Ana Sayfa 1998-2012 İSLÂM DERYÂSINDAN İLK DAMLALAR

İSLÂM DERYÂSINDAN İLK DAMLALAR

ARI BİZİZ, BAL BİZDEDİR…

- Reklam -

(Türkçenin Bahçesinde Bir Gezinti)-VI

“Türk dilini öğreniniz, çünkü onların uzun sürecek pâdişâhlıkları vardır.”- Kâşgarlı Mahmûd’un naklettiği hadîs- (1)

“Ezan ve Kur’ân’ı Türklerden başka hiçbir Müslüman milleti, bu kadar güzel okuyamaz. Bunlara muhteşem müzik âhengi veren Türk sanâtkârlarıdır.”-Atatürk, 1933- (2)

Eski Türklerin, yakın zamâna kadar kabûl edildiği gibi totemci veyâ Şamanist inançta olmadıkları; tek, eşsiz ve semâvî bir Tanrı’ya inandıkları, kısaca “Gök Tanrı” dinine mensûb oldukları anlaşılmıştır. “Gök Tanrı” ismine, Türk yazı dilinin ve destanlarının pek çok yerinde – hattâ bâzen Türk Tanrı olarak – tesâdüf edilmektedir. (3)

İslâm’ın yüceler yücesi mânâsı tenzîh edilerek, ibâdet ve itikâda âit hükümleri benzetmenin dışında tutularak, “Gök Tanrı” dini ile İslâmiyet’in “tek, mutlak ve benzersiz” Tanrı fikirleri arasında “özde” bir yakınlık bulmak mümkündür. Hattâ bu yakınlığın, Türklerin İslâm dinini kabûl etmelerinde önemli bir kolaylık sağladığını söyleyebiliriz.

Uygurlar devrinde başlayan ve Manihaizm lehine gelişme gösteren Türkler üzerindeki dinler mücâdelesi, Uygurlardan sonra da devâm etti. Kâideyi bozmayacak istisnâlar kabîlinden, Türkler arasında Hristiyan, hattâ Mûsevî olanlar çıktı. Fakat, Türk dünyâsının ezici çoğunluğu, millî karaktere uymayan bu yeni inanç sistemlerine karşıydı.

- Reklam -

Karahanlılarla birlikte – ismi etrâfında efsâneler meydâna getirilen Abdülkerim Satuk Buğra Hân’ın delâletiyle – dinler arasındaki en isâbetli tercih yapıldı. “Hân buyruğu” kutlanmıştı. “Kut”u veren “Gök Tanrı” idi. “İslâm’a yönelin!” diyen hânlarına karşı çıkmak, “Gök Tanrı”ya karşı çıkmak tı. Bu inanç disiplininin, yeni girilen mecrâda yolu uzun sürmedi. Çok geçmeden, Gök Tanrı’ya açılan eller, “Allâh”a yönelir oldu. Emevîlerin kılıçla yapamadığını, Türk millî rûhunun vicdânî muhâsebesi yapıyordu.

Yeni dini, gönüllerden yükselen coşkun tezâhüratla benimseyen Türkler, kısa zamanda bu dini korumak ve kollamak işini de, târihî bir misyonla üstleneceklerdir.

İslâm dinine dâhil oluşun ilk devresinde, henüz Türkler toplu hâldedir. Uygur yazısı, Türklüğün müşterek yazısı olma hüviyetini devâm ettirmektedir. Fakat, gün geçtikçe arttığı hissedilen dinî ihtiyaçları karşılamak için, Arap yazısı da yavaş yavaş Uygur harflerinin yanına sokulmaktadır. Benimsenmeye çalışılan, sâdece yazı değil; terimleriyle, yaşayışıyla yeni bir medeniyetti. Bu medeniyet, Türklerin karşısına Arap-Fars müşterek medeniyeti olarak çıktı.

“Türkler meselâ Manihaizm’i kabûl ettikleri zaman nasıl Soğd medeniyetinin ve bu dinin mukaddes lisânı olan Soğd lehçesinin tesiri altında kalmışlarsa, Budist eserlerini Çin veyâ Hind asıllarından tercüme ederken nasıl o lisanlara âit terimleri kullanmışlarsa, İslâmiyetden sonra da Kur’ân lisânı olan Arapçanın ve Arap- Acem tesirlerinden mürekkep İslâm medeniyetinin baskısı altına düştüler. Millî lisân hazînesinin ifâde edemediği mefhûmları, ister istemez, Arapça veyâ Farsçadan aldılar.” (4)

Türkçenin, İslâmî terimleri karşılayamamasından doğan bu ilk mefhûm ithâli, pek büyük ölçüde değildi. Nitekim bunu, İslâmî tesirde ilk, fakat Orhun Âbideleri ölçüsünde şâheser iki eserin dilinden de anlıyoruz.

- Reklam -

Bu iki eserden birincisi, 1070’de tamamlanan Yûsuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i, diğeri de Kâşgarlı Mahmûd’un Dîvânü Lügâti’t-Türk adıyla 1074’de yazdığı, Türkçenin ilk gramer kitabıdır.

Kutadgu Bilig, Türk’ün devlet anlayışını, töresini sembol kahramanlarla anlatan, adı gibi kutlu bir kitaptır. Eserde geçen pek çok dinî tâbir, Türkçe kelimelerle karşılanmaktadır: “Meselâ, Allah sözü dahî yaygınlaşmamıştır. Genel olarak Tengri geçer, bâzen Tengri-teâlâ şeklinde. Tanrı için, yine Türkçe eş anlamlı kelimeler kullanılır: Bayat, Ugan gibi. Peygamber, Resûl için de Yalavaç, İlçi, Savçı gibi sözler vardır. Kısaca Kutadgu Bilig dili için, eski ve yeni kültür çevrelerimizden gerekli ve normal ölçüde yabancı kelime bulunan, henüz saflığını koruyan bir Türkçe denilebilir.” (5)

“Yûsuf Has Hâcib, eseriyle Türkçeyi İslâmî edebiyat çerçevesinde, edebî şiir dili hâline getirmiş, İslâmî Türk şiirinin mektebini kurmuştur.” (6)

Türk yazı dilinin târihî seyri içinde âbide gibi yükselen, Türk dilinin ve şuûrunun şerefli temsilcisi Kâşgarlı Mahmûd ise, Türk kültürünü dil vâsıtasıyla Araplara aşılamak isteyen, büyük gâye adamıdır.

“Bu iki büyük Türk mütefekkir kültürcüsünün, yeni kurulan İslâm Karahanlı Devleti’nde Türk dilini işlemeleri, her şeyden önce Karahanlı Devleti’nin Türklük sermâyesini ve mayasını belirtmek için vukû bulmuştur.” (7)

Türk yazı dilinin, henüz dal-budak salmadığı, kollara ayrılmadığı bir dönemde, tekmil Türk tâifelerinin dilini zihnine nakşederek, mukâyeseli Türk dili grameri yazan Kâşgarlı Mahmûd, yaptığı hizmetin büyüklüğünü, muhakkak ki, kendisi de biliyordu.

Türk dilinin yüceliğini ve önemini tam olarak anlatmak için her türlü aklî gayreti gösteren Kâşgarlı, kaynaklarını da açıklayarak, Türk milletini ve dilini konu alan hadîsler nakletmiştir. Bu hadîslerden, Türk dilinin kudsiyetini ve varlığını belirten en kuvvetlisi şudur:

“Tanrı’nın devlet güneşini Türk burcunda doğurmuş olduğunu ve onların milkleri üzerinde göklerin dâirelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı, onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne hâkim kıldı. Zamânımızın hâkanlarını onlardan çıkardı. Dünyâ milletlerinin yularını onların ellerine verdi. Onlarla birlikte çalışanları, onlardan yana olanları azîz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dilediklerine eriştirdi. Bu kimseleri kötülerin, ayak takımının şerrinden korudu. Oklarının isâbetinden kurtulmak için, aklı olana düşen vazîfe, bu adamların tuttuğu yolu tutmaktır. Derdini dinletmek ve Türklerin gönlünü almak için, onların dilleriyle konuşmaktan başka yol yoktur. Bir kimse kendi takımından ayrılıp da onlara sığınacak olursa, o takımın korkusundan kurtulur, bu adamla birlikte başkaları da sığınabilir.” (8)

On birinci asrın ikinci yarısında yazılan Kutadgu Bilig ve Dîvânü Lügâti’t-Türk, Türklük havuzuna İslâm Deryâsı’ndan dökülen ilk nûrlu damlalardır. Bu damlalar, Türk’ün İslâm’ı benimserken içinde bulunduğu saf ve berrak rûh hâlinin bereket yüklü damlalarıdır.

——————————-

1 – Prof Dr. Ahmet Caferoğlu, Kâşgarlı Mahmut, İstanbul, 1970, s.21

2 – Dr. Utkan Kocatürk, a. g. e. s.166

3 – Prof.Dr. İbrahim Kafesoğlu, Eski Türk Dini, Ankara, 1980, s. 55-56

4 – Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, a. g. e. ,s. 151

5 – Ali Karamanlıoğlu, a. g. e. s.70

6 – Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Kâşgarlı Mahmut, s. 8-9

7 – Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, a. g. e. s. 9

8 – Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Kâşgarlı Mahmut, s. 20-21

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -