Ana Sayfa 1998-2012 İltimaslı Hasta

İltimaslı Hasta

O uğursuz günün sabahında acıyla uyandım. Göğsümde ve sırtımda keskin ağrılar… Ne yapacağımı şaşırdım. Gidip bir aspirin aldım. Fakat, nafile. Kenarda köşede bir yerde ağrı ilâcı buldum. Onu da içtim. Sabırla bekledim ama o kör olası ağrılar bir türlü geçmiyordu. Yalnızdım. Çoluk çocuk tatilde. Ne yapsam, ne yapsam? Ağabeyim ağır ceza mahkemesi başkanı, işi gücü başından aşkın. Ama başka kimsem de yok. Çaresiz onu aradım. “Tamam, dedi, ben şimdi geliyorum”. Yarım saat sonra kapıdaydı.

- Reklam -

– Sigortan var mı?

– Var ya!

– Sağlık karnen?

– O da var.

– Öyleyse sigorta hastanesine gidelim.

Taksi âcil servisin kapısında durdu. Doktorun odasına kadar zor belâ gidebildim. Bir sürü hasta sırada bekliyor. Ben de onların arasına karıştım. Ayakta bekliyoruz. Ağrılar devam ediyor. Gözlerim kararıyor, dizlerim kesiliyor. Baktım, ağabeyim kayboldu. Biraz sonra, yanında yaşlıca bir doktor hanımla birlikte çıka geldi. Çevresi geniş ya, orada bir tanıdık bulmuş. Yeni gelen doktor, âcil servis hekimiyle bir şeyler konuştu. Beni çağırdılar. “Çamaşırınızın üst kısmını çıkarıp şuraya uzanın” dediler. Dediklerini yaptım. Doktor gelip eliyle karnıma birkaç kere dokundu. O sırada telefondan çağırdılar. Kısaca konuşup “Şimdi geliyorum” dedi, gitti. Ben, üstüm çıplak, bekliyorum. On dakika geçti, gelen giden yok. On beş dakika, yirmi dakika. Nihayet, bize iltimas yapan doktor hanım, biraz da mahcup: “Demek önemli bir şey var, dedi, biz en iyisi kliniğe gidelim”. Fanilamı, gömleğimi giydirip koluma girdiler, beni camlı bir bölüme götürdüler. Oradaki doktor, durumu öğrenince “Yatıralım” dedi. Bu defa koğuş gibi bir yere gittik. Oraya sekiz tane karyola koymuşlar. Birinde, sırtı dönük bir hasta yatıyor. Ötekiler boş. Yataklardan birine uzandım.

- Reklam -

Biraz sonra, elinde serum şişesiyle hemşire göründü: “Doktor Bey serum verilmesini söyledi.” Pek âlâ! Elindeki enjektörü koluma batırıp batırıp çıkarmaya başladı. Anlaşıl an, serum takmak için damar arıyor ama bulamıyor. Nihayet dayanamadım: “Galiba damarlar size direniyor, dedim, belki başka bir arkadaş …”. “İyi, dedi, Semra hemşireyi çağırayım, o bu işin ustasıdır”. Gidip başka bir hemşire getirdi. O da enjektörü eline alıp, yeni damarlar keşfetmeye başladı. Fakat bir taraftan iğneyi batırıyor, bir taraftan da başı öte tarafta çevreye lâf yetiştiriyor. Ağzındaki kocaman cikleti çiğnemeye çalıştığı için söyledikleri de pek anlaşılmıyor. Enjektörü koluma değil, karnıma batırsa farkına varmayacak. El parmaklarım bitip ayak parmaklarımda da damar aramaya girişince hanım doktor dayanamayıp “Başhemşire belki daha kolay bulur” dedi. Gidip onu çağırdılar. Orta yaşlı bir hanım. Enjektörü koluma değdirmesiyle damarı bulması bir oldu. Sonunda serum takıldı. Kolumdaki, parmaklarımdaki iğne deliklerini saymayı artık doğru bulmadım.

O sırada, tek yatakta yatan hasta yüzünü dönüp bize doğru bakınca “Geçmiş olsun” dedim. Başıyla teşekkür etti. “Ne zamandan beri burada yatıyorsunuz?” Uykulu gözlerini aralayıp “İki günden beri” demez mi? Âcil serviste birkaç saatten fazla yatmanın gereksizliğini düşününce “Sizi unuttular mı?” diye sordum. “Belki de öyledir. Arada bir bakıyorlar ama, hastalığımın ne olduğu hâlâ belli değil”.

Derken iki hastabakıcı, ellerinde su kovalarıyla göründüler. Kovalardaki suyu taş zemine boca ettikten sonra, uzun saplı paspaslarıyla bir güzel yaydılar. Baş ucumda bekleşenler ayakkabılarını aşan bu küçük sel felâketi karşısında paniğe kapıldı. Kimisi dışarı kaçtı, kimisi bulduğu iskemlenin üzerine çıktı. Yattığım için benim böyle bir korkum yoktu. Koğuşun ıslaklığından ve patırtı gürültüden pek hoşnut değildim ama temizlik hizmetlerine itiraz etmek de çağdaş bir insana yakışmazdı. Neyse ki, hastabakıcılar neşeli adamlardı. Ancak kendilerinin anlayabildiği bir dille konuşuyorlar, yaptıkları şakalara kahkahalarla gülüyorlardı. Böylece hastaların da moralini yükseltmiş oluyorlardı.

Tam o sırada, dört tekerlekli bir sehpayı, tangur tungur sesler çıkararak getirdiler. Yerdeki su birikintilerinin üzerinden sıçrata hoplata sürükleyip karyolamın yanına sokuldular. Hekim mi, uzman mı, hademe mi olduğu anlaşılmayan biri “Elektronu çekeceğiz” dedi. Sonra âletin kablolarını karıştırmaya, hangisini nereye takacaklarını tartışmaya başladılar. Bir türlü anlaşamıyorlardı. Sonunda, kalın enseli olanı “Bu böyledir, dedi, fazla uzatma!” Saatimi çıkarıp ceplerimi boşalttım. Kablo uçlarını göğsüme, kollarıma, ayaklarıma bağladılar. Bu defa hangi düğmelere basacakları konusunda anlaşmazlık baş gösterdi. Onu da hallettikten sonra kazasız belâsız çekim yaptılar.

Kolumda bir ağırlık hissediyordum. Gitgide artınca dayanamayıp baktım. Kolumun alt tarafı torba gibi sarkmıştı. “Yahu, burada bir şeyler oluyor” diye haykırdım. Gelip baktılar. “Serumun iğnesi çıkmış, dediler, önemli değil, şimdi takarız”. Demek serum bir süredir boşuna akıyor, biz kana karışıp şifa olacak sanırken heba oluyordu. Zaten şişenin boşalmasına da az kalmıştı.

- Reklam -

Biraz sonra elektroyu getirip verdiler. Doktor hanım “Burada daha fazla kalmamıza gerek yok, dahiliye mütehassısına gidelim” dedi. Serumu çıkarıp beni kaldırdılar. Koğuştan çıkarken, köşede yatan hastaya “Bari ara sıra inleyip bağırın, yoksa sizi burada aylarca tutarlar” demeyi unutmadım. Böylece adamcağıza bir iyiliğimiz dokunsun diye düşünmüş olmalıyım.

Başka tanıdık doktorlar da – eksik olmasınlar – geldiği için merdivenleri alay hâlinde tırmanmaya başladık. Aslında, bu sıkı tedaviden sonra ağrılarım geçmişti. Sadece yorgunluk ve dermansızlık hissediyordum. Bir tek basamağı tırmanmak bile bana işkence gibi geliyordu. “Asansör” diyecek oldum. Arızalıymış. Nihayet inleye inleye merdivenleri bitirdik. Doktor hanım koridordaki kapılardan birini açtı, içeri girdik. Uzun bir oda. En uçta, pencerenin yanında bir masa ve dahiliyeci. İki duvar boyunca hastalar dizilmiş, ayakta bekleşiyorlar. Doktor, yuvarlak denecek kadar şişman, kısa boylu, kel kafalı biri. Elinde telefon, uzun uzun konuşuyor. Saklısı gizlisi olmadığı için, konuşmalarından emlâk alım satımı ile uğraştığı anlaşılıyor. Arsa ölçüleri veriyor, fiyatlar söylüyor, pazarlık ediyor. Ağabeyime “Galiba yanlış yere geldik, burası emlâkçı dükkânı olmasın” diye fısıldadım. “Fazla ses çıkarma” gibilerden gülümsedi. İşlerimiz sür’atle görülüyor. Ne de olsa iltimaslı hastayız.

Dahiliyecinin konuşması bitince doktor hanım elektroyu uzattı. Öteki hastaların önüne bu şekilde geçmek bana aykırı geliyordu ama işe de yarıyordu. Doktor elektroya şöyle bir baktı ve “Bu hasta ölmüş” dedi. Aman, nasıl olur? Yoksa sahiden öldüm de haberim mi yok? Bizim doktor hanım, şaşkınlığı geçince “Yok İbrahim Bey, dedi, hasta burada, işte” Beni gösteriyordu. İbrahim Bey inanmaz gözlerle baktı. “Belki bir karışıklık olmuştur, belki de yanlış çekimdir. Yeni bir EKG çekelim” dedi.

Bu sefer başka bir odaya gittik. Sıhhiyeci başçavuşluktan emekli genç bir adam elektromu çekti. Kalbimde bir şey yokmuş. Doktor İş basit, dedi. Ağrılar mideden kaynaklanıyor”. Reçeteyi yazdı, ilâçlarımızı aldık.

Eve döndükten sonra serumun etkisi yavaş yavaş geçmeye başladı. Ağrılar da yeniden arttı. İnat edip ilâçları kullanmayı sürdürdüm. İki gün sonra artık dayanılmaz hâl alınca üniversite hastanesinde hoca olan eski arkadaşıma koştum. Batın ültrasonografisi çektirdi. İnceleyince “Anlaşılmayacak bir şey yok, dedi. Safra kesesi taş dolu. Bunlar ağrı yapmaz da ne yapar? Yarın gel, cerrahîye yatıralım, hasta safrayı alalım”.

Mide hastalığından bir çırpıda kurtulmuştum. Belki aynı yolla safra hastalığından da kurtulurum diye ameliyata taraftar olmadım. İltimaslı hasta olmak zaten bana göre değildi. Âcil servisinde “tedavi” edildiğim hastanenin önünden de bir daha geçmedim. Neme lâzım! İhtiyatlı olmanın kimseye zararı yok.

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -