Ana Sayfa 1998-2012 HATT-I İSTİVÂ’DA SALYANGOZ SATAN ANGLOFİLLER VE DELİ BİRÂDER

HATT-I İSTİVÂ’DA SALYANGOZ SATAN ANGLOFİLLER VE DELİ BİRÂDER

Keçecizâde İzzet Molla’dan nakledilen “Dünyâ, kötülüklerle yıkılmaz; dünyâyı yıkan, bilgi sâhiplerinin ikiyüzlülükleri ve kötüye karşı çıkmamalarıdır.” sözü, şu günlerde bir kere daha önem kazanıyor.

- Reklam -

Samimî bir Hristiyanın, dinî vecibelerini yerine getirmesinde ve kendince mukaddes bildiği değerler uğruna birtakım nümâyişler yapmasında yadırganacak taraf yok. Fakat, İslâm dâiresinde görünüp de Hristiyandan fazla ses çıkaranlara ne demeli? Keçecizâde İzzet’in “bilgi sâhibi” dediği ikiyüzlülerin soyu da tükendi. Şimdi, bilgiyle alâkasını tamâmen kesmiş ikiyüzlüler devrini yaşıyoruz. Riyâkârın bile bilgi sâhibi olanını arıyoruz. Öyle bir nâdân ormanında yaşıyoruz ki; çalı-çırpıyı tomruk niyetine önümüze koyuyorlar.

Hz. Îsâ’yı kirli emellerine âlet edenler, cehlin en kara hâlini, bulut misâli ağdırıyorlar. Bir def’a, o azîz ismin, noel ve yeni yıl rezâletlerine vesîle kılınması, akıl, iz’an ehlinin izâh edebileceği hususlara girmiyor. Bu, nasıl bir ikiyüzlülük seviyesizliğidir ki, içtiği şaraba bile Peygamber’in ve annesinin kanı gözüyle bakabiliyorlar. Sonra da, ciddî görünüşlü -içi boş- sağlık programlarında alkolün zararlarından bahsediyorlar.

Avrupa ülkelerinde, yâni Hristiyanlığı ile mâruf o mâlûm coğrafyada yapılan bir istatistikî araştırmaya göre, nüfûsun ortalama yarısı gayr-ı meşrû çocuk olarak doğmuş. Böyle bir nesep soysuzluğundan hangi hayırlı sonuç çıkar? Bütün gücümüzle dâhil olmak istediğimiz, bu maksatla önünde atmadığımız düz ve ters takla kalmayan Avrupa, işte böyle bir yer hâline gelmiş. Sâdece Avrupa mı? Al Amerika’yı, vur Avustralya’ya! En çok çürüme emâresi, Hristiyan nüfûsun bulunduğu kara parçalarında görülüyor. Yahûdî sayısının dünyâ kalabalığı içinde hesâba gelmemesi yüzünden, o cenâhdaki kötü kokular kamufle ediliyor.

Hz. Mûsâ’nın, kavmini altın buzağı heykeline taparken bulduğu andan beri, muharref akîdelere kapılan İsevî ve Mûsevî cemaatler, bu akıntının onları götürebileceği son noktaya iyice yaklaşmış bulunuyorlar.

Hristiyan’a da, Mûsevî’ye de, girdikleri yolda diyecek sözümüz yok. Lâkin, bir vakitler dünyâ nizâmının kurucusu ve koruyucusu iken, bugün “Noel Baba” kukuletası ile palyaçoluk yaptırılan bizim insanımızın durumu, ciğer yakıyor.

Hindi, ne kadar sağlıklı ve bize has bir et tarzı besin ise de, yılbaşı vesîlesiyle pazarlanması, insanın kanına dokunuyor. Müslümanın Kurban Bayramı’na olmadık hakâretleri yağmur misâli yağdıranlar, bu bayramdan “hayvan hakları tüzüğü” çıkaranlar, yılbaşı hindisini nasıl da “asrîlik”, “çağdaşlık” etiketi yapıveriyorlar.

- Reklam -

Velhâsıl, Türk insanını yılbaşı sar’asına mahkûm edenler, bu rüzgârı sırf ticârî maksatla estirmiyorlar. İşin içinde ticâreti aşan başka niyetler, muradlar var. “Rakıyı, şarabı, kumarı, dansözü, sarhoşa hizmet eden devlet imajı”nı resmî literatürümüze, çıkmayacak şekilde soktular.

Sokakları, caddeleri dolduran zavallı kuru kalabalık… Hâlâ hangi mahallede olduğunu ve etrâfında niye bağıra bağıra salyangoz satıldığını merâk ediyor… Tabiî, buna merak denirse… Anglofilin zarfını açmadan bu merak, kat’iyyen zâil olmaz.

Anglofil (Anglophile), İngiliz dostu demek. Kürre-i arzda hemen her milletin içinden sayısız Anglofil çıkmıştır. Bu arada, Türk soyuna mensup Anglofillere de adım başında rastlanıyor. İngiliz’e dost, yâni ahbab olmaktan ne çıkar, demeyin. Bugün bütün milletlerarası denge hesaplarında bu dostluğun ağırlığı hissediliyor.

Zaman zaman adının Amerika, İsrâil olması sizi yanıltmasın. Dünyâ hâkimiyetine soyunan her fikir ve fiil erbâbının ya önünde, yahut ardında, mutlaka İngiliz mürekkebi vardır. Bundan, aslâ şüpheniz olmasın.

Soğuğun buzdan dağlar meydâna getirdiği kutup noktalarından, sıcağın hârlandığı çöl mıntıkalarına kadar her karış toprak ve her damla su, bu İngiliz nefesini tâ özünde hissetmiştir.

- Reklam -

Ali Ekrem Bolayır, babasının Midilli Mutasarrıfı olduğu yılları anlatırken, adadaki bir İngiliz kadınının şahsında, çok mültefit cümlelerle Anglofilliğe soyunuyor. Çocuk yaşta oluşunu, henüz şahsiyet kalıbını ele geçiremeyişini düşünerek, Nâmık Kemâl’in oğluna haksızlık etmeyelim, ama; onun, babasına atfen söylediği İngiliz lehdârı sözler, insanın zihninde soru işâretleri meydâna getiriyor. Madame Carrot adındaki İngiliz hanımı kastederek, Nâmık Kemâl’in: “İngiltere’nin kibar sınıfında kadınlar, elbette bizim erkeklerimizden çok yüksektir. Madame Carrot gibi hanımefendileri Londra’da yüzlerce görürsün. Ne zaman bizim de böyle kadınlarımız olursa, o zaman bu vatan kurtulur.” demesi, hayrete şâyândır.

Nâmık Kemâl tarafından Türk kadınına örnek gösterilen bu Madame, uğruna servetler harcadığı Midillili Rum’la gayr-ı meşrû bir hayat yaşamaktadır. Demek ki, bugünlere birden ve zembille inerek gelmemişiz. Kademe kademe, cemiyetimizin içi boşaltılmış.

Burada, mâlûmat-furuşluk baskısı altında kabullenilen ahlâksızlıktan bahsediyoruz. Daha pek çok misâli bulunan bu tür kötü modeller, maalesef bizim entelektüel zümrelerimizde sârî hastalıklara sebep olmuştur.

Haramdan bahseden vâizin, cemaatten önce günâha iştah tazelemesi, nasıl yakışıksız ise; Madame Carrot vesilesiyle Türk’ün hem kadınını, hem erkeğini kafese koymak, zor îzâh edilecek bir hâl…

Snopluk, târihimizin her devrinde, birilerine puan kazandırmış. Ama, ne vakit ki, bu işi -vatanperverlik başta- hamâsî değerleri yüceltirken yapanlar görülmüş; işte o zaman kaybeden hep milletimiz olmuş.

Vâveylâ’nın şu mısrâlarına bakanlar, İngiliz merhemine ihtiyâcımız ol madığına da inanmıştı:

“Sen gidersen bizi kalır sanma!

Şühedân oldu mevt ile hândân.

Sağ kalanlar durur mu hiç giryân?

Tende yaştan ziyâdedir al kan!

Söyleyen söylesin sen aldanma!

Sen gidersen bütün helâk oluruz.

Koynuna cân atar da hâk oluruz.”

Olduğu gibi görünen veya göründüğü gibi olan insanlara muhtâcız. Olanca hızıyla akıp giden zamân içinde, odunun bile eğrisinden imtinâ eden Yûnus mizâcına hasretimiz, artarak büyüyor. Âkif:

“Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!” derken, bu hasreti haykırıyordu… Eğri ve düz odun, aslında şahsiyet kalıbına işaret gönderiyor. Asırlara yayılmış o kadar kalıpsız zevât var ki; emsâl çok, timsâl az…

On yedinci yüzyıl Osmanlı devlet ricâli arasında lâkablarıyla dikkat çeken bir hayli sîmâya rastlanıyor. Yahnikapan Abdülkerim Paşa ile Ekmekçizâde Ahmed Paşa da bunlardan.

Bâyezîd Medresesi’nde iken imâret yemeklerine aşırı düşkünlüğü, Abdülkerim Efendi (Paşa)’ye “Yahnikapan” dedirtmiştir. Aynı zamanda Bâyezîd Câmii hatibi de olan Abdülkerim Efendi, o sırada Defterdârlık makâmında bulunan Ekmekçizâde Ahmed Paşa’nın delâletiyle mâliye mesleğine girdi. Ahmed Paşa azledilince, onun yerine “Başdefterdâr”lığa yükseldi. Sipâhilerin ayaklanmasında, önce vazifesinden alınan Abdülkerim Paşa, sonra hapsedildi. Hapiste, mal varlığını söyletmek maksadıyla mâruz kaldığı işkenceye dayanamayıp 1625’de öldü.

Abdülkerim Paşa’nın selefi Ekmekçizâde Ahmed Paşa, on altıncı asrın son çeyreğinde Edirne’de doğdu. Mukataacı, cizyedâr, defterdâr vekili derken, “Başdefterdâr” oldu. Yahnikapan’a makâmını terkettiği azlinden sonra Rûmeli, Karaman ve Halep vâliliklerinde bulundu. Asrın bir başka sıra dışı lâkabına sâhip Sadrâzam ve Serdâr Öküz Mehmed Paşa’nın Sadâret Kaymakamı olarak İran Seferi’ne katıldı. Mehmed Paşa azledildiğinde, yerine geçmek için çok gayret gösterdi. Fakat, arzusuna ulaşamadı. Üzüntüsünden 1617’de vefât etti.

Bilhassa mâlî hususlarda pek kâbiliyetli olduğu, ama, yalancılığı ile de şöhret bulduğu söylenir. Ahmed Paşa tarafından yaptırılan medrese, bugün Vefâ Lisesi’nin tam karşısında, -perîşân bir vaziyette de olsa- ayakta kalmayı başarmıştır. Kocamustafapaşa Câmii’nin bir kapısı ile Eyûb Sultan Camii’nin musallâ bölümü, Ekmekçizâde’nin hayrâtı arasındadır.

Bu iki halef-selef Defterdâr’ın koltuk değiştirmeleri, İstanbul’da şöyle hicvedilmiştir:

“Etmekçizâde kıldı dünyâyı nâne muhtâc.

Âhir simât-ı devlet Yahnikapan’ın oldu.”

Başta irtikâb olmak üzere, devlet nizâmını bozan ve cemiyet ağacını çürüten kötülükler, kadem kadem târihe dağılmış ve nihâyet hem devletin, hem de milletin ocağına incir ağacı dikilmiştir.

Tevfik Fikret’in “Hân-ı Yağma” şiiriyle sembolleştirdiği bu “sofra” hikâyesi, maalesef kulaklarımızdan hiç eksik olmadı. Hz. Ömer’in adâlet anlayışıyla dünyâya huzur götüren bir devletin, bu hâllere düşürülmüş olması, elbette hazindir. Lâkin, ibret alınmayan hâdiseler, tekrarlanma kâbiliyeti yüksek yapıdadır. Bizim de zâten başımıza gelenlerin tamâmına yakınında “ibretsizlik” teşhisi bulunuyor.

Eski devirlerin “simât-ı devlet” mürtekibleri, elde ettikleri nimet yekûnunun bir kısmıyla da olsa, hayra yönelirlermiş. Bu bile, insanın gönlünü ve gözünü yumuşatıyor. Zamânenin “hortumcu” makûlesi; hayrın kapısını, kapağını sımsıkı kapatmış, ha bire “şer” depoluyor. Şeyh Gâlib merhûmun:

“Hoşca bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen!

Merdüm-i dîde-i ekvân olan Adem’sin sen!”

diyerek kâinâtın özüne, merkezine yerleştirdiği insan, bu kıymetini anladığında cümle şerleri def’ edecektir. O vaktin gelmesini, oturarak ve uyuyarak geçirmek, gaflet hâlinin sürdüğüne işârettir. Gayretsiz hiçbir hedefe ulaşılamaz. Kirlerden arınmanın birinci yolu, yıkanmaya niyet etmek; ikincisi ise suya yaklaşmaktır. Üçüncü adımda “su” bizimledir…

Su ile her dâim berâber olmanın sırrı, onun etrâfında dolaşmak, kısacası onunla hem-hâl olmakta yatıyor. Tabiî, bir de suyu bulandırmamak lâzım. Eskilerin bu hususdaki duruşu ne kadar sâde, ne kadar süsten âzâdedir.

Esâfil-i Şark, yâni Şark’ın sefilleri, paryaları; yakın geçmişimizde bir sohbet grubunun adıydı. Midhat Sertoğlu’nun dediğine göre; bu garib, hattâ Peyâmî Safa’nın “Simeranya”sı tarzında fantastik topluluğun mensupları Nazmi Acar, Mükrimin Halil Yinanç, Ali Nihad Tarlan, Rıfkı Melûl Meriç, Emin Ali Şavlı, Hilmi Ziyâ Ülken, Ârif Dino, Münib Tunç gibi “edîb” ve “lebîb” lerdi.

Esâfil-i Şark’ın toplantı mekânı Şehzâdebaşı’nda -bugün izi, eseri kalmayan- Letâfet Apartmanı’nın altındaki “Dârü’t-Tâlim Kıraathânesi” idi. Burası adını, daha önce aynı yerde faaliyet göstermiş, bir çeşit Türk mûsıkîsi konservatuvarı olan “Dârü’t-Tâlim-i Mûsıkî”den alıyordu. Başka bir husûsiyeti bulunmayan Dârü’t-Tâlim, sıradan bir kahvehâne ve bilârdo salonuydu.

Hafta içinde Dârü’t-Tâlim’de bir araya gelen Esâfil’i Şark, Cum’a günleri Rıfkı Melûl’ün yine Şehzâdebaşı’ndaki evinin şark odasında buluşuyor, gece yarılarına kadar sohbeti koyultuyorlardı.

Bâyezîd’de; şimdi altı da, etrâfı da boşaltılan efsânevî çınar ağacının altında, “Yaz İkindileri” edebî mektebe dönüşürdü. Esâfil-i Şark’ın mûtâd kadrosuna “Çınaraltı”nda Yahyâ Kemâl, Ahmed Hamdi Tanpınar, Sabri Esad Siyavuşgil, Abdülbâki Gölpınarlı, Kâmil Akdik gibi tanınmış sîmâlar dâhil olurdu.

Teknolojinin sağladığı kolaylıktan mıdır, yoksa insânî değerlere bakışımızda meydâna gelen heyelândan mıdır, bilinmez; bu ve benzeri “üstâd” buluşmalarını, sâdece mâzînin sermâyesi olarak görebiliyoruz. Bu tarzdaki san’atkâr sohbetleri, vücûdun dolaşım sistemindeki arızasız işleyişi cemiyete mâl ediyordu.

Ne zaman ki, eli kalem, fırça vb. san’at âleti tutan insanımız sırça köşklere, fildişi kulelere çekildi; icrâ edilen san’at faaliyetinin de “bize âit” olma vasfı iyice azaldı. Çünkü, gündelik hayâtın içinde bulunmayan san’at ehli, buzdan kalıplara mahkûm olur. En ufak ısınma emâresi, buz kalıplarını berhavâ eder. Şu anda, böyle bir aldatma ve aldanma dönemini yaşıyoruz.

Mükrimin Halil’in Fakülte’deki derslerine yetişenler; bitmez-tükenmez bir enerji ile akşama kadar kürsüsündeki akademik faaliyeti dimdik ayakta tutan Hoca’nın, fakülte çıkışında Lâleli kahvehânelerine girerek, Anadolu’dan kopup gelmiş alaylı kalabalığa Hz. Ali cenklerini büyük heyecân ve iştahla anlattığını söylüyorlar.

Şimdiki entelektüel duruşumuzda göze çarpan ve de batan insanımızdan kopukluğun temelinde; sokağa, çayhâneye bigâne tavırlar var. Belli bir takım çevrelerde “cafe” ve “bar” dekorlarında sohbet alışkanlığı, hız kesmeden sürüyor ama, oralara da sâde vatandaşımız uğramıyor.

“Halk için veya san’at için san’at” münâkaşasındaki demode, bayat lâfların hiçbir ağırlığının olmadığı, herkesin mâlûmu hâline geldi. Elbette, bunu da memleketin “hayır” hânesine yazmalı. Ama; halkı yok sayan, san’atı ise kadeh diplerine tortu yapan bir idrâk ile varılacak yerde sadra şifâ ne bulunur? Memleketin hâl-i pür-melâline, biraz da bu pencereden bakmalı… O zaman, belki bize has san’at duruşlarını da hatırlarız. Komedinin bile; millî elbise içinde nelere muktedir olduğunu görürüz.

İkinci Abdülhamid Hân zamanında Komik-i Şehir Abdürrezzak (Abdi) Efendi, sıfatıyla mütenâsib nüktedan bir tulûat ehliydi. Sultân’ın huzûrunda icrâ-yı san’at eylerken, oyun icâbı çıkarması gereken çizme çıkmayınca:

“Memur maaşı mısın be mübârek, bir türlü çıkmıyorsun…”

demişti. Bu söz, Sultan Abdülhamîd ve Abdürrezzak Efendi dâhil, duyan herkesin kulağında gaf kabûlü görmüştü.

Bu, kekre nüktenin sâdır oluşundan sonra, uzunca bir müddet, Abdürrezzak Efendi mesleğinden men’ edildi. Araya giren zaman ve dostlar, Pâdişâh’ın efendiye bakışındaki buzları eritti ve yeniden Saray’da, Huzûr-ı Hümâyûn’da temsile çıkmasına ruhsat verildi. Programın bitiminde Sultan Hamîd, ihsân-ı şâhâne bâbında, Abdürrezzak’a bir kese gümüş mecîdiye gönderir. Abdi Efendi.

“Almam ben bu akçeleri, almam!” diye terslenir.

“-Neden Abdi, neden almıyorsun?”

sorusuna:

“Pâdişâh’ımız Efendi’mize arz ediniz. Abdi kulunuz zerdesiz pilâv yemez!…”

cevâbını verir. Bunun üzerine Sultan Abdülhamid, bir tabak dolusu altın gönderip Abdi’nin gönlünü alır.

Kendi rûh ve vücud saatini hep Batı’ya kuranlar, ne zaman bahis açılsa, bizi medeniyet dâiresinin dışına koyarlar. Aynı cümleden olarak, san’at ve san’atkâr paragraflarına da, sokaktan saraya doğru, geniş kepçeli greyderler yürütürler. Ne kadar titremiş gönül sırçamız varsa, hiçbiri bu hafriyat kabalığından kurtulamaz.

Hâlbuki, tevâzu ile mevcûdu yok göstermenin lüzûmu da, bahânesi de bulunmuyor. Çünkü, bizi barbar bilmeye azmetmişlerin indinde tevâzu, bir kibarlık ve medeniyet tavrı olmaktan çıkıyor; lekeleme, ta’n eyleme vesîlesi sayılıyor. Onlara göre san’at Batı’da, san’atkâr Batı’da, Tabiî ki, mesen (mécéne) de Batı’da.

Sultan Hamîd’in Abdi Efendi’ye gösterdiği aydınlık yüz; kasdı olanların, bunca mahâret ve manevraya rağmen karartamadığı, bizim medeniyet aynamızdır.

Devletin bekâsı, milletin vâr oluşuna bağlıdır. Ne devlet, ne de millet, otomatik yapıda bir işleyişin programına alınamaz. Çünkü, ikisinin de merkezinde insan vardır. İnsanın makineye benzetilmesi; nice ülkeyi husrâna uğratmış, nice medeniyeti sönmüş yanardağ enkâzına çevirmiştir. Hadsiz tecrübe ve ibret-nümâ hâdiseden sonra, hâlâ makineleşmekte ısrâr edenlere ne demeli?

Gelenin keyfi için gidene söve söve, mâziyi dümdüz ettik. Sonra da, aynı mâzînin içinden bize yardım eli uzanmasını bekliyoruz. Hangi yüzle, hangi vicdanla?

Bırakın rengini âşikâr eden kalemleri, ağızları; Mehmed Âkif gibi akıl ve sağduyu sâhipleri bile İblis yerine koydukları sultan Hamîd için, hayra yönelik tek kelime sarf etmemişlerdir. Türkiye’nin bugünkü altyapı mahrûmiyetini, biraz da ikinci Abdülhamîd’in uğradığı haksızlık ve tecâvüzde aramalıdır.

Abdi Efendi ile zaman ortaklığı yapan bir diğer komik-i şehir Kel Hasan, Sultân’a bombalı suikast hazırlayanlara -farkında olmadan- at satmıştı. Saatli bombanın konduğu arabayı çeken atlar, Kel Hasan’ın atlarıydı. Komedinin mayasında; ister trajik bakışlar olsun, ister tecâhülî adımlar, yine insan var. Anlayana… Bu, Afrika için de geçerli.

Afrika’da yer alan devlet isimleri anıldıkça, bizimle hiçbir yakınlığı bulunmayan memleketlerden bahsediliyor zannederiz. Siyâhî insanların kıtâsında meydâna gelen gelişmeler, aslında yaradılışın dramı. Her çeşit yer altı ve yer üstü varlığa, zenginliğe sâhip bu topraklar; dünyâyı doyurduğu, beslediği hâlde, kendi çocuklarına bakamıyor. Sanki Afrika, tabiî bir sömürge karası. Hâlâ Afrikalının gözünden akan yaşlar sel olup coşuyor.

İşte o gözü yaşlı anneler ve çocuklar diyârında Uganda adında bir devlet bulunuyor. Ekvator çizgisinin, eski tâbirle “Hatt-ı İstivâ”nın tam üzerinde yer alan Uganda, öyle çok geriye gitmeden, daha 93 Harbi sırasında bile, yâni 1878’de Osmanlı vilâyeti idi. Orijinâl ismiyle Hatt-ı İstivâ Müdüriyeti Vilâyeti; Türk’ün, mesâfe tanımazlığının dünyâ târihine sunulmuş hârika bir nişânesidir.

İstanbul’da Kaanûn-ı Esâsî’nin, dolayısıyla meşrûtî idârenin ilânı ve iyice haddi aşan Rus taleplerinin reddi, aynı takvim yapraklarına sıkıştırılırken, Hatt-ı İstivâ Vilâyeti’nde de Alman asıllı Dr. Mehmed Emin Paşa’nın vâlilik berâtı okunuyordu. Bize, yeni yetme bir devlet olduğumuzu; yetmiş-seksen yıllık mâzîden ibâret târihimiz bulunduğunu şırınga eden ve köksüzlüğü iftihar vesilesi yapan echel takımının, Hatt-ı İstivâ Müdüriyeti Vilayeti’nden alacağı o kadar çok ders var ki…

Yaşadığımız günlerde siyâsî çalkantılara sahne olan Kenya’nın Mombaza (Mombasa) şehri-ki, ülkenin ikinci kalabalık şehridir- Hatt-ı İstivâ (Ekvator)’nın 4-5 derece güneyinde, aynı adı taşıyan küçük bir adanın üzerinde kuruludur. Buradaki Millî Kütüphâne’de bulunan bir fermân, bahsedilen İstivâ derslerinin sayısını arttıracaktır. Ferman, 16. asırda, Osmanlı Hükümdârı Üçüncü Murad tarafından Mombasa Sancak Beyi Osman’a gönderilmiş. O devirde, Kaanûnî’nin torunu, Lehistan Diyet Meclisi’ni de fermânıyla dize getiriyor, Baltık Denizi’ne Hind Okyanusu’nun selâmını iletiyordu. Endonezya adalarında mürüvvet toplayan Kurdoğlu Muslihiddin Reis, Kürre-i Arz’da Türk’ün ayak basmadığı yer bırakmıyordu.

Bu mâzî ihtişâmı ile, milenyum döneminin, gölgesinden ürken Türkiyesi arasında herhangi bir benzerlik, yakınlık bulabiliyor musunuz?

Bir vakitler Dünyâ’nın hatt-ı istivâsını biz çekiyorduk; şimdi, bizim kırk yerimize hatt-ı istivâ çekiyorlar. Aşağılanmanın, hesâba dâhil edilmemenin her çeşidini, çuval yapıp başımıza geçiriyorlar.

Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu, Türk şemsiyesi altında yaşadığı saâdet asırlarını nasıl tatlı bir dâüssıla şeklinde yâd ediyorsa; Afrika’nın çok mühim kısmı da, Türk fermânlarının seyr ü seferini özlüyor.

Afrika dâhil, hiçbir yeryüzü parçasında, insanlar açlıkla terbiye edilemez. Eğer, aksine durumlar görülüyorsa; bu, rızkın azlığı veya yokluğundan değil, âdemoğlunun hırsındandır. İhtirâsına gem vuramayanlar, özdeki bîgâneliği sözde telâfi etmeye kalkıyor. Medya vitrinine taşınan açlık fotoğrafları, kendi eseriyle iftîhâr eden Batılı muhterislerin itirafnâmeleridir.

Paylaşmak ve diğerkâmlık, Türk’e has bir haslettir ki, bunca mezellete rağmen henüz kaybolmamıştır. Sâhibine şeref bahşeden bu meziyetler, beşeriyetin kurtuluş reçetesidir.

“Memâlik-i Mahrûsa” da denen Osmanlı Devleti’nin misilsiz imkânlarını herkesle, ama en çok denizcilerle paylaşan Şehzâde Korkud Çelebî’yi hayırla yâd etmenin, bir Türklük şiârı olduğu, her geçen gün daha iyi anlaşılıyor.

Antalya’nın kazâlarından Korkuteli, Osmanlı hâkimiyetinden önce Tekeoğulları Beyliği’nin yazlık merkezi, yâni yaylağı idi. İstanos, bu vatan toprağının bir önceki adı. Bâyezîd-i Velî’nin oğullarından Şehzâde Korkud’un Antalya Vâliliği’nin bir hâtırâsı olarak İstanos, Korkuteli’ne dönüştü.

Hem hayat hikâyesi, hem de karakteri; amcası Cem’e pek benzeyen Korkud, asâleten olmasa bile, vekâleten “taht’a çıkma” saâdetine ermiştir. Babasının sancak beyliği yaptığı Amasya’da 1470’lerde doğan Sultan Korkud, dedesi Fâtih vefât ettiğinde (3 Mayıs 1481) İstanbul’da bulunuyordu. Babası gelinceye kadar 18 gün, Cihân Devleti’nin “erîke-i âlem-penâh”ına oturur. Bu sırada 11 yaşında olduğu tahmin edilir.

Sultan İkinci Bâyezîd’in, pek de rahat yüzü göstermeyen saltanat yılları; Pâdişâh’ın, kardeşi ve oğullarıyla didiştiği günleri, ayları gösterir. Önce Saruhan’a vâli olan Korkud, ağabeyi Ahmed’in arzûsu yerine getirilerek Antalya’ya nakledildi. İşte, İstanos’un Korkuteli olma hikâyesi, bu vâlilikle başladı. Lâkin, boydan boya bütün Antalya’ya Korkud’un rûhu sindi. Türk denizcilik târihinde müstesnâ ve mümtaz bir mevkie oturan bu bahtsız Şehzâde, Barbaros Kardeşler denen bahriye destânını, Türk milletine hediye etmiştir. O, gönül kahramanlarımızdan, mübârek bir şahısdır.

“Saltanat” denilen akıl çelici makâm, Korkud’un da kanına girdi. Şeytan’ın ve etrâfının iğfâliyle Mısır’a giden Korkud’a, maalesef gelişen hâdiseler hiç yardımcı olmadı. Sonunda, Bergama yakınlarında, Sultan Selîm’in sipârişi ile dünyâ pazarından uğurlandı. Orhan Gâzî’nin yanında ebedî uykusuna devâm ediyor.

Şehzâde Korkud denince akla gelen isimler arasında; bu, edîb ve şâir Osmanoğlu’nun hayâtında özel bir yere sâhib olan Mehmed Gazzâli de vardır. Bursa’da doğup Mekke’de vefat eden Gazzâlî, edebiyât muhitinde daha çok “Deli Birâder” adıyla şöhret bulmuştur.

Pek çok şuârâ tezkeresine girmeyi başaran Mehmed Gazzâlî’ye:

“Mecnûn ki, belâ deştini geşt itdi serâser,

Gam- hâneme geldi didi: Hâlün ne birâder?”

beyti yüzünden Deli Birâder dendiği rivâyet ediliyor.

Korkud Çelebî’nin Manisa’daki sarayına intisâb eden Deli Birâder, burada Şehzâde’nin has adamlarından Piyâle Bey ile ülfeti ilerletti.

Siyâsî hayâtın çığ üstüne çığ yuvarlayan hâdiseleri Şehzâde Korkud’u me’yûs edince, Piyâle’nin akıl hocalığında kaleme sarılan Deli Birâder, hâmîsine morâl vermek maksadıyla, edebiyâtmızın ilk bahnâmelerinden birini yazar. “Dâfiü’l-Gumûm ve Râfiü’l-Humûm” (gam ve kederlerin ortadan kaldırılması) adındaki bu, biraz da münâsebetsiz mensûre, Korkud Çelebî indinde pek kabûle mazhar olamamıştır. Hattâ, bâzı nakiller dikkate alındığında, Deli Birâderle Şehzâde arasına, sırf bu risâle yüzünden soğukluk girmiştir.

Korkuteli’nin isim babası, Dedem Korkud’dan nişâneler taşımaktadır ama, Deli Birâder’in “Hüccetü’l-İslâm Gazzâlî”den mülhem bir behresine rastlanmıyor. Bu kervan, “Yavuz Selîm Hânı”na kolay gelmedi…

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -