Kıbrıs

KIBRIS meselesi, elli yılı aşkın bir zamandan beri, Türk-Yunan ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen nedenlerin başında gelmektedir. Bu süreç içerisinde soruna âdil, kalıcı ve tarafları tatmin eden çözüm arayışları devam edegelmiştir. Bu arayışlar, Yunanistan’ın desteğinde ve himayesinde Kıbrıs Rumlarının, 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni 1963 yılının sonlarında silâh zoru ile ve korsanvâri bir hareketle ele geçirmelerinden; Cumhuriyetin ortak kurucusu olan Kıbrıs Türklerini devletin yasama, yürütme ve yargı organlarında zorla dışlamalarından sonra yeni bir boyut kazanmıştır.

- Reklam -

Rumlar, 1963 yılı sonlarında kuvvet zoru ile Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ele geçirerek kendilerini adanın yegâne devleti ve hâkimi olarak görmeye başlamışlardı. Bilindiği üzere Rum-Yunan ikilisinin Kıbrıs’ta gerçekleştirmek için büyük gayret sarfettiği bir millî ENOSİS’e1 çok yaklaştırmış; bir an önce adada yaşayan Türkleri çökertip, her Rum’un bir tutkusu hâline gelmiş olan ENOSİS’i gerçekleştirmek için âdeta seferber olmuşlardı.

Kısa zamanda Kıbrıs’ta büyük siyasî kazanımlar elde eden Rum-Yunan ikilisi bu kazanımlarına meşruiyet kazandırmak ve ENOSİS’e giden yolu açık tutmak düşüncesi ile NATO, ABD, İngiltere ve BM’in “iyi niyet görevi”2 çerçevesinde, değişik zamanlarda, taraflara sunulan bütün önerileri-Örneğin: Acheson Plânı, Mc Millan Plânı, BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Anlaşma Taslağı” (1985-1986), Butros Butros Gali’nin “Düşünceler Dizisi” (1991-1992) ve son Kofi Annan’ın kısaca “Annan Belgesi” diye anılan “Kıbrıs Sorunu İçin Kapsamlı Uzlaşma Temeli” (2002-2003) gibi-ENOSİS’i tam olarak gerçekleştirmedikleri cihetle reddetmişler; uzlaşmaz bir tutum sergileyerek Kıbrıs meselesini zamana yayıp çözümsüzlüğe gitmişler ve her defasında çözümsüzlüğün suçunu Türkiye’ye ve bilhassa Rauf Denktaş’a yüklemişler, bu konuda kendilerini haklı gösterebilmek için dünya genelinde; özellikle de büyük devletler nezdinde Türkiye ile Rauf R. Denktaş’ı suçlayan yoğun bir propaganda sürdürmeye başlamışlardır. Bu şekilde Rum-Yunan ikilisi bugüne kadar Kıbrıs’ta yarattıkları oldu bittileri kalıcı hâle getirmek için büyük bir gayret içindedirler.

Hâlen Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerde yaşanan sorunlar, temelde Ege Denizi’ni bir Yunan gölü olarak görmeyi ve Kıbrıs’ı topraklarına katmayı değişmez bir millî hedef olarak gören Yunanistan’ın izlediği çarpık Megali İdea politikasından kaynaklanmaktadır. Hatırlanacağı üzre, Yunanistan’ın destek ve himayesinde Makarios adada ENOSİS’i gerçekleştirmek amacı ile 1963 yılı sonlarına doğru Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nda, değiştirilemez niteliği taşıyan bazı maddeler dahil, on üç maddede değişiklik yapmak istemiş ve Kıbrıs Türk halkının bu değişikliğe razı olmaması üzerine adadaki Türk köylerine ve kasabalardaki Türk semtlerine karşı silâhlı taarruzlara başlamıştı. Böylece. Rum-Yunan ikilisinin Kıbrıs’ta başlattığı ENOSİS savaşı 1963-1974 tarihleri arasında tırmanarak devam etmiş ve adada yaşayan Türk halkına yönelik silâhlı saldırılar tam bir vahşete, katliama, soykırıma dönüşmüştü.

Uluslararası antlaşmalar gereği Kıbrıs meselesine taraf ülkelerden biri olan Türkiye, meselenin başından itibaren adanın Yunanistan’a ilhak edilmesine (ENOSİS) karşı çıkmış; Kıbrıs sorununa barışçı yoldan; müzakerelerle kalıcı ve tarafların çıkarlarını gözeten bir çözüm bulmak için uyumlu bir gayret sarfetmiştir. Bunun yanı sıra üç garantör devletten biri olan Türkiye (diğerleri: İngiltere ve Yunanistan), Kıbrıs’ta Türk halkının ahdî hukukuna dayalı haklarını güvence altına almakla ve kendisinin antlaşmalarla elde ettiği stratejik menfaatlerini korumakla yükümlü idi.

Rum-Yunan ikilisinin, adadaki varlığını tehdit eden girişimlerini önlemek için ortaya koyduğu bütün diplomatik çabalarına rağmen bir sonuç alamayan Türkiye, Garanti Antlaşması’nın 4’üncü maddesinin kendisine tanıdığı yetkiye dayalı olarak 20 Temmuz 1974 sabahı Kıbrıs’a asker çıkararak Rumların, Kıbrıs Türklerini etnik arındırmaya tâbi tutmasına son vermiştir. Görüldüğü üzere, Türkiye’nin adaya askerî müdahalede bulunması Rum-Yunan ikilisinin 1955 yılından bu yana Kıbrıs’ta devam ettirdiği ve giderek tırmandırdığı silâhlı ENOSİS savaşının bir doğal sonucudur. Bu bakımdan kesin olarak diyebiliriz ki, Kıbrıs sorununu Türkiye yaratmamıştır. Sorunun oluşumunda ve günümüze taşınmasında Türkiye ile Kıbrıs Türk halkının en ufak bir kusuru ve sorumluluğu yoktur. Bunun aksine Türkiye, Kıbrıs’ın tehlikeli bir sorun hâline gelmesini önleyebilmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Diğer taraftan, Rumların mezalimine uğrayan Kıbrıs Türk halkı, adada bugüne kadar yaşanan acıların yegâne mağdurudur. Bu nedenle Kıbrıs sorununa hâlen çözüm bulunamamasından Türkleri sorumlu tutmak onlara yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Kısaca, Kıbrıs sorununun adada yaşayan Rumlar ile Yunanistan’ın ortak bir ürünü ve Makarios’un bu sorunun baş mimarı olduğunu söylemek yanlış değildir. Hiç şüphesiz, Kıbrıs Rumlarının, adada yayayan Türk halkına azınlık gözü ile bakmaları, Kıbrıs’ta kurulması tasarlanan ortak devlette onları eşit siyasî haklara sahip ortak bir toplum olarak görmek istememeleri; bilerek ve plânlı bir şekilde uzlaşmaz bir tavır takınmaları Kıbrıs sorununu bugüne kadar çözümsüz bırakan en başta gelen sebeptir.

Garantör ülkelerden biri olan İngiltere, Kıbrıs’ın bir sorun hâline gelmesinde ve çözüme kavuşturulmamasında en az Rum-Yunan ikilisi kadar suçludur ve sorumludur. Çünkü, İngiltere, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın bazı maddelerini değiştirmek isteyen Makarios’a destek vermiş; hattâ anayasayı değiştirmesi için O’nu teşvik etmiştir4. Bu şekilde İngiltere, Kıbrıs meselesinin yeniden bir sorun olarak ortaya çıkışını tetiklemiştir. Bunun yanı sıra İngiltere, 1963 yılından sonra, Rum-Yunan ikilisinin Kıbrıs’ı ilhak etmek için giriştiği silâhlı ve siyasî bütün faaliyetlerine seyirci kalmış ve garantör devlet olarak yü kümlülüklerini yerine getirmeyip Rum-Yunan yanlısı bir politika izlemiş; Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) Kıbrıs’ın tamamını temsilen AB’ne üyeliğine, Londra-Zürih Antlaşmaları ile Garanti ve İttifak Antlaşmaları’na tamamen aykırı olduğunu bile bile karşı çıkmamıştır.

- Reklam -

Yunanistan, Türkiye’nin 8 Ağustos 1964 tarihinde Erenköy muharebelerinde Kıbrıs’ın kuzey batısında icra ettiği sınırlı hava harekâtından ve 15 Kasım 1967 tarihinde Rum-Yunan kuvvetlerinin Geçitkale ve Boğaziçi Türk köylerine taarruz etmeleri üzerine Türkiye’nin verdiği ültimatomdan sonra, Kıbrıs’ta kaba tuvvete dayalı olarak ENOSİS’i gerçekleştiremeyeceğini anlamış ve adada yuguladığı kuvvet stratejisini değiştirmiş; Kıbrıs Türklerini ekonomik ambargo uygulayarak, içte ve uluslararası platformlarda siyasî, sosyo-psikolojik baskılar yaparak; sinsî, örtülü, yıkıcı, bölücü faaliyetlerde bulunarak; yıkıcı propaganda ve psikolojik harekât icra ederek çökertmeyi; uzun vâdede onları bitirip yok etmeyi öngören, silâha dayanmayan ve şiddeti içermeyen uzun süreli mücadele stratejisini uygulamaya başlamıştı. Silâh kullanmaktan daha etkili olacak ve daha az risk taşıyacak bu strateji ile kalenin içten fethedilmesi amaçlanıyordu. Buna paralel olarak, Yunanistan siyasî entrikalarla ve hukuk dışı yollardan Kıbrıs’ta elde ettiği kazançlarını AB’ni vasıta kılarak meşrulaştırabilmek için Kıbrıs’ı AB’nin gündemine taşımayı ve AB’nin Kıbrıs’la hiçbir ilişiği olmadığı hâlde O’nu Kıbrıs’a yapay olarak taraf yapmayı başarmıştır.

Yirmibirinci yüzyılda kurulmakta olan yeni dünya düzeni içinde büyük güç merkezlerinden5 biri olarak dünya sahnesine çıkan AB’nin, dünyanın yeni siyasî yapısı içinde güçlü bir yer tutmasında, Akdeniz’de kuracağı deniz hâkimiyeti hayatî bir rol oynayacaktır. Bu nedenle, söz konusu hâkimiyeti kurup idame edebilmek için Girit, Kıbrıs ve Malta adaları ile Cebelütarık Boğazı’nın AB’nin elinde bulunması zorunluluğu vardır. Bu durumda Kıbrıs, AB’nin Akdeniz projesinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Kıbrıs’ın tamamını eline geçirmek isteyen AB, her şeyden önce KKTC’ni ortadan kaldırıp, Türkiye’yi adadan atmayı ve Kıbrıs’ta AB yanlısı bir devlet kurmayı hedeflemektedir. Bu amaçla Kıbrıs Türk halkı arasında örgütlediği bazı çevreler ne yazık ki Türkiye karşıtı ve AB yanlısı yoğun bir espiyonaj, propaganda ve psikolojik savaş sürdümektedir.

Görüldüğü üzere GKRY’nin AB’ne tam üye olma isteği ile AB’nin Ege Denizi ve Akdeniz’de bir deniz hâkimiyeti kurma stratejisi arasında kopmaz bir bağ vardır. Bu nedenle AB, Kıbrıs sorununun bir çözüme kavuşturulmamış olmasına rağmen, GKRY’nin tek başına ve Kıbrıs’ın tamamını temsilen yapmış olduğu üyelik müracaatını Birlik’in genişleme politikasına uygun bulmuş; Türkiye ile Kıbrıs Türk halkının yaptığı bütün itirazlara hiç kulak asmadan; uluslararası antlaşmalar ile uluslararası hukuku ve hattâ kendi iç hukukunu ayaklar altına alarak kabul etmiştir. Bu şekilde AB’nin kendini Kıbrıs meselesine bir oldu bitti şeklinde taraf yapması ile Kıbrıs sorunu yepyeni bir boyut kazanarak daha karmaşık bir safhaya girmiştir. Başlangıçta Türkiye ile Yunanistan arasındaki uyuşmazlıklara taraf olmayacağını; taraflar arasındaki sorunlara âdil ve kalıcı çözümler bulmalarını teşvik edeceğini söyleyen AB, Türk-Yunan uyuşmazlıkları karşısında tarafsız bir tutum ve dengeli bir yaklaşım içinde olmuştur. Fakat Yunanistan’ın Türkiye’den önce AB’ne üye olmasından (1 Ocak 1981) sonra AB, tutumunu Yunanistan’ı destekler bir şekilde değiştirmiştir. Yunanistan, AB’nin bu tutumunu istismar etmekte gecikmemiş ve Kıbrıs sorunu dahil, Türkiye ile olan diğer bütün sorunlarının çözümünde AB’ni Türkiye üzerinde bir baskı aracı olarak kullanmaya başlamıştır.

Bugün Yunanistan’ın şantaj boyutuna varan baskılarına boyun eğen AB, Türkiye’nin Birliğe üye olabilmesi için Kıbrıs sorununu çözmesini bir şart olarak dayatmaktadır. Buna gerekçe olarak Türkiye’yi Birliğe sorunsuz bir şeklide üye yapmak istediğini ileri sürmektedir. Diğer taraftan, AB, uluslararası antlaşmaları, uluslararası hukuku ve hattâ kendi hukukunu çiğneyerek GKRY’ni adanın meşrû hükûmeti kabul edip, sorunlar yumağı Kıbrıs’ı üyeliğe kabul etmekte hiç tereddüt göstermemekte ve Kıbrıs sorunu çözümlenmeden AB’ne üye yapmaktadır. Hiç şüphe yoktur ki AB’nin bu hareketi ancak “iki yüzlülük” sıfatı ile izah edilebilir.

Kısaca denilebilir ki AB’nin kendiliğinden ve yapay olarak Kıbrıs meselesine taraf olmasından sonra izlediği Rum-Yunan yanlısı politika, Kıbrıs Rumlarını sorunun çözümünde, dik başlı bir tavır takınmaya itmiş; Rum liderliğinin ciddî ve anlamlı müzakerelerden kaçınarak üçüncü tarafların müdahalesine ümit bağlayan bir politika benimsemesine yol açmıştır. Şurası bir gerçektir ki AB, Kıbrıs meselesinde izlediği Yunanistan yanlısı politika ile Türkiye’ye bundan daha fazla haksızlık yapamaz ve sorunun çözümsüzlüğe sürüklenmesinde bundan daha kötü bir hareket tarzı benimseyemezdi.

- Reklam -

Kıbrıs meselesini çözümsüz bir sorun hâline getiren en başta gelen etkenlerden biri de BM Güvenlik Konseyi’nin almış olduğu 186/1964, S/5575 sayılı yanlış kararıdır. Kıbrıs’a BM Barış Gücü askeri gönderilmesini ve bir arabulucu atanmasını öngören bu karar, aynı zamanda 1963 yılı sonlarında Kıbrıs Cumhuriyeti’ni silâhla ele geçiren Rumları, üstü örtülü bir biçimde Kıbrıs’ın meşru devleti olarak kabul etmişti. bu karar Rumları Kıbrıs’ın yegâne hâkimi olma emellerine ve dolayısı ile ENOSİS hedefine büyük ölçüde yaklaştırmıştı. İşte hata burada idi. Kıbrıs Türk halkını ortağı bulunduğu devletten dışlayan bu karar Türk ve Rum toplumlarının bugüne kadar sorunun çözümünde uzlaşma sağlayamamalarının temel nedenini teşkil etmiştir. Rum-Yunan ikilisi, eline geçirdiği bu avantajı Kıbrıs sorununun çözüm sürecinde her zaman bir koz olarak kullanmış ve o tarihten itibaren adada yaşayan Türklere devletin ortağı gözü ile değil, bir azınlık olarak bakmaya başlamıştır. BM, bugüne kadar Rumlara, “siz Kıbrıs Türklerini temsil edemezsiniz; onların devleti olamazsınız” demediği için Kıbrıs sorununa çözüm bulmak âdeta imkânsız hâle gelmiştir.

Rum-Yunan ikilisinin 1963-1974 yılları arasında Kıbrıs’ta yarattığı oldu bittiyi, Kıbrıs Türk halkı kabul etmeyerek, Rumların yaptıkları her türlü mezalime göğüs germiş; Türk köy ve kasabalarına karşı giriştiği silâhlı saldırılarına karşı koymuş ve Rumların boyunduruğu altına girmemişlerdir. Ada genelinde irili ufaklı kantonlarda Rumlar tarafından kuşatılmış ve âdeta bir açık hava hapishanesi hayatı yaşayan, devlet hizmetlerinden ve devlet güvencesinden mahrum kalmış Kıbrıs Türkleri kendi devletlerini kurarak, bütün zorlukların üstesinden gelmişler ve bugüne kadar kendi kendilerini yönetmeyi başarı ile sürdürmüşlerdir. Türkiye’nin Kıbrıs’a askerî müdahalede bulunmasından (20 Temmuz 1974) hemen sonra Rauf R. Denktaş ile Glafkos Klerides arasında Viyana’da imzalanan ‘Nüfus Mübadelesi Antlaşması” çerçevesinde adanın kuzeyinde toplanan Türkler, Rum-Yunan ikilisinin müzakerelerde uzlaşmaz bir tavır takınmaları; sorunu bilerek çözümsüzlüğe götürüp zaman kazanmak istemeleri üzerine 15 Kasım 1983 tarihinde KKTC’ni ilân etmişlerdir.

Bunun üzerine İngiltere, vakit kaybetmeden, BM nezdinde girişimde bulunarak BM Güvenlik Konseyi’nin toplanmasını sağlamıştır. Toplantının sonunda BM Güvenlik Konseyi, dünya devletlerine KKTC’ni tanımamaları çağrısı yapan 541/ (1983) ve 550/ (1984) sayılı kararları almıştır. Bu kararlar, KKTC’nin ilânının Zürih-Londra Antlaşmaları’na aykırı ve hukuken geçersiz olduğunu kabul ederken; GKRY’nin de Zürih-Londra Antlaşmaları’nın meydana getirdiği Kıbrıs Cumhuriyeti olmadığına ilişkin bir beyanda bulunmamış ve her türlü hukukî dayanaktan yoksun bulunan bir devlet için yaptırım koymamıştı. Görüldüğü gibi BM Güvenlik Konseyi almış olduğu 541/(1983) ve 550/(1984) sayılı kararları ile tarafsız ve hakkaniyete dayalı hareket etmemiştir. Bahse konu kararların fark gözetmesi, keyfî oluşu, tercih yapması ve hukukî hiçbir haklı yanının bulunmaması anılan kararların geçerliliğine gölge düşürmüştür.6 Bu durum muvacehesinde denilebilir ki, BM Güvenlik Konseyi almış olduğu 186/ (1964); 541/ (1983); 550/ (1984) sayılı yanlış kararları ile Kıbrıs sorununun bugüne kadar çözüme kavuşturulamamasının en başta gelen sorumlularından biri olmuştur.

Bilinen tarihî zor koşullar altında; türlü fedakârlıklarla; can ve kan pahasına kurulan KKTC, yapılan bütün dış baskılara ve uygulanan insanlık dışı ağır ekonomik ambargolara rağmen, Türkiye’nin sağladığı maddî ve mânevî destekle varlığını günümüze kadar devam ettirmiştr. Bugün Kıbrıs’ta “de facto” iki devlet vardır. Bunlardan biri KKTC ve diğeri GKRY’dir. Bu iki devletten hiçbiri 1960 yılında Türk ve Rum toplumlarının eşit siyasî haklarına ve ortaklığına dayalı olarak antlaşmalarla kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti olduğunu iddia edemez. Ayrıca, bu devletlerden birinin diğerini temsil etme hakkı olmadığı gibi; birbirleri üzerinde hükümranlık hakkı da yoktur. Bu durum dikkate alındığında 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti kâğıt üzerinde kalmış bir cumhuriyettir.

Hâlen, KKTC sadece Türkiye tarafından tanınmış olmakla beraber, Kıbrıs Türk halkının iradesi ile Kıbrıs’ın kuzeyinde kurulmuştur ve vardır. Anılan cumhuriyet dünyanın örnek demokratik cumhuriyetlerinden biridir. Çağdaş bir anayasaya sahip olan KKTC, gelişmiş dünya devletlerinin anayasalarındaki insan temel hak ve özgürlüklerini benimsemiş ve güvence altına almıştır. Laik, demokratik devletlerde olduğu gibi hukukun üstünlüğünü ilân eden bahse konu devlet bugün dünyaya başarılı ve örnek bir demokrasi sergilemektedir. Bütün bu gerçekler ortada olduğu hâlde, bir ulus devlet olan KKTC ve oun sınırları içinde yaşayan Türk halkı, dünyada hiçbir toplumun maruz kalmadığı ölçüde haksızlıklarla karşı karşıya bulunmaktadır. KKTC, kendisini tanıyan tek devlet olan Türkiye’nin dışında diğer ülkelerle düzenli siyasî ilişkiler kuramadığı gibi, ürettiği malları da bir çok ülkeye ve özellikle AB’ne7 ihraç edememektedir.

Geçtiğimiz son iki yıl içinde BM Genel Sekreteri Kofi Annan, taraflara sunduğu “Annan Plânı” çerçevesinde soruna çözüm aranmasına hız vermiş; hattâ AB ile ABD Kıbrıs meselesinin daha fazla uzamasına fırsat vermeden bu sorunun en kısa zamanda çözüme kavuşturulması için Türkiye’ye ağır siyasî baskılar yapmaya başlamışlardır. Anılan devletlerin yetkili ve sorumlu kişileri bununla da yetinmeyerek yaptıkları açıklamalar ve verdikleri beyanatlarla Kıbrıs sorununa 1 Mayıs 2004 tarihine kadar çözüm bulunmadığı takdirde Türkiye’yi daha zor bir geleceğin beklediğine ilişkin kehanette bulunmakta ve felâket tellâllığı yaparak Türkiye’ye onuru ile bağdaşmayan şantaj yapmaktadırlar. Bu davranış onların tarihten gelen bir alışkanlığıdır.

Yukardaki açıklamalar dikkate alındığında böylesine karmaşık ve kördüğüm hâline getirilmiş Kıbrıs sorununun bugüne kadar çözümsüz kalmasının suçunu Türkiye’ye yüklemek gerçek ve dürüst bir hareket olamaz. Çünkü, meseleye taraf diğer ülkeler -İngiltere, Yunanistan, Rum toplumu ve yapay taraf olan AB- istemedikleri takdirde Türkiye’nin tek başına Kıbrıs sorununu çözmesi mümkün müdür? O zaman akla şu soru gelmektedir: Kıbrıs meselesini Türkiye yaratmadığı hâlde ve sorun hâline gelmesinde bir sorumluluğu olmamasına rağmen sorunun çözümünü tek başına Türkiye’den beklemek, bu sorunun çözümsüz kalmasını isteyen taraf ülkelerin Türkiye’yi zayıflatmak. yıpratmak ve AB’ne almamak amacı ile Kıbrıs sorununu bir vasıta kılmak isteyebilecekleri ihtimal dışı görülebilir mi? Bunun yanı sıra, Rum-Yunan ikilisi ve AB, izledikleri Kıbrıs politikaları ile Türkiye’yi Kıbrıs’ı sorun hâline getirmiş suçlu devlet durumuna düşürmeyi; adada bugüne kadar işledikleri suçları ona ve Kıbrıs Türklerine yüklemeyi ve Kıbrıs’ta sürdürdükleri hukuk dışı icraatlarına meşruluk kazandırmayı mı hedefliyorlar?

Kıbrıs sorununun bugüne kadar çözümsüz kalmasının Türkiye’ye ve özellikle de Kıbrıs Türk halkına yarar sağlamadığı ve sorun çözümsüz kaldığı sürece yarar sağlamayacağı açıkça görünen bir gerçektir. Yalnız bu durumun, Kıbrıs Rum toplumuna ve Yunanistan’a büyük zarar verdiği ve onlara çok şey kaybettirdiği izahtan varastedir.

Bu bakımdan, Kıbrıs sorununa âdil, kalıcı ve tarafları tatmin eden bir çözüm bulunmasının, meseleye taraf ülkelerin yararına olacağı konusunda hemfikir olmayan kimse yoktur.

Yunanistan’ın siyasî komploları, AB’nin dayatmaları ve şantajları ile karşı karşıya bulunan Türkiye ve KKTC, bütün her şeye rağmen Kıbrıs sorununu kalıcı bir çözüme kavuşturabilmek için elinden gelen her gayreti sarfetmekte ve her vesile ile iyi niyetini ortaya koymaktadır. Yalnız, şunu hemen belirtmek gerekir ki iyi niyet, tek taraflı olarak sadece Türkiye’den beklenirse bu saflık olur.

Kıbrıs sorununa Annan Plânı çerçevesinde âdil bir çözüm bulunabilmesi için her şeyden önce AB, ABD, İngiltere ve Yunanistan ile Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs Türk halkına karşı ortaklaşa sürdürdükleri “Düşük Yoğunlukta Çatışma”8 harekâtı ile psikolojik savaşa ve yıkıcı propagandaya son vermeleri gerekmektedir. Kıbrıs Türkü’ne karşı uygulanmakta olan ekonomik ambargonun bir an önce kaldırılması zarureti vardır. Çünkü, Kıbrıs Türkü’ne karşı ilân edilmemiş sinsi bir savaş devam ederken soruna istenen zaman içinde sağlıklı bir çözüm bulmak çok zor olacaktır. Geçmişte Rumların Kıbrıs Türkü’ne reva gördüğü mezalimi belleklerden silmek; yaşanan acıları, çekilen sıkıntıları, parasızlığı, can ve mal kaybını yaşanmamış saymak mümkün değildir. Annan Plânı’nın bütün olumlu yanlarına ve BM Genel Sekreteri’nin iyimser görüşlerine rağmen kin ve nefretin böldüğü Türk ve Rum toplumlarının bir arada yaşamalarının mümkün olmayacağı sorunun en hassas noktasını teşkil etmektedir. Muratağa, Sandallar, Atlılar vb. Türk köylerindeki toplu mezarlar birer ibret anıtı olarak hâlâ Kıbrıs’ta durmaktadır. Rumlar bu mezarlarda yatanları sadece Türk oldukları için katletmişlerdir. Bu katliam, Türkiye’nin garantör devlet olarak Kıbrıs’ta müdahale hakkını neden kullanmak zorunda kaldığının somut bir kanıtıdır.

Bu nedenle, Kıbrıs sorununa bulanacak çözümün geçmişte Türklerin yaşadığı bu acı olayları tekrar yaşatmayacak ve Türkiye’nin fiilî garantisini esas alması kaçınılmaz bir olgudur. Kıbrıs Türklerinin adadaki bekalarını sağlamaları ancak Türkiye’nin fiilî garantisi ile mümkün olacaktır.

Kıbrıs sorununun çözümünde üzerinde durulması gereken en önemli konulardan biri de, Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923) ile kurulan Rum-Yunan dengesinin Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de korunması ve Yunanistan’ın lehine olacak şekilde bozulmasının önlenmesi olmalıdır.

Sonuç:

Yukarıda gerçeklerin ışığında Kıbrıs’ta iki bölgeli, ki itoplumlu iki devletin varlığını ve eşit siyasî haklarını kabul eden; Türkiye’nin fiilî garantisine dayalı bir konfederasyon/federasyon temelinde bulunacak çözümün sağlıklı, kalıcı ve tarafları tatmin edecek en doğru bir çözüm olacağı kanısındayız.

Türkiye, âdil bir çözüm şekli için barışçı yolların hepsini denemelidir, ancak tek taraflı iyi niyet saflık olur. Artık karşılığını görmeyeceğimiz hiçbir tavizde bulunmamalıyız. Unutulmamalıdır ki Kıbrıs, millî sınırlarımız dışında kaderleri üzerinde söz hakkımız olan son Türk toplumunun yaşadığı yerdir. Bu hakkımızı iyi kullanmalıyız. Kıbrıs konusunda bir anlaşmaya varıldıktan sonra da Türkiye, bu antlaşmanın uyanık bekçisi olmak zorundadır.9

KAYNAKLAR

1- ENOSİS: (İlhak)

Yunanistan dışındaki Helenlerin bağımsızlığı ve anavatan Yunanistan ile birleştirilmesi olarak tanımlanabilir. (Bilal N. Şimşir, Aralık 2003, AB, AKP, ve Kıbrıs; Bilgi Yayınevi, Ankara, s:20)

2- BM İyi Niyet Görevi: Belli bir sorunu çözmeye çalışarak tarafların buluşmalarını, tartışarak pazarlık etmelerini, sonuca varmalarının kolaylaştırılmasını ve bununla yetinmesi gerekli olan kişi. (Prof. Dr. Mümtaz Soysal, Garip Bir Oyun, Cumhuriyet, 7.3.2003. Aktaran: Bilal Şimşir; Aralık 2003, AB, AKP ve Kıbrıs, Bilgi Yayınevi, Ankara, s: 445).

3- Soykırım: Bir milletten, soydan, ırktan veya dinden oluşan bir topluluğu plânlı, bilinçli olarak ortadan kaldırmak, yok etmek anlamı ve fiilini ifade eder. (Orkun, Temmuz 2002, s: 20)

İnsanların, sadece belli bir ırka, belli bir dine, ya da belli bir mezhebe mensup olmaları nedeni ile toplu olarak öldürülmeleri, yok edilmeleri demektir. (Prof. Dr. Hikmet Sami Türk; Ağustos 2003, Kıbrıs Sorunu: Çözüm Zamanı; TESAV Yayınları No:22, Ankara, s:56)

4- Bakınız “Makarios’un, Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu’ya gönderdiği 1 Mart 1964 tarihli mektup.” Türk Ajans Kıbrıs (TAK), Kritik Belgeler Aralık 1963-Ağustos 1964, Lefkoşa, s: 3-5.

5- Dünyadaki büyük güç merkezleri: ABD, Japonya, Çin, Rusya, AB. Bazı bilim adamları Hindistan’ı da bu katagori içinde mütalâa ediyorlar.

6- Prof. Elihu Lauterpacht CBE, QC: 10 July 1990, Turkish Republic Of Northern Cyprus, Edited By Necati Münir Ertegün; The Status Of The Two Peoples In Cyprus, Legal Opinions; TRNC, Ministry Of Foreign Affairs And Defence Public Relations, Nicosia. s: 32, 16-17.

7- AB Adalet Divanı 5 Temmuz 1974 tarihinde aldığı bir kararla, Kıbrıs Türk Yönetimi’nin AB üyesi ülkelere ürünlerini ihraç etmesini yasaklamış ve Rum-Yunan ikilisinin Kıbrıs Türk halkına karşı uygulamakta olduğu ambargoyu bir o kadar daha ağırlaştırmıştır.

8- Düşük Yoğunlukta Çatışma: Bir ülkenin güvenliğini ve refahını tehdit ederek; politik, endüstri dahil ekonomik, sosyo-psikolojik ve propagandayı bir araç olarak kullanmak suretiyle hedef ülkede parlamenter demokratik düzeni ortadan kaldırmak veya işlemez hâle getirmeye yönelik faaliyetlerdir. (The British Police And Terrorism. F. E: C. Gregorm, University Of Southampton.)

9- Prof. Dr. Hikmet Sami Türk; Ağustos 2003; Kıbrıs Sorunu: Çözüm Zamanı, TESAV Yayınları, Ankara, s: 103.
 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -