millî Güvenlik Kurulu zemininde yıllık, hattâ zaman zaman aylık gelişmelere göre yeniden ele alınıyor, eklemeler, çıkarmalar, düzenlemeler yapılıyor.

Siyaset belgesinde temel değişiklik 1991’de Sovyetler’in çökmesinden sonra gerçekleştirildi.

Bugün “sendrom” olarak değerlendirip bu tartışmayı başlatan sayın siyasî parti lideri son onbeş yılın çok büyük diliminde bu kurulun üyeliğini yapmıştır. Bu gelişmeleri hepimizden yakın izleme şansına sahip olmuştur.

MGK Genel Sekreterliği bu belgeyi sadece askerî zeminlerde değil, devlet katında üst yönetime gelmiş her kesimle paylaşmaktadır.

Bu kavramın (Ulusal güvenlik değerlendirmesi) muhtevası ve gerekleri her zaman tartışmaya açık olmuştur. Bir siyasî partinin kongresinde tartışılır hâle getirilmesi o ülkenin ulusal güvenlik stratejisinde tedavisi güç yaralar açabilir. Bu tartışmayı yapmak için de lider olmanın ötesinde yeterli teknik birikime sahip olmak gerekir.

Ulusal güvenliği devletin gelişmesinde en önemli engel olarak düşünmek ve ifade etmek, devlet adamı kişiliğine sahip olma yolunda iddialı bu lider için anlaşılamaz bir tutumdur.

Ulusal güvenlik, özellikle Türkiye Cumhuriyeti coğrafyasında kolayca kullanılıp harcanabilecek bir malzeme olamaz.

Ülkenin güvenliğinden anayasamıza göre birinci derecede bakanlar kurulu, yani siyaset adamları sorumludur. Ulusal güvenlik konusunda bu yetkili siyaset adamları konunun tartışılacağı zaman ve zeminde bir tartışma başlatmış da buna karşı çıkan mı olmuştur?

Bu mekanizmanın işleyişini bilen siyaset ve devlet adamlarının tartışmayı, zemini dışında bir siyasî kongrede dile getirmesi amaçlı olarak değerlendirilmeye mahkûmdur.

Ulusal güvenlik stratejisinde etkili olan tek merci asker, dolayısıyla demokrasilerde artık askerin bir adım geri çekilmesi, bu işin sivillere bırakılması lâzım gibi, partinin kendisini yenilemesi adı altında ne yazık ki bir siyasî şov sergilenmiştir.

Tepkiler yaygınlaşınca siyasî parti yetkililerince liderlerini korumak ve kollamak amacıyla “- Genel başkanımız iç düşman kavramından vaz geçilsin diyor” şahsî değerlendirmeleriyle konu saptırmak ve sulandırılmak istenmiştir. (İstanbul milletvekili Emre Kocaoğlu) “Böyle bir tartışma hatalı, Türkiye’ye zaman kaybettirir. Mesut Yılmaz’ın değerlendirmelerini doğru bulmuyorum.” diyen iktidar ortağı siyasî parti liderinin (Devlet Bahçeli) dışında müsbet-menfî değerlendirmeler bundan sonra da sürüp gidecektir.

Acaba diyoruz, bu siyasî şov malzemesi olan çıkışla bu sayın lider askerlere ulusal bütünlük ve lâiklik konusunda hassasiyetinizi anlıyoruz ve saygı duyuyoruz ama, yolsuzluk ve benzeri konularda ileri gitmeyin! demek istemiş olabilir mi acaba?

Yoksa Güneydoğu’da yeni bir siyasî yapılanma içerisindeki bölücü kesime göz kırpmak, ANAP’tan yeni kurulan partilere birtakım kaymaları önlemek ve ANAP’a bir katılım sağlamak, oy toplamak için demokrasi adına mesaj göndermeye çalışıyor diyebilir miyiz acaba?

Ya da AGSP konusunda haklı direnişini sürdüren TSK’ni, AB’nin yanında veya karşısında gösterme gayretindeki lobi faaliyetlerini yürütenlerin desteğini yanına çekmek için böyle bir gayretkeşlikte bulunuyor olabilir mi acaba?

Daha da ileri giderek askerin, şeriat düzenini getirmek isteyenlere karşı fazla sert çıktığını, böylece Türkiye’nin önünü kapattığını mı kastediyor acaba?

Bir zamanlar AB’ne giden yolun Diyarbakır’dan geçeceğini ifade eden bu sayın lider Güneydoğu konusunda askerin yolu tıkadığını, gerekli tavizleri vermediğini mi anlatmak istiyor acaba?

Türkiye’nin bütünlüğünün korunması konusunda “askerin fazla titiz davrandığı mı” vurgulanmak isteniyor acaba?

Güneydoğu konusunda gerekli tavizlerin verilmediğinden yola çıkarak, PKK’nın siyasallaştırılmasını savunanlara arka çıkılmak mı isteniyor acaba?

Kuzey Irak’ta İngiliz-ABD plânı çerçevesinde yürütülmek istenen kukla devletin kurulmasına askerin karşı çıkmasını rahatsızlık nedeni mi sayıyor acaba?

AB’nin Avrupa Güvenlik Savunma Kimliği (AGSK), Kıbrıs ve Ege gibi konularda Türkiye’den istediği ödünleri askerin mi engellediğini söylemeye çalışıyor acaba?

Ne olursa olsun bu gelişmeyi Türkiye’nin en sağlam kurumu, Türk halkının desteğini ve güvenini en yüksek oranda arkasına alan TSK’ni yıpratma gayreti olarak düşünüyoruz.

Batılı dostlarımızı, sözde müttefiklerimizi oldukça rahatsız eden Millî Askerî Strateji Kavramını (MASK) bu arada değerlendirmek istiyoruz.

Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu üçgenindeki bölgesel istikrarsızlık noktasındaki Türkiye’nin askerî strateji uzmanları; ülkeyi ateş hattı ile çevrilmiş kötü bir bölgede yaşıyor görürken ve Sovyet yayılmacı maceraperestliğini caydıracak gücün sadece NATO garantisine dayandırıldığını bilirken ta 1940’lı yıllardan bu yana stratejik savunmayı destekliyordu.

Bugün ise karar verici strateji uzmanlarımız, günümüzdeki yeni fırsatlardan yararlanmak ve belirsiz gelecek karşısında Türk çıkarlarını korumak için daha aktif güvenlik politikalarıyla ilgilenmektedir.

Türkiye’nin 1991’de Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra başlayan süreç ile, Körfez krizi ve sonrasındaki gelişmeler karşısında ulusal bir güvenlik politikası izlemeye başlaması ve Avrasya’ya yönelmesi bölgede bağımsız bir güvenlik aktörü olarak yükselmesi, komşularının ve müttefiklerinin dikkatinden kaçmamaktadır.

Türkiye’nin güvenlik stratejisi ABD’nin öngördüğünden farklılaştığı, zaman zaman yabancı askerî uzmanlarca ifade edilmeye başlanmıştır.

Kötü evsahibi kiracıyı mal sahibi eder derler ya; Akılsız dostların art niyetli cabalarıyla Güneydoğumuzda oluşturduğu onbeş yıla varan düşük yoğunluklu çatışmalar, TSK’nın eğitim düzeyini ve hareket kabiliyetini büyük ölçüde artırmıştır. Herhalde bu dostlarımız böyle bir sonuç elde edileceğini tahmin etselerdi PKK ve Apo konusunda biraz daha farklı davranabilirlerdi!..

Amerikalı askerî uzmanların değerlendirmelerinden yola çıkarak; “TSK modernizasyon plânını soğuk savaşın son yıllarında geliştirilen NATO’nun savunma modernleşmesi plânından yararlanarak başlatmış olmasına rağmen, diğer NATO ülkeleri askerî harcamalarını azaltırken Türkiye’nin artırdığına dikkat çekiyorlar. Pentagon’un en büyük kaygısının, bu politikanın Washington veya Brüksel’de değil Ankara’da belirleniyor olmasından kaynaklandığını itiraf ediyorlar”.

Devamla “Türkiye’nin güvenlik politikasının giderek daha fazla tahmin edilemez olması, bunun yanında Ankara’nın komşularına oranla artan askerî gücü, bölgesel istikrarsızlığı daha da artırmaktadır. Türkiye’nin ihtiraslı ulusal güvenlik stratejisi ve kanıtlanmış askerî yetenekleri, tüm bölgede yeniden bir jeopolitik yapılanmayı zorlamaktadır.” deniliyor.

Batılı uzmanların endişe ve şaşkınlıkları da oldukça dikkat çekici oluyor. Bu değerlendirmeleri kısa kısa gözden geçirelim.

“Türkiye’nin bölgesel hâkim güç olarak ortaya çıkma ihtimali batı için müspet ve menfî tarafları olan karmaşık bir durumdur.”

“Washington, uzun zamandan beri Türkiye’nin uluslararası alandaki en güvenilir müttefiğidir, ancak Amerikalı karar alıcılar Türkiye’nin dış politikada ve güvenlik konularında giderek daha aktif olmasına hazırlıksızdır.”

“Türkiye’nin müttefik olarak gerçek değeri artarken, Ankara daha az güvenilir bir güvenlik ortağı olmuştur.

ABD’nin bölgesel çıkarlarının Türkiye’nin çıkarları ile çeliştiğine de dikkat çekiliyor: “Silâh transferleri, Kürtlerle ilgili politikalar ve demokratikleşme konusundaki anlaşmazlıklardan dolayı ortak bölgesel güvenlik çıkarlarının ortadan kalkmasıyla Washington’un da daha karmaşık bir ortak olduğu anlaşılmıştır. Bu paradoks, her tür siyasî görüşten sivil ve askerî lideri yeni politikalar denemeye teşvik etmiş ve bu durum Ankara’nın uluslararası ilişkilerden tek taraflı daha büyük riskler alma yolundaki isteğini ortaya koymuştur.”

“Türkiye’nin gelecek yüzyıl için ulusal güvenlik stratejisi oluşturma faaliyetleri hâlen devam etmektedir. Bu politikanın geniş ana hatları yeni yeni belirginleşmektedir. Türk genel kurmayı ile hâkim siyasî görüşler arasında uzlaşma hâlâ yapaydır”.

29 Nisan 1997’de Genelkurmayın Türk milletine açıkladığı yeni Millî Askerî Strateji Kavramı (MASK) dost ve müttefiklerimizce bardağı taşıran damla olarak değerlendirilmektedir. Kısaca MASK’ın devreye girmesiyle 1985’ten başlayan süreç içerisinde ABD ile belirlenen genel çerçevenin değiştirildiğine dikkat çekilerek, NATO ve Amerikan insiyatifine bırakılan konuların da yeniden MASK çerçevesinde ele alındığı belirtiliyor.

Millî Savunma Bakanlığımızın 1998 yılında yayınladığı beyaz kitaptan alıntı yapılarak yeni yönetimin resmî belgelere geçirildiği örneklerle ifade ediliyor:

“Resmî askerî belgeler günümüzde, Türkiye’yi bir Avrasya ülkesi olarak nitelemekte ve hem Batı ve Doğu ile ilişkilerini korumak ve geliştirmek zorunda olduğunu belirtmektedir. Yetmiş yıllık alışılmış bu politikadaki bu sapma, Türk stratejik düşüncesinde önemli bir dönüm noktasıdır.”

“Daha aktif politika izleme girişiminin büyük ölçüde orduya ait olduğunu vurgulayan” Amerikalı strateji uzmanı Albay Michael Robert Hickok, Genel Kurmay Başkanımız Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun 1998’de kara kuvvetleri komutanı iken verdiği bir demeçten alıntı yapıyor.

“Kıvrıkoğlu (Türkiye’ye yönelik) bu tehditlerin kaynağı olarak belirli ülkeleri işaret etmekten kaçınmış (-ki bu durum, Türkiye’nin eski strateji belgelerinden önemli sapmadır) ve bunun yerine bu tehditlerin Türk ordusu üzerindeki etkilerine dikkat çekmiştir. Kıvrıkoğlu, ordunun esas olarak, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve cumhuriyet rejimini hedef alan dış ve iç tehditlere karşı kullanılan bir güç olması gerektiğini savunmuştur.

“-Ordunun uzun mesafelere sür’atle intikâl ettirilmesi, yüz yüze olduğumuz tehditler ve var sayabileceğimiz risk ve sorumluluklar açısından hayatî önemdedir.” diyerek caydırıcılık ve stratejik savunma misyonunun ötesine geçmiştir. Kıvrıkoğlu, Türk sınırlarının ötesini vurabilecek birleşik harekâtlar için stratejik düzeyde hareket kabiliyeti sağlayacak bir modernizasyon programının ana hatlarını belirterek yazısına son vermiştir.

Millî Savunma Bakanlığının beyaz kitabının yayınlanmasıyla TSK’nın değişen yapısı hakkında bilgilerimizi tazeliyor ve spekülâsyonlara rağmen modernleşmenin Türk askerî stratejisinin dört ögesine dayandığını öğrenmiş oluyoruz:

1. Caydırıcılık: Jeostratejik yapısı gereği Türkiye’nin çevresindeki istikrarsızlık ve belirsizlik dikkate alınıyor. İç ve dış tehdit kaynaklarına karşı caydırıcılık görevi yapacak askerî gücün korunması.

2. Kollektif güvenlik: Uluslararası ve bölgesel ittifaklara /örgütlere, özellikle NATO ve Batı Avrupa Birliğine (BAB) aktif olarak katılım.

3. İlerden Savunma: Muhtemel bir tecavüzün mümkün olan en kısa sürede teşhis edilmesi ve sınırların ötesinden düzenlenecek fiilî bir saldırıyı durdurma.

4. Kriz yönetimine askerî katkı:

Bu askerî stratejinin 4 temel ögesine”ilerden karşılama” ve “gücün yeniden yapılanması ve yansıtılması” faktörleri de eklenmiştir.

Bu prensiplerin “caydırıcı gücün muhafaza edilerek, üstün hareket kabiliyetinin ve ateş gücünün, derine nüfuz edebilme kabiliyetiyle pekiştirilmesi ve modern silâhlara sahip olabilme” gibi özelliklere dayandırıldığını da belirtmeliyiz.

Bu gelişmelerin ışığında diyebiliriz ki, 1974 Kıbrıs mutlu barış harekâtında bütün olumsuzluklara rağmen kara, deniz ve hava gücünü koordineli kullanabilme yeteneğini gösteren TSK bu modern anlayış, yüksek eğitim düzeyi, üstün hareket kabiliyeti ve donanımı ile bölgede istikrarı sağlayacak büyük bir güçtür. Maalesef bu istikrar unsuru güç, düşmanlarımızı olduğu kadar dostlarımızı da rahatsız etmektedir. Anlıyoruz ki bölgede güçlü bir Türkiye istenmemektedir. Güçsüz-emir, komuta zincirine bağlı Türkiye arzulanmaktadır.

Devletler, milletler arasında dostluğun gelip geçici olduğunu; devletlerin, milletlerin menfaatlerinin esas olduğunu bilmekteyiz. Çıkarlarımız uyuştuğu müddetçe dostluklar devam edecektir. Büyük Atatürk’ün “Hazır ol cenge, istiyorsan sulh-u salâh” veciz sözünü hiç unutmayan TSK’nın komuta kademesi her dönemde ittifaklarına sadık kalmakla, müttefiklerine bağlı hareket etmekle beraber millî ordusunu daima diri ve canlı tutma gayretini göstermiştir. Bunun sayılamayacak örnekleri mevcuttur. Ulusal Kıbrıs mücadelemizde millî güçlerin devreye sokuluşu, (TMT) Türk Mukavemet Teşkilâtının hazırlanışı vb. örnekleri sıralayabiliriz. Dolayısıyla (MASK) Millî Askerî Stratejik Kavramını da bir Türk olarak bu çerçevede değerlendirmeliyiz.

Alabama’daki hava harp akademisinin Türkiye ve Orta Asya araştırmaları bölümünde Türkiye sorumlusu olarak CİA adına görev yapan Albay Michael Robert Hickok Millî Askerî Strateji Kavramını (MASK) değerlendirirken bölgedeki Amerikan çıkarlarının bu konsept ile çeliştiğini saklamadan ifade etmekte, makalesinin son bölümünde orduya yönelik uluslararası yıpratma kampanyasının temasını kullanarak TSK’ne aba altından sopa göstermeye gayret etmektedir:

“Ordu, savunma plânını eleştirenleri vatan haini veya toplumdaki gerici unsurlar olarak nitelediğinden ve plânın maliyeti ve getirisi ile ilgili tartışmayı kısıtladığından; bu programların ülke içinde giderek artan bir muhalefetle karşılaşması olasıdır. Giderek daha fazla sayıda insan, ordunun depremden sonra deprem bölgesinin yeniden inşa edilmesi için veya Avrupa ile daha fazla bütünleşme yolunda ekonomiyi güçlendirmek için kullanılabilecek kaynaklardan ne kadarını istediğinin farkına vardıkça, bu endişeler daha geniş kitlelere yayılacaktır.”

Albay Hickok daha da ileri giderek: “Ordu Türk halkından, bir yandan ülkenin ulusal çıkarlarıyla ve gelecekteki güvenlik ihtiyaçlarıyla ilgili kendi bakış açısına güvenmesini isterken, öte yandan kendisi Türk halkının önemli bir kısmına veya halkın seçtiği liderlere güvenmediğini göstermektedir.”

Makalenin son cümlelerinde ise: “Stratejik bakış açısıyla askerî reformlar arasındaki koordinasyon eksikliği, ordunun gerçek amaçları konusunda soru işaretlerine yol açmaktadır”.

Devamla “Modernizasyon programlarında anlatılan ulusal hedeflere ulaşmak için gerekli araçlar, bu hedeflerin gerçekleşmesi için yeterli olmayabilir. Modern silâhlara ve gelişmiş kabiliyete sahip olan Türk ordusu, ülke içinde kültürel ve anayasal gücünde önemli değişiklikler yapılmadıkça ne kısa vadede komşularına, ne de uzun vadede Türkiye halkına rahat yüzü gösterecektir.”

Bu kısım kısım aldığımız değerlendirmeler Eylül 2000 tarihinde ASAM Jeopolitik ve Strateji Araştırmaları Vakfı’nca yayınlanan Stratejik Analiz cilt, 1 sayı 5’teki “Yükselen Hegemon: Türk Stratejisi ile Askerî Modernizasyon Arasındaki Uçurum” başlıklı makaleden alınmıştır. Bu görüşlerin üzerinden geçen zamanı ve olayları kronolojik bir sıralamayla izlersek Kasım 2000 ekonomik krizi, KOB’si ve siyasî dayatmalar, Şubat 2000’den itibaren gelişen ekonomik buhran ve arkasındaki dış baskılar, Güneydoğu ve Kıbrıs emrivakîleri, AB çerçevesinde (ASGP) Avrupa Savunma ve Güvenlik politikasında Türkiye’ye kabul ettirilmek istenen şartlar, çözüm önerileri ve TSK’nın kararlı tutumu sürerken 4 Ağustos 2001’de Ankara’da bir siyasî parti kongresinde ifade edilen ulusal güvenlik sendromu acaba hangi akla ve fikre hizmet amacıyla dile getirildi dersiniz?

Albay Michael Hickok’un değerlendirmeleriyle TSK’ni yıpratma gayretlerini ve bir siyasî parti liderinin ifadelerini aynı kefeye koysak mı dersiniz?

Şunu kararlılıkla ifade edelim ki oynanmak istenen oyun bozulacaktır.

Bu coğrafyada Türk varlığı var oldukça Türkün sözü geçecektir.

Türk milletini temsil kabiliyetini kaybetmeye başlayan siyasîlerimizin bu hususa dikkatlerini çekerken kararlılıkla haykırıyoruz:

DİL BİR; BAYRAK BİR; MİLLET BİR; VATAN BİRDİR.

CİHAN DURDUKÇA, TÜRK VATANI BÖLÜNMEZ BİR BÜTÜNDÜR.
 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -