Ana Sayfa 1998-2012 İstanbul gecekondu kimliği

İstanbul gecekondu kimliği

Özet

- Reklam -

Gecekondu olgusu,Türk toplum yapısının bir yansımasıdır. Bu nedenle, yapay bir kimliğe sahip değildir. Marshall Planı sonucu,1948 yılında 280 bin traktör ve tarım teknolojisinin kırsal alanlara girmesi sonucu maraba, kara-kullukçu, ücretli ve başı-boş kitlelerin kentlere göçleriyle bağlantılı olarak meydana gelmiş bir olay biçiminde yorumlamak yüzeysel kalır. Gecekondu, gerçek anlamda, kentte köylülüğün sürüp gitmesidir.Bu nedenle, varoş kül- türü, ghetto yaşam biçimi tarzındaki yakıştırmalar sadece ve sadece olaylara yüzeysel yaklaşımdır. 1992-1997 yılları arası İstanbul’ un 32 gecekondusu üzerinde yürüttügümüz bir alan araştırması da bu gerçeği ortaya koymaktadır(1). İstanbul gecekondu gerçeği, Türk toplum yapısının ikili kimliğinden kaynaklanmaktadır. Kırsal alanda yaşayanlar,kültür ve değerler sistemi ile kentlerin dışlanmış alanlarına yerleşerek, kendilerine özgü itilmişliklerini ve kakılmışlıklarını sürdürmektedirler.

Türk toplumunun tarihsel gelişimi, ikili (dual) bir yapılaşmaya dayanır. Buna göre, merkezi temsil eden güç; kendini Oğuz, çevrede yaşayanları ise Türkmen kabul etmek suretiyle, merkez-çevre ikiliğine dayalı toplumsal bir düzeni, Selçuklular ve Osmanlılardan beri sürdürmüştür. Bu gelenek, ne yazık ki Cumhuriyet rejiminin ulus-devlet yapılaşmasına rağmen, günümüzde Doğu ve Güneydoğu yöresinde kabile-aşiret kimliğine dayalı nitelikleriyle devam etmektedir.

Gözlendiği üzere,ikili toplum yapısı yüzyıllarca kimliğini sürdürmüş, kurumlaşmış ve kendine özgü bir yaşam tarzı, kültür ortamı ve dünya görüşü meydana getirmiştir. Bu nedenle, yönetici ve yönetilen tabakaların birbirine olan bakış açıları ve dünya görüşleri de farklılaşmıştır. Atatürk’ün milli kültür politikasına rağmen, bu ikili yapılaşma toplumsal entegrasyona gidememiş, merkezi seçkinler kimliklerini korumuş, tabanı temsil eden büyük halk kitlesi ise, okulsuz-eğitimsiz,işsiz-güçsüz-deyim yerinde ise- ulusal kalkınma nimetlerinden yoksun bırakılmıştır.

1950’ler sonrası, Türk sosyolojisinin yeni boyutlarından biri de, bu tarihsel oluşumla bağlantılı olarak ortaya çıkan gecekondu olgusudur. Gecekondulaşma, Latin Amerika, Birleşik Devletler, Doğu Asya ve Kuzey Afrika gibi ülkelerin teknolojik ilerleme ve sanayileşme süreci sonucu ortaya çıkan dinamik sorunlarından biri, belki de en önemli olanıdır.

Gecekondulaşma, bugün ülkemiz anakentleri nüfusunun yaklaşık yüzde 65-70’i oranındadır. Kimdir bu insanlar? Nereden ve niçin gelmiş ve metropol alanların kenar mahallelerine yerleşmişlerdir? Kentten ayrı bir dünya mı, yoksa kentle bütünleşme çabası içinde midirler? Dünya görüşleri, kültür değerleri, inanç sistemleri ve kente bakış açıları nelerdir? Kent yaşantısından ne bekliyorlar? Ve kent onlara ne verebiliyor? Tüm bunları yakından görmek, tanımak ve gerçekleri ortaya koyabilmek için katılımcı gözlem, görüşme ve tarama (survey) gibi modern bilimin araştırma metodolojisine dayalı yöntem ve teknikleri kullanmak için bizzat araştırmacının topluluklar arasında yaşaması gerekmektedir. Alan araştırması (field work) olarak da bilinen bu yaklaşım tarzı günümüz antropolojisinin biricik uygulama metodunu teşkil eder. Soru-cevap tekniğine dayalı anket metodu bize sadece ne tür bir topluluk üzerinde çalıştığımızı, topluluğun niteliği ve boyutlarını belirlemekte bir demir atma (anchorage) olanağını verir, hepsi o kadar. Önemli olan grup içinde yaşamak, grubun davranış ve dünya görüşlerini ortaya koymaktır. Böylece, grup içinde araştırmacının bakış açısı (etik) değil de, bizzat üzerinde araştırma grubunun olaylara yaklaşım tarzını (emik) tespit etmek zarureti vardır.

1972-1980 yılları arasında, Doğu yöresinin dinamik kenti Erzurum gecekonduları üzerinde yürüttüğümüz iki araştırmamızda, biri temel (basic), öteki tali olmak üzere iki varsayım ileri sürülmüştür. Bu varsayımlardan ilki, yarım yüzyıldan beri büyük kentlerin kıyı şeritlerine yerleşen ve adeta kent yapılaşmaları yanında birer toplumsal kast oluşturan gecekonduların, hâlâ kimliklerini korumaları ve kentle bütünleşememeleri hususudur.. ABD ve Latin Amerika ülkelerinde rastladığımız türde slum, shanty town veya ghetto tipi oluşumlardan farklı olan bu yapılaşma, tamamen Tür k toplumunun tarihsel gelişimi ve kültürel değerlerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü, Selçuklu’lardan başlayan ve Osmanlılarda sürüp giden patrimonial yönetim biçimi, bu tür ikili (dual) bir toplum oluşumunu hazırlamıştır. Hanedan-i Osmani, yönetimi, askeri-sivil Devşirme ve Dönme unsurlara terk etmiş, halkını ise toprağa bağlı,vergisini ödeyen Reaya konumuna getirmiştir. Böylece, Osmanlı toplum yapısı, bazı Batılı sosyologların da (Edward Shills ve Robert Redfield) ileri sürdükleri gibi, ikili (dual) bir yapılaşmaya dönüşmüştür. Bir yanda merkezi rol oynayan yönetici azınlık, öte yanda vergisini ödeyen, toprağa bağlı halk unsuru… Tarihsel bu iki tabakanın birbirine bakış açıları da ayırımcı kimliğini sürdürmüş, hatta Metin Heper’in yerinde deyimi ile “merkez veya merkezi seçkinler, çevreyi fitne unsuru olarak görmüşler, İslamın dışlanmasını ve sakallı öğrenciler dahil İslami kesime mensup herkesi köktendinci (fundamentalist) kabul etmişlerdir”. Günümüz bir çok toplumsal gerginliklerin temelinde seçkinci sınıf ile halk tabakası arasındaki bu tarihsel ve kültürel ayrışımın derin izleri vardır. 1950’lerden itibaren başlayan gecekondu olgusu da bu oluşumdan dışlanamaz. Köyler kentlere taşınmış, kentsiz kentleşme meydana gelmiştir.

- Reklam -

İkinci varsayımımız da, gecekondu yaşam biçiminin bir yoksulluk süreci içinde olduğu gerçeğidir. Ancak, bu yoksulluk-yukarıda belirtildiği üzere-Selçuklular ve Osmanlılardan devam eden ikili yapılaşma sonucu adeta kurumlaşmış ve deyim yerinde ise kültürel kalıplaşmaya dönüşmüştür. Artık, ekonomik olanaksızlığın ürünü açlık veya fukaralığın simgesi yoksulluk normu, tamamen yoksulluk kültürü diyebileceğimiz bir tarzda biçimlenmiştir.

Kısacası, ikili (dual) toplum yapısı ve yoksulluk kültürü, tüm gecekondularımız için geçerliliğini koruyan varsayımlarımızdır.. Kentte köylülük veya kentlerin köylüleşmesi sloganları, tarihsel gerçeğin bir yansımasıdır. Yukarıda değindiğimiz Erzurum gecekondu araştırmamız, her iki temel varsayımımızın geçerliliğini kanıtlamıştır. Böylece, 1950-1980 arası 30 yıllık süre içinde, kentle ayrışım ve gecekonduya özgü farklı bir kültür alanı oluşturma, üçüncü ordu karargâhı ve dönemin tek üniversite kenti olan Erzurum toplum dinamiğine rağmen, istenilen sonucu verememiştir. Gözlendiği üzere, Erzurum’da gecekondulaşma olgusu ikili bir yapıya dönüşmüş, bir yanda kentin kıyı semtlerinde yaşayan varoş kuşağı, öte yanda kent gerçeği olmak üzere tarihsel tablo niteliğini gecekondu ortamında da sürdürmüştür..

Belirtildiği üzere, temel varsayımlarımız Erzurum gecekonduları için geçerliliğini korumuştur. Şimdi, Üsküdar gecekonduları da dahil tüm İstanbul gecekondularımız için durum nedir? İstanbul, toplum dinamiği ve gelenekli kimliğinden ötürü gecekondu olgusunun odak noktasını oluşturur. Anketler ve katılımcı gözlem, görüşme ve tarama yöntemleri sonucu elde edilen verilerin, 11 ilçemiz için de varsayımımız doğrultusundaki geçerliliğini koruduğunu gözlemiş bulunmaktayız.. Bu nedenle, sadece Üsküdar örneklemi yerine, Üsküdar’ı da kapsayan tüm İstanbul gecekondu tablosunu ele alarak konuyu tartışmanın yararlı olacağı görüşündeyiz.. Ancak, Üsküdar’ın konumu hakkında kısa bir bilgi vermek suretiyle gecekondu olgusunun dinamikliğine dikkat çekmek istiyorum.

Osmanlı toplum yapısında önemli bir tarihsel özelliğe sahip olan Üsküdar, İstanbul’un Asya topraklarında üçüncü yerleşim alanlarından biridir. Bazı araştırmacılara, özellikle Thevenot’a göre bir köy, Le Bruyn için kalabalık nüfuslu, her türden dükkânların bulunduğu iyi bir kenttir. Kuşkusuz Üsküdar bir kenttir ve Avrupa’ya ulaşmadan önce, buraya varan Ermeniler ve İranlıların İran’dan itibaren başlattıkları kara ticareti Avrupa işlerine kadar Üsküdar’dan uzanıyordu. Görülüyor ki, Üsküdar Asya’yı Avrupa’ya bağlayan son derece dinamik bir ticaret yolunun düğüm noktasını oluşturmaktadır.

Evliya Çelebi’nin tespitleri göz önüne alındığında, o dönemlerde Üsküdar’da yaşayan halkın 70’i Müslüman, 11’i Rum ve Ermeni, biri de Yahudi mahallesinde gruplanmışlardır. Böylece, Üsküdar, o tarihlerde Galata ve Pera dışında, Avrupalıların hiç bulunmadıkları veya çok az bulundukları bir yöremizdir. Yine Evliya Çelebi’den öğrendiğimiz kadarıyla Üsküdar nüfusunun büyük bir kısmının Anadolu’dan gelmiş ve Türkçe konuşan insanlar olduğunu biliyoruz.

- Reklam -

Bu çerçevede düşünüldüğünde, Anadolu yakasında en eski yerleşim birimlerinden biri de Üsküdar gecekondusudur. Bunda önemli olan etken Anadolu yakasında gelişen sanayi odaklı alt yapıların kuruluşudur. Özellikle, bu oluşumda Kocaeli’nden itibaren uzanan karayolu ve demir yollarının etkisini düşünmek gerekir. Her iki yol da İstanbul’a girişin esas hareket noktasını teşkil eden bir cazibe merkezidir. Üsküdar ilçemiz aynı zamanda 1960-1975 yılları arasında nüfus artışı itibariyle İstanbul’un Bakırköy ve Kadıköy’den sonra üçüncü en yoğun ilçesidir. İstanbullu nüfus daha ziyade kentin eski ve merkezi kısımlarında toplanmış olup oranı da yüzde 30’dur. Üsküdar, İstanbul kökenlilerin ağırlıklı olduğu bir yerleşim birimi olarak kabul edilmelidir. Bu nedenle, Üsküdar gecekonduları, öteki ilçeler karşısında kent-gecekondu bütünleşmesi açısından daha talihli bir durumdadır. Çünkü, tespitlere göre, İstanbul doğumlu nüfusun göç edenlere oranla daha yüksek düzeyde olduğu bir ilçemizdir Üsküdar..

İstanbul gecekonduları üzerinde gerçekleştirdiğimiz İnsan ve Kültür adlı yayınımızda, 12 ilçemiz-ki bunlardan biri kontrol grubudur (Gebze)- örnekleme katılmış ve her gecekondu bölgesinden rastgele(random) tekniğine göre 10 hane alınarak, tüm aile fertleriyle uzun süreli görüşme, gözlem ve taramalar gerçekleştirilmiştir. Üsküdar’ın da Emek Mahallesinden 8, Yavuztürk’ten de 6 aile olmak üzere, tam 14 hane veya aile birimi üzerinde varsayımımız doğrultusunda katılımcı gözlemlerimiz uygulanmaya konulmuştur.. Bazen saatlerce, bazen da günlerce yürütülen görüşmeler ayrıca teype alınmak suretiyle belgelenmiştir.

Böylece, bugüne kadar İstanbul gecekonduları üzerinde yapılan münferit araştırmalardan farklı olarak, tüm ilçe gecekondular örneklemi(patterns), hem anket hem de alan (field work) araştırması çerçevesinde bütüncül bir tarzda incelemeye tabii tutulmuştur. Ayrıca, İstanbul gecekondularından random tekniğine göre seçilmiş 1182 kişi üzerinde 51 sorulu bir anket tekniği de uygulanmıştır. İkinci aşamada İstanbul genelinde: Zeytinburnu, Büyükçekmece, Ümraniye, Üsküdar, Gazi Mahallesi, Gaziosmanpaşa, Halkalı, Gültepe, Tuzla, Fikirtepe, Eyüp Sultan ve kontrol grubu olarak da Gebze ve yörelerine ait rasgele (random) tekniğine dayalı olarak (119) hane seçilerek, aralarında günler geçirilmiştir. Böylece, soru-cevap tekniğine dayalı anket metodunun dışında, bizzat grubun içinde yaşayarak katılımcı gözlem, görüşme ve tarama tekniğine dayalı yöntemler kullanmak suretiyle, varsayımımız doğrultusunda kendi algı alanımızın (Etik yaklaşım) ötesinde, bizzat grubun doğrudan görüşünü (Emik yaklaşım) kavramaya çalışmış bulunuyoruz.

Bu çizgide, biri kontrol grubu, on biri de deneme grubu olmak üzere, on iki ilçeden rastgele tekniğine göre seçilen 119 aile (hane) üzerinde yürütülen görüşme, katılımcı gözlem ve tarama yöntemleri yanında, 1182 kişiye uygulanan anket sonuçları, yukarıda ileri sürülen temel ve yan varsayımlarımızı doğrular nitelikte sonuçlar elde etmemize katkıda bulunmuştur. Ancak, bu varsayımımız, daha önceleri İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, Bursa, Elazığ, Kayseri ve öteki kentlerde yürütülen bazı gecekondu araştırma sonuçları ile uyum sağlayamamış, önemli ayrışımı ortaya koymuştur. Hatta, İstanbul Büyük Kent kuruluşunun geliştirdiği projeleri yürüten GENAR araştırma grubunun, 2001 yılında İstanbul genelinde 2300 denek üzerinde gerçekleştirdiği geniş kapsamlı ve gerçekte büyük emek ürünü bir incelemesinde de, “İstanbullu olma” bilincinin örnekleme katılan orta ve alt tabaka mensupları arasında giderek filizlendiği görüşü tespit edilmiştir.

Genar’ın vardığı sonca göre, araştırmaya katılanların yüzde 47’sinin İstanbul’a gelmekle yaşantılarında bir değişme olduğunu, yüzde 30’unun ise hiçbir değişme olmadığını, yüzde 23’ü de çok az bir değişme gözlendiğini ileri sürmüşlerdir. GENAR, adı geçen araştırmasında: a) Siyasal eğilim, b) Konuşulan şive ve c) İstanbul’u özleme gibi unsurları göz önüne alınmıştır. Oysa, dinamik bir tez haline gelen ve Büyük Kent Belediyemiz tarafından da desteklenen “İstanbullu olma” bilincinin gerçek anlamda belirlenmesi için, daha can alıcı soruların gündeme gelmesi gerekirdi. Özellikle, kişinin dünya görüşü, değerler sistemi, kente bakış açısı yanında, eğitim düzeyi, kozmopolitliği (toplumsal hareketliliği), sivil toplum örgütlerine katılım oranı ve bilhassa geleceğe yönelik beklentisi (empaty) gibi değişkenlerin de ele alınması gerekirdi. Bu tür geniş çaplı bir yaklaşım olmadan dar kalıplı soruların istenilen amacı gerçekleştireceği düşünülemez.

Kuşkusuz, GENAR’ın adı geçen araştırması, günümüzde “İstanbullu olma bilinci” açısından yürütülmüş en ciddi ve geniş kapsamlı bir incelemeyi ortaya koymaktadır. Durum ne olursa olsun, yine de bu araştırma ile, belirli süreler içinde Anadolu kentleri ve kırsal alanlardan göç yolu ile gelmiş, İstanbul’a yerleşmiş ve İstanbul doğumlu “taşralı” örneğinin kognisyonları ortaya konulmuştur.

Gecekondu olgusu; kırsal alanlardan, kasaba ve ilçelerden ana kentlere geçim sıkıntısını giderme, iş bulma, meslek edinme, eğitim ve görgü-bilgi attırma gibi çok yönlü nedenlerden kaynaklanan göç süreciyle gerçekleşmiş bir oluşumdur. Özellikle, 1950’ler öncesi Marshall Planı ile 240 bin traktörün yurda girmesi (1948) göç sürecini hızlandırmıştır. Kırsal alanlarda yaşayan emekçi maraba, karakullukçu ve gündelikçi -ücretli-insanlar, mekanik enerjinin organik enerjinin yerini almasıyla, büyük kentlere olan iç göçleri hızlandırmışlardır..

Bilindiği üzere, ülkemizde ilk gecekondu araştırması ABD’li antropolog Charles W.M.Hart tarafından Zeytinburnu üzerinde gerçekleştirilmiştir (1962). Eser daha sonraları (1969) İstanbul Ticaret Odası tarafından yayınlanmıştır. Zeytinburnu, Kazak ve yerli göç grupları üzerinde yürütülen bu araştırmayı izleyen bir diğeri de, Kemal Karpat’ın Gültepe gecekonduları üzerinde yürüttüğü The Gecekondu adlı çalışmasıdır.. Daha sonraları, bir vakitler Üsküdar’a bağlı olan Selma Erder’in Ümraniye’si, Murray Bookchin’in Kentsiz Kentleşme’si, Erol Tümertekin’in İstanbul’da İnsan ve mekânı adlı geniş kapsamlı incelemesi; keza Metin Heper’in, Türkiye’ de Kent Göçmeni adlı yayını yanında TESEV’in önemli örneklemi kapsayan Kent Yoksulluğu, Taylan Akkayan’ın Mahallesiyle Muhtarıyla İstanbul’u, Strewing Reinhard’ın İstanbul’da Çıkmaz Sokak ve Gecekondu’su; keza Robert Mantran’ın 17. Yüzyıl İçinde İstanbul’u,- yanında Tansı Şen Yapılı’nın Bütünleşmemiş Kentli Nüfus Sorununu, Grainville H. Swell’in Türkiye’de Yerleşimler adlı yayında, Paul Dumont ve François Georgeon’un Modernleşme Sürecinde Osmanlı Kentleri dikkat çekici olanlarıdır. Ayrıca, bazı üniversite ve akademik kuruluşların yayınlanmamış lisansüstü ve doktora tezleri de farklı yönlerden İstanbul’un yapısı ve gecekondu biçimlerini ele almış ve yorumlamışlardır.

Bu yayınların büyük çoğunluğunda, gerek doğrudan gerekse dolaylı olarak “çarpık kentleşme” adı altında gecekondu olgusu ele alınırken “varoş kültürü” belirtilmiş, ancak kentle bütünleşebilecekleri tezi gözlerden ırak tutulmamış, sürekli toplumsal entegrasyon tezi vurgulanmıştır.

Bir grup araştırmacının kent ve gecekondu oluşumu karşısında kentsel yoksulluktan söz açtıklarına tanık olmaktayız. Nitekim, Habitat II deklarasyonu bu görüştedir. Bu tür bir yaklaşım tarzı daha ziyade gecekondu yaşantısını belirleyen sefalet tablosunun bir yansımasıdır. Zamanla gecekondularda gelir düzeyinin yükselmesi, yeni iş sahalarının açılması yoksulluğun önlenebileceği ve kentle bütünleşebileceği görüşüne destek vermektedir. Böylece, tarihsel köy-kent ayrışımı kentte buluşarak, sona erecektir. Oysa, sorun çok daha derinlerde yatmaktadır. Yoksulluğu yenmek kolaydır, fakat yoksulluk kültürünü yok etmek öyle kolay değildir. Ancak, O.Spengler’in “ebedi köylülük” tezi de sürüp gidemez. Kuşkusuz, tarihsel ikili toplum yapımız da bir gün sona erecektir.

Gözlendiği üzere, “kentsel yoksulluk; “yoksulların yaşadıkları kent alanlarında gelir düzeylerinin yetersizliği, temel hizmetlerden yararlanma olanaksızlığının yanı sıra, kent alanlarından dışlanma, olumsuz yaşam ortamları, yargı, bilgi, eğitim, karar alma yetkisi ve yurttaşlık gibi haklardan yoksunluk, şiddete maruz kalma ve güvenlik eksikliği gibi sorunlardan başka, statü açısından sıkıntı çekmeleri” anlamını taşımaktadır.

• Devamı gelecek sayıda

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -