Ana Sayfa 1998-2012 HAKK-I SÜKÛT

HAKK-I SÜKÛT

Doksan Üç Harbi sonunda, Rusya ve Bulgaristan’a verdiğimiz topraklar, tâvizler yetmiyormuş gibi; savaş müddetince sessiz kalmasının mükâfâtı, yâni “hakk-ı sükût” olarak, Yunanistan’a Teselya ve Epir’i hediye etmiştik. Sırtımızdan geçinmeye alışmış Yunanistan, önceki ilhaklarına benzeyen bu Doksan Üç Harbi amortisini de, başta İngiltere olmak üzere, Avrupalı ağabeyleri sâyesinde, hânesine gelir kaydetmişti.

- Reklam -

Böylesine acı bir hakîkati, hamâkatin en şeddelisi diye Türk târihine iliştirip devlet adamlarımızın göğsüne madalya(!) yapmak lâzım. Aynı harbin garîb neticelerinden bir diğeri, Kıbrıs’ın İngilizlere terkidir. Geçici statüyle yapılan o devir ameliyesi, günümüzdeki Kıbrıs kör düğümüne zemin hazırlamıştır.

Kahramanlığı, cesâreti, vatanperverliği ile tanınmış bir milletin, hiçbir ciddî ve haklı sebebi yokken, ucuz bahâya toprak mübâyaası, mânevî yapıda çöküntüye yol açıyor. Mete Hân’ın; çorak, verimsiz bir avuç arâziyi isteyen Çin’e savaş açmasındaki yüksek duruş ile, Yunanistan’a hakk-ı sükût ödeyen zillet arasında benzerlik kurulabilir mi?

Elbette, o ânki diplomatik münâsebetleri, milletlerarası bloklaşmayı, kısaca devrin şartlarını göz ardı edemeyiz. Mağlûb olmuş bir devletin karşı karşıya kaldığı nâzik ve elemli vaziyeti, muhakkak dikkate almak lâzım ama, bohçası bağlanan savaşın herhangi bir safhasına iştirâk etmemiş, taraf olmamış Yunanistan’a, Teselya ile Epir’i niye verelim? Millî vicdâna ağır gelen, bu hakk-ı sükût emr-i vâkisidir. Benzer bir kaybı da 1897 Harbi’nde yaşadık. Evire-çevire yendiğimiz Yunanistan’a, Girit’i vererek, hamâkat çıtasını biraz daha yukarıya çektik.

Hamâset, şüphe yok ki, millî rûhu okşayan söz ve davranışların adıdır. Ona duyulan ihtiyaç, hiç eksilmedi. Lâkin, dâimî hamâset hâlinde kalmak, hamâkatimizi unutmaya yarıyor. Yarınların şekillenmesinde, bilhassa düne dâir hatâ ve eksiklerimizi bilmenin büyük faydası var.

Türk târihi, geniş akışı içinde med ve cezirlerin toplamından ibârettir. Bu kabarma ve çekilme hareketleri, çoğu zaman birbirinin sebebini teşkîl et miştir. Zirveye çıkmak kadar, oradan aşağıya inmek de mukadder bilinmeli. Tabiî ki, devamlı yukarıda kalabilmek, ülkünün cezbe noktası. Ne var ki, milletlerin hayâtı da, ekseriyetle insanınkini andırıyor. İbn Haldûn’un, devletin ömrünü doğum, çocukluk, gençlik, ihtiyarlık, ölüm safhalarıyla açıklayan nazariyesi, aslâ yabana atılacak cinsten değil. Buradaki incelik, devletle milleti farklı yerlere koyabilmekte yatıyor. Daha sonra da hânedân ile devleti ayırma dikkatine ihtiyaç duyuluyor.

Devlet, milletin hayâtiyeti için elzemdir, fakat, devletin başına gelebilecek kazâlar, hattâ ölümler, milletin varlığını bitirmez. Bunun en güzel misâlleri, Türk târihinde görülüyor. Etiketi farklı nice Türk devletine rağmen, milletin adı hiç değişmemiştir. Aynı devirde müteaddid sayıda devlete sâhip olmak gibi imrenilecek vasıf, her zaman Türk milletiyle berâber olmuştur.

- Reklam -

Târihlere “Türk Asrı” diye geçen 16. yüzyılda, Osmanlı Cihân İmparatorluğu’nun dışında, bir düzineye yakın başka Türk devletleri hüküm sürüyordu. Safevî, Bâbür imparatorlukları gibi çok ön sıradaki siyâsî teşekküller yanında, orta ve küçük boyda pek çok Türk beylik veyâ emîrliği, bu asrın altın zincirine halka olmuşlardı. Merkezî Asya’dan Hindistan’a, oradan Hazar sâhillerine, Kıpçak İli’ne, Baltık Denizi’ne, güneyde Nil’in neredeyse çıktığı kaynak noktasına kadar muazzam bir coğrafyayı idâre eden Türk milleti, 16. yüzyıldan sonra da, bu hâkim vaziyetini bir hayli sürdürmüştür.

Farklı devlet yapılanmasına karşılık, milletin özündeki aynîyet, kültür varlığının sâhiplenişinde ve sonraki nesillere devredilişinde, bütün sun’î sınırları ortadan kaldırmıştır. Nasreddin Hoca, Köroğlu, Dede Korkud gibi millî şahsiyetlerin, geniş Türk coğrafyasının tamâmında benimsenişi, bunlara sayısız mezâr ikrâmı, anılan millet bütünlüğünün en mühim görünüşüdür. Fuzûlî, Nevâî, Bâbür kâbındaki edebî isimlerin, yine sınırlar ötesi bir kabûl görmesinde, aynı millî nazarı tesbit ediyoruz. Devlet kesreti, aslâ millet vahdetine mâni değil.

Hânedânla devlet mukâyesesinden çıkan kanaatlere gelince, burada ulemâ beyninde ihtilâf ve de muhtelif rivâyetler var.

Tesbit edilebilen ilk Türk devletinden günümüze kadar, adı “devlet” diye konmuş bütün siyâsî teşekküllerin, aslında bütünün parçası olduğunu, buna istinâden de, bir tek Türk Devleti’nden söz edilebileceğini söyleyenler, bahsedilen parçaların hepsinin hânedân ismi olduğunda birleşiyorlar. Nihâl Atsız’ın da savunduğu bu düşünce, Türk Devleti’nin devamlılığını dile getiriyor.

Farklı Türk devletlerinin, aynı zaman diliminde, üstelik birbirleriyle kanlı mücâdelelere girmiş olması, onların, hânedân nüansına sığmayacak ayrılıklar taşıdığını belli ediyor. Bunu ifâde eden bir diğer görüşe nazaran da, hânedân esprisi üzerinde yükselen bu siyâsî yapılar, zamanla dinî ve coğrâfî faktörlerle, daha iri ayrılık vesîleleri bulmuşlardır. Buradaki “din” kelimesini, “mezheb” seviyesinde anlamak lâzımdır.

- Reklam -

Her ne kadar, hasımâne fiillere imzâ atmış olsalar da, hâkim tebaalarını teşkîl eden Türk unsûru göz önüne alındığında, bütün bu hânedân veyâ şahıs ismi taşıyan kuruluşların, aynı genel başlık altında toplanmalarına, itirâz edecek yoktur. Ancak, alt başlıklar atılmaya başlanınca; Yavuz’lu, Şâh İsmâil’li, Kansu Gûrî’li cümleler, sübjektif elbise giyme telâşına düşeceklerdir. Daha da ileri noktada, Osmanlı ile Altın Orda’nın ve Horasan, Mâverâü’n-nehir’den başlayarak boydan boya Orta ve Yakın Doğu’nun Türklük şirâzesini çıkarıp, ardında harâbeler bırakan Timur’un; Yıldırım, Toktamış, Ferec isimleriyle aynı hizâya bir türlü sokulamayan icraatı duruyor.

Anılan gelişmeler gösteriyor ki, devlet ile millet vâkıâları aynı kulvarda değillerdir. Türk milleti tektir ve Dünyâ üzerindeki bütün Türkleri içine alır. Devlet sayısındaki artma veyâ azalmalar, ayrı bir vâdinin konusudur. İkisini birbirine karıştırmamak gerekir.

Târihin bütün devirlerinde, sayısı ne kadar çok olursa olsun, Türk devletlerinden biri, temin ettiği nüfûz sâyesinde, en büyük ve “ağabey” bilinmiştir. Aradaki husûmet, daha ziyâde idârî açıdan tesbit edilmiş, fakat, milletin bakışında, “ağabeylik” hakkı her zaman saklı kalmıştır. Seydî Ali Reis’in Mir’atü-l Memâlik’inde, Osmanlı Devleti’nin ve o sıradaki Osmanlı Pâdişâhı Kaanûnî Sultan Süleymân’ın, nasıl bir otoriteyi temsil ettiğini satır satır okuyoruz. Hind’in, Sind’in, Pencâb’ın, Mâverâü’n-nehir’in ve bütün Türkistan’ın, İran’ın, Horasan’ın taşında toprağında, geçiş üstünlüğü olan bir Osmanlı adı ve selâmı, “ağabey” duruşuna yeni târifler getiriyor.

Mir’atü’l- Memâlik, en fazla Osmanlı gücüne ve kudretine “ayna” tutan bir eserdir. Seydî Ali Reis’in, iki buçuk yıllık seyâhat mâcerâsı içinde, Çağatay şîvesiyle şiirler yazmasına vesîle olan günleri, sıcak ve kardeşlik buğusu tüten bir zamâna âittir. Bu şiirlerle “Ali Şîr-i Sânî” unvânını hak eden Seydî Ali Reis, farklı devletlere rağmen, aynı millete nasıl mensûb olunacağını, Çağatay diyârında göstermiştir.

Türk dünyâsında, kültür hayâtında temin edilen hâkim tesirlerle, daha kalıcı ve devâmlı ağabeylikler kazanılabilir. Bunun için de, yazıdan folklora uzanan çok geniş bir yelpâzede, aynîyetleri keşfetmek lâzımdır. Kim ne derse desin, hangi nisyâna tâbi tutulursa tutulsun, Türkiye, bugün Türklük âleminin ağabeyidir. Lâkin, ağabeyden beklenen fiillere imzâ atılabiliyor mu? Orası, biraz muğlâk. Sovyetlerin dağılmasından sonra ortaya çıkan Türk devletleri tablosu, ilk ânda millî romantizm rüzgârları estirdi. Aradan zaman geçtikçe, arzû edilen berâberliğin, öyle kolayca kurulamayacağı anlaşıldı. Yine de, Türkiye’nin “ağabeylik” yapmasını bekleyen çok kalabalık bir millet topluluğu var.

Türklük, asgarî müştereklerde birleşebilir ve bunu Dünyâ’ya duyurabilirse, Avrupa Birliği dâhil, pek çok milletler ittifâkının korkulu rûyâsı hâline gelecektir. Bunu bilen kıdemli Türk düşmanları, Türkiye’nin beklenen “ağabey” adımlarına engel olabilmek için, “açılım” taklalarının fazîletinden dem vuruyor. Türk Yurdu’nda; ayrı dil, ayrı bayrak, ayrı ordu hezeyânları, peş peşe savruluyor.

İnsanlar gibi, millet ve devletlerin de olduğu yer ile, olması gereken yer, aynı noktada buluşamıyor.

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -