Ana Sayfa 1998-2012 GÜL KOKLAYAN GÜL

GÜL KOKLAYAN GÜL

Klâsikleşmiş ve artık resmî hüviyet kazanmış kanaate nazaran, Osman Gâzî ile başlayıp Sultan Altıncı Mehmed Vahîdeddin ile sona eren Osmanlı hükümdârlarının sayısı otuz altıdır. İkinci Mehmed ile Birinci Mustafa’nın ikişer def’â taht’a çıkmaları, şahıs sayısını arttırmıyor.

- Reklam -

Bu otuz altı Osmanlı pâdişâhı, çok değişik başlıklar altında tasnîfe tâbi tutulabilir. Saltanat müddetlerinden başlayarak; kazandıkları, kaybettikleri, huyları, tabiatları, insânî duruşları, kahramanlıkları; ilme ve edebiyâta, mûsıkîye yakınlıkları, yatkınlıkları; zaafları, merakları vs. Tasnîf listesi daha da uzatılabilir.

Osmanlı sultanlarını, sıralamaya çalışırken, birinin aslâ listeye dâhil edilmemesi lâzımdır. Çünkü o, hemen hiçbir noktada veyâ kriterde diğer otuz beş akrabâsıyla aynı kategoride değildir. Tasnîf veyâ değerlendirmeye; hükümdâr, tâcdâr, hüküm yürütme, devlet idâre etme sâhaları da katılacaksa, o, bütün bunların çok fevkinde bir makâmda duruyor. Yâni, otuz beşe ilâve edilecek otuz altıncı gibi durmuyor. Sıra dışı, tasnîf dışı, derece ve yıldız yetmez mevkide ışıltılı, aydınlık, parlıyor.

Bu, Türk târihiyle berâber, en geniş mânâsıyla Dünyâ târihinin gelmiş geçmiş sayılı şahsiyetleri arasında zirveye oturan portre, Fâtih Sultan Mehmed’e âittir. O, Türk milletinin yetiştirdiği bir Cihân markasının adıdır ve soyunun iftihâr kaynağıdır.

Dedesi Çelebî Sultan Mehmed’den sonraki ikinci Mehmed, odur. Babası, Murâd’ların ikincisidir. Oğlu da, geleneği bozmadan Bâyezîd’lerin sayısını birden ikiye çıkaracaktır.

Edirne’de, Avrupa toprağında doğmuş, İzmit yolunda, Asya’da ebedîyete intikâl etmiştir. İki kıt’âyı ömür defterinde birleştirip, siyâsî hayâtının gâyesini tahakkuk ettirmiş, Avrasya tâbirinin ortasına kurulmuştur.

Feridüddin Attâr’ın, Nîşâpûr’da, Bahâeddin Veled’le oğlu Celâleddin(Mevlânâ) hakkında söylediği: “Fesübhânallah! Bir ırmak, peşine bir ummânı takmış, gidiyor…” cümlesi, Sultan Murâd-ı Sânî ile oğlu Mehmed için, rahatlıkla tekrarlanabilir. Her iki hâlde de, babalar ırmak, oğullar okyanus enginliğinde selâm veriyorlar. Mevlânâ ve Fâtih Sultan Mehmed okyanusları Mutahhara Hâtûn vâsıtasıyla vuslata ermiş, taşıdıkları irsî ve mânevî hamûleyi birleştirmişlerdi. Mutahhara, Mevlânâ’nın torunu idi. Onun kızı Devlet Hâtûn da Yıldırım Bâyezîd’in “devletlû” hanımı olmuştu. Fâtih’in dedesi Çelebî Mehmed, Devlet Hâtûn’un oğlu, Mutahhara Hâtûn’un torunu sıfatlarıyla, Yıldırım Bâyezîd’in sulbüne kayıt yaptırmıştı.

- Reklam -

Mehmed gibi, diğer Yıldırımoğulları da hep “Çelebî” unvânıyla anıldılar. Mevlânâ’dan mülhem “Çalab”a mensûbiyetin, “Çelebîlik” aşısında herhâlde büyük hissesi bulunuyordu. Konya’daki “Kubbe-i Hadrâ” ile Bursa’daki “Yeşil Türbe” ve “Yeşil Câmi”, aynı okyanus dalgası ile kıyıya taşınmış görünüyorlar. “Yeşil”, zamân içinde Bursa’da bir semt bilinmenin ötesinde, şehrin tamâmına hem renk, hem de sıfat olacaktır.

Bursa’nın rûhâniyetini, hiç bozulmadan Edirne’ye taşıyanlar da, yine aynı tennûre açılışlarıdır. Sultan Murâd-ı Hudâvendigâr’ın yâdigârı olan Edirne; Süleyman, Mûsâ ve Mehmed Çelebîlerin saltanat ipini çekiştirdikleri bulanık su çağını atlatınca, yine Meriç’in, Tunca’nın çağıldayan ferah seslerine teslîm oldu.

Sultan İkinci Murâd Hân’ın nûr-ı aynı Mehmed, işte böyle bir sükûna ermiş Edirne’de, 30 Mart 1432 günü gece yarısı, Ayşe Hümâ Hâtûn’dan Dünyâ’ya geldi.

Ağabeyi Şehzâde Alâeddin’in genç yaşta vefâtı üzerine, taht’ın tek vârisi olarak kalan Mehmed, kendisine âit şahsî sebepleri de devreye girince, oldukça yaramaz bir çocuk hüviyeti gösterdi. Hocalarını dinlemeyişinde, onların Sultân’dan tembihli ilâve tedbirler almasında, hep bu “şahsî” etiketli hasletler rol oynuyordu. Pedagoji ve psikiyatrinin bugünkü bilgileri ışığında, Mehmed’in yaramazlığının temelinde, “dehâ”ya mahcûbiyet tavrı çıkartan yüksek kavrama ve keşfetme kâbiliyeti yatıyordu. Molla Husrev, Molla Gürânî, Ak Şemseddin, Hocazâde gibi, her biri devrinin kutbu olmuş âlimlerin, Mehmed’e hocalık yapmakta zorlanmaları, Şehzâde’nin dimağ mâdenindeki üstün parlaklıktan kaynaklanıyordu.

Mehmed’in hayâtında, Manisa’nın ayrı bir yeri vardır. İki def’â bu şehirde vâlilik yapan Mehmed, bu iki Manisa ikâmeti arasına bir de pâdişâhlık sığdırmıştır. Sultan İkinci Murâd’ın, oğlunun mürüvvetini görmek dileğinden hayâta geçirilen bu “iclâs” denemesi, târihin şâhid olduğu ideâl baba-oğul resimlerinden birine de imzâ atmıştır.

- Reklam -

Fâtih Sultan Mehmed’in, hepsi ayrı birer şâhikaya tapu çıkarmış meziyetleri, elbette onun fıtrattan getirdiği hasletleridir. Ancak, Şehzâde Mehmed’in, Fâtih Sultan Mehmed olup Dünyâ sahnesinde nice “en”lere elbise biçmesinde, babası Sultan Murâd’ın hürmetli duruşunu, ayrı bir yere koymak lâzımdır. Fâtih çağlayanının kaynak yerinde, Murâd-ı Sânî’nin babalık menbâı lüle lüle akmaktadır.

Sultan İkinci Murâd Hân’ın, İkinci Kosova ve Varna zaferleriyle tâclanan siyâsî icraatı yanında, hiç ihmâl edilmeyecek bir kültür hamlesi bulunmaktadır. Onun saltanat dönemini, Türk kültürü ve san’atı açısından değerlendiren otoriteler, “Türk Rönesansı” dedikleri bir hareketin orkestra şefi makâmında Murâd Hân Gâzî’yi görmektedirler. Bahsedilen kendine dönme ve aslını arama rüzgârı, bilhassa Türkçeyi anlaşılır biçimde yazmak, konuşmak gâyesiyle esiyordu. Sultan Murâd’daki bu öz dil şuûru, kendisini Kaşgârlı Mahmud, Âşık Paşa, Ali Şîr Nevâî, İsmâil Gaspıralı, Ziyâ Gökalp, Ömer Seyfeddin isimleriyle kulaç atarken resme sokuyor.

Sultan Murâd’dan oğlu Mehmed’e intikâl eden kültür hamleciliği, oğulun eriştiği imkân ve mekân genişliğinde, muazzam bir ilim, san’at hâmîliğine dönüşecektir. Avrupa muhitlerinde çok sözü edilen “mecéne”lik, Fâtih Sultan Mehmed’in yaptıkları yanında mânâsını kaybeder. O kadar ki, sevdâsının merkezine kurulan İstanbul’u, Dünyâ’nın en mühim kültür, san’at ve ilim şehri yapabilme uğruna, Ali Kuşcu ve emsâli şahsiyetlerin yolculukları, adım hesâbıyla altına çevrilip, Fâtih’in ihsânına dâhil edilmiştir.

Sultan İkinci Mehmed’i “Fâtih” yapan, İstanbul olduğuna göre, bu şehrin fethinin, genç Hükümdâr’ın hayât gâyesi şeklinde tezâhür ettiği, öncesiyle, sonrasıyla bilindiğine göre, hattâ kendisine “Ebû’l-Feth” unvânı, fethi mümkün kıldığı için verildiğine göre, Sultân’la şehir arasında bir aynîyetten rahatlıkla bahsedilebilir. İstanbul’suz Fâtih, yine çok büyük hükümdârdır ama, Fâtih’siz İstanbul, ne kadar fakir ve takviyeye muhtaç kalır?

İstanbul’la Fâtih Sultan Mehmed’i bir arada gösteren zaman şeritlerinin en uzunu, bir seneyi bile tutmuyor. Yâni, İstanbul’un fâtihi, fethettiği ve devletine pây-ı taht yaptığı beldede, aralıksız olarak bir yıl oturamamıştır. Doğuda, batıda devâmlı seferde, devâmlı gazâda ömür tüketen hükümdâr Fâtih, yine böyle bir gazânın hazırlığı içindeyken Hakk’a kavuşmuştur.

Fâtih Sultan Mehmed’in hükümdârlığı, çok cepheli ve her cephesi birbiriyle yarışan, kırılması zor rekorlarla târihe geçmiştir. Fâtih’i Dünyâ sahnesine taşıyan fiil, elbette İstanbul’un fethidir. Bu fetih hâdisesinin, çağlara uzanan tesirleri, artık bir târih komprimesi hâline gelmiştir. İstanbul’u fetheden hükümdâr, tartışmasız büyük hükümdârdır. Lâkin, Fâtih Sultan Mehmed’i, sâdece İstanbul’un fâtihi olarak değerlendirmek, onun, hânesine sığdırdığı diğer büyüklükleri görmemek demektir.

Fâtih’in, İstanbul’un fethinden başka kazandığı zaferler ve elde ettiği muvaffakiyetler, tek başına bir hükümdârı Dünyâ çapında yapacak derecede duruyorlar. Rûmeli, Anadolu, Adalar Denizi ve Karadeniz, Fâtih’in ahfâdına, Fâtih mühürleri taşıyarak teslîm edilmiştir. İtalya harekâtının başladığı yerde bitmesi, hem Fâtih’in ömür defterinin kapanmasıyla, hem de Fâtih’den sonra gelenlerin kapasite ve gâileleriyle yakından ilgilidir.

Pırıltılı ve imrenilecek siyâsî portresi yanında, Fâtih’in bir de hukûkî görünüşü vardır. O, Osmanlı Cihân Devleti’nin en mühim hukuk adamı olma özelliğini, hiç kaybetmemiştir. Maddelerinin tamâmına yakınını kendi rızâ, tercih ve kalemiyle ortaya koyduğu “Fâtih Kaanûnnâmesi”, “Kaanûnnâme-i Âl-i Osman” adıyla, asırlarca “anayasa” hükmünde kabûl görmüştür.

Fâtih Kaanûnnâmesi’nin, üzerinde en çok durulan ve konuşulan bölümü, Osmanlı Hânedânı erkek mensuplarının katline cevâz veren maddeleri olmuştur. Burada, mes’eleye cinâyet ve kıtâl seviyesinden bakmak, Hallâc-ı Mansûr’un derisini yüzdüren mahkeme katılığı ile aynı duruma düşmektir. Hâlbuki, işin bir de devlet bekâsını ilgilendiren tarafı vardır. Bu açıdan bakıldığında, kendi soyunu devletin ömrüne adayan bir büyük fedâkârlık tablosu görülmektedir.

Fâtih Sultan Mehmed’in bu konudaki haklılığı, daha vefâtının ertesinde, öz oğulları arasında çıkan kavga ile anlaşılmıştır. Bâyezîd-i Velî ile kardeşi Cem, kanlı-bıçaklı olmuşlar, bilhassa Cem, romanlara bedel bir gurbet hayâtını, sırf bu saltanat hırsı yüzünden yaşamıştır.

Bâyezîd-Cem mücâdelesinin en şiddetli günlerinde, ülkeyi paylaşmayı teklif eden Cem’e, ağabeyinden gelen cevap, Fâtih’in kaanûn maddesindeki isâbetini, bütün şeffaflığıyla anlatıyordu: “Bu Kişver-i Rûm, öyle bir ser-i pûşîde-i arûs-ı pür-nâmûsdur ki, iki dâmâd hutbesine tâb götürmez!” Osmanlı Tahtı’nı geline benzeten Bâyezîd, o gelinin iki dâmâda verilemeyeceğini, pek güzel dile getirmişti.

Fâtih Sultan Mehmed’in mes’elelere bakış açısındaki enginlik, onu tenkid edeceklerin kıt akıl ve kalemleriyle pek münâsip şekilde ifâde edilemiyor. Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî arasında yaşanan söz ve fiil vuslatı, Fâtih ve Akşemseddin tarafından tekrarlanmıştır. İstanbul’un mânevî fâtihi sayılacak mevkide duran Akşemseddin, fetihden sonra Göynük’e giderek inzivâya çekilmiştir. Bir kısım kalem fakirleri, hem Mevlânâ-Şems-i Tebrîzî, hem de Fâtih-Akşemseddin berâberliğinden sapık fikirler îcâd edecek bahtsızlıklar göstermişlerdir. Söz cezbesinin, Hakk’ı ve hakîkati arama yolundaki kudretinden haberdâr olmayanlar; mânevî rûh coşkunluğundan maddî zillet sahneleri çıkarmakta hiç zorluk çekmezler.

Akşemseddin, gönül vâdisinde ne kadar gümrah ise, maddeyi keşfetme sâhasında da o derecede mâhir ve derindir. “Mikrop” denen, gözle görülmez küçüklükteki canlıları ilk fark eden âlimin Akşemseddin olduğunu, bugün kaç kişi biliyor?

İkinci Mehmed, İstanbul’u aldıktan sonra, hükümdârlığı bırakıp, tamâmen Akşemseddin’in tasavvuf yoluna intisâb etmek istedi. Onun, Dünyâ’ya belli bir misyonla geldiğinin şuûrunda olan Akşemseddin, buna aslâ fırsat vermemiş ve hemen İstanbul’u terk etmiştir.

Hz. Peygamber’in zamânında, Ayasofya’nın kubbesinde bir çatlak oluşur. Bizans mîmâr ve ustaları, ne yaptılarsa bu çatlağı bir türlü kapatamazlar. Sahâbeyle, açık havada sohbet esnâsında iken, İslâm Peygamberi’ne Bizans’ın elçileri gelir ve Ayasofya kubbesinin hâlini anlatıp, kendisinden yardım isterler. Hz. Muhammed, önündeki topraktan bir avuç alıp tükürüğü ile karıştırır ve Bizans elçilerine: “Bu harcı o çatlağa sürün.” der. Sahâbenin, bir kilise kubbesi için bu yardımı niye yaptığını sorması üzerine de, o, meşhûr “Fetih Hadîsi”ni dile getirir: “İstanbul, bir gün mutlakâ fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne büyük kumandan, onun askeri, ne büyük askerdir.”

1453’e gelinceye kadar, muhtelif Müslüman ordularının İstanbul’u ele geçirmek maksadıyla arka arkaya seferler düzenlemeleri, hep bu hadîsdeki muştuya nâil olabilmek içindir.

Türk târihinin, Dandanâkân’dan sonraki batıya akan seyri içinde, İstanbul’un alınması, millî bir hedef hâline gelmişti. Daha Dandanâkân üzerinden sekiz yıl geçmişti ki, Selçuklu ordusu, Erzurum yakınlarında Pasinler Zaferi’ni kazandı. Tuğrul Bey, Bizans’la imzaladığı andlaşmada, İstanbul’daki harab câmiin(Arap Câmii) tâmirini ve orada kendi adına hutbe okunmasını istiyordu. Malazgird Zaferi’ni tâkib eden ve sür’ati göz kamaştıran gelişmeler sonunda, İznik’e ulaşan Kutalmışoğlu Süleymânşâh, İstanbul’un burnunun dibinde, devlet kuruyordu.

Anadolu’yu ikinci ana vatan yapmaya karar veren Türk milleti, İstanbul’u almadan Anadolu’da tutunamayacağını pek iyi biliyordu. Bütün bu, millî hedefe yerleştirilen İstanbul nişângâhının yanına, İslâmî teşvik unsûrlarını da koyan Türk hükümdâr ve kumandanları, sonu gelmez bir şekilde İstanbul muhâsaralarına giriştiler.

Osmanlı Devleti’nin temel harcında, Osman Gâzî’nin Şeyh Edebâlî Dergâhı’nda gördüğü bir rûyâ, mücevher kıymetindedir. Türk halk muhayyilesi, Şeyh’in kızıyla Osman Gâzî’yi gerdeğe koymanın sihirli formülünü, bu rûyâya yerleştirmiştir. Osmancık’ın göğsünden çıkan yarım Ay, Edebâlî’nin sînesinden fışkıran öteki yarım Ay’la birleşir ve Dolunay hâline gelir. Bu bütün Ay’ın aydınlattığı yerde, dalları kıt’âlara uzanan büyük bir çınar ağacı yükselir. O çınarın altında denizler, nehirler, dağlar, ovalar, vâdiler uzanır gider. İki denizin birleştiği noktada, yâkuttan bir yüzük, yanıp yanıp söner.

Şeyh Edebâlî, bu rûyâyı Osman Gâzî’ye tâbir ederken, kızı Mal(veyâ Bâlâ) Hâtûn’un kendisine helâl olduğunu bildirir. Bu izdivaçdan yürüyecek Âl-i Osman’ın, kıt’âlar boyu, muazzam bir devlete sâhip olacağını ilâve eden Şeyh’e göre, o yanıp sönen yâkut yüzük de İstanbul şehridir ve mutlakâ Osman’ın nesli tarafından fethedilecektir.

Orhan Gâzî’nin Bursa’ya; oğullarından Gâzî Süleymân Paşa’nın Çimpe ve Gelibolu’ya, Murâd-ı Hudâvendigâr’ın Edirne’ye ulaşmaları, hep İstanbul etrâfındaki çemberi daraltmaya çalışan hareketlerdir. Kaldı ki, bugün İstanbul’un Anadolu yakasını teşkil eden bütün topraklar, daha Orhan Gâzî zamânında, vatanımıza dâhil edilmişti. Osman Bey’in rûyâsı, İstanbul rotasında yelken şişirmeye devâm ediyordu.

Dördüncü Osmanlı Hükümdârı Yıldırım Bâyezîd Hân, ecdâdının hazırladığı altyapı üzerine, İstanbul muhâsaralarını arka arkaya koymaya başladı. Tam dört def’â bu şehri kuşatan, bu arada Boğaz’ın Anadolu sâhiline Güzelce Hisâr(Anadolu Hisârı)’ı yaptıran Yıldırım Hân’a Timur belâsı musallat olunca, İstanbul’un ve Bizans’ın ömrü, yarım asır daha uzadı.

Yıldırımoğlu Mûsâ Çelebî ile Sultan İkinci Murâd Hân’ın, biraz aceleye gelen ve îcâb eden taktikten, stratejiden mahrûm görünen İstanbul muhâsaraları, Fâtih Sultan Mehmed’in hatâ sevâb cetvelinde işâret çentiğine alındılar. Bunlara, Yıldırım Bâyezîd damgalı İstanbul niyet ve fiilleri de dâhildi. Anadolu Hisârı projesini, karşı sâhilde onun tam karşısına, rekor kıran bir zamanda diktirdiği Boğazkesen(Rûmeli Hisârı)’in tamamlaması gibi, delikanlı Sultan İkinci Mehmed, bu çentikleri alt alta, yan yana toplayıp, kendisine, kul tedbirinde ihmâl noktası olmayan bir program yaptı.

İstanbul’un Fethi, muhakkak ki, Dünyâ târihinin en mühim hâdiselerinden biridir. Öncesi ile sonrasını keskin hatlarla ayıran bir nirengi noktasıdır. Yalnız, bâzı mahfillerde dillendirildiği gibi, bu fetihle başladığı söylenen Yeni Çağ, Türk milletinin çağı değildir. Aynı şekilde, yine İstanbul’un Fethi’nin kapattığı bildirilen Orta Çağ da, bizim dışımızdadır. Aydınlık yüzlü Türk medeniyeti, târihin hiçbir devrinde, Avrupâî ölçülerde bir Orta Çağ yaşamamıştır. Dolayısıyla, Batı kriterlerine göre isimlendirilen bu çağ tasnîfinden, milletimizi uzak tutmak ve bâzı yanlış kanaatlerden tenzîh etmek lâzımdır.

İstanbul’un Fethi’ni, bir şehrin el değiştirmesi seviyesinde gören ve bu hususdaki değerlendirmeleri mübâlâğalı bulan bâzı çevrelerle onların sözcüsü durumundaki kalem sâhipleri, İstanbul’un, “şehir” tâbirinin çok ötesinde mânâlar taşıdığından habersiz görünüyorlar. “Şehir” sözünü, “gram” kabûl edip, bir alış-veriş mukâyesesi yapalım. Bir bakkala girip 250 gram toz şeker isteseniz, bakkal, karşısındaki müşterinin fakr u zarûret içinde olduğu zehâbına kapılır. Oradan çıkıp kuyumcudan 250 gram altın talep etseniz, kuyumcunun gözünde “Kârûn” imajı canlandırırsınız. Evet, İstanbul ilk bakış ve adımda şehirdir ama, sayılamayacak kadar çok sebep yüzünden, kuyumcu terâzisinin şehridir.

Dünyâ’yı ilgilendiren beynelmilel neticeleri bir yana, İstanbul’un Fethi, Türk târihinin dönüm noktasıdır. Yine aynı şekilde; İstanbul, Türk milletinin, uğruna en fazla fedâkârlıkta bulunduğu şehirdir. 1453’e kadarki Türk târihi, İstanbul’u fethetmek için girişilen mücâdelenin ve katlanılan sıkıntıların toplamıdır. 1453’den sonra, günümüze kadar gelen Türk târihi ise, İstanbul’u ağyâra vermemek için Türk’ün her türlü cansiparâne gayretini anlatır. Bir şehrin, bir milletin geçmişinde ve mukadderâtında böylesine mühim bir yer tutabilmesi için, ancak İstanbul olması gerekir. İstanbul’u, hayâtının ortasına koyabilecek milletin de, Türk’den başka ad taşıması mümkün görünmüyor.

Fransa’nın yetiştirdiği büyük kumandan ve hükümdârlar arasında, adı ilk ânda dile geliveren Napoléon Bonaparte, Dünyâ’yı şaşırtan bir askerî harekâtla Mısır’a gelmiş, oradan da Filistin üzerinden Sûriye’ye yönelmek istemişti. Fakat, Cezzâr Ahmed Paşa’nın koruduğu Akkâ’da, Waterloo’dan beter bir mağlûbiyete uğrayınca, bütün plânı ve de kimyâsı bozulmuştu. Sonraki yıllarda, bu harekâtının hedefini soranlara cevâbı: “İstanbul’a ulaşmak!” olmuştu. “Niye İstanbul?” diyenlere de – Ahmed Cevdet Paşa’nın cümlesiyle – : “Eğer Kürre-i Arz bir devlet olmak iktizâ etseydi, makarrı İstanbul olurdu.” karşılığını vermişti. İstanbul’un Fethi’nin, sıradan bir beldenin sâhip değiştirmesi sayılamayacağının, Napoléon ağzından tesbiti, bir hayli düşündürücü olmalı.

Fâtih Sultan Mehmed’in şahsî duruşu hakkında hüküm cümleleri sarf edilirken, en az İstanbul’un kıymeti derecesinde bir ölçüye riâyet edilmelidir. Zâten, Fâtih’le İstanbul’u ayrı yerlere koyma imkânı yoktur. Nereden bakılırsa bakılsın, ikisi aynı hizâda ve bir arada görünüyorlar.

Hükümdârlık bahçesinin has gülü olan Fâtih, bu sâhadaki icraatıyla, Çandarlı Halil Paşa dâhil, bütün devlet erkânından tam not almıştır. Halil Paşa’nın, fethi müteâkib Pâdişâh fermânıyla îdâm edilişinde, daha 1444’deki sultanlık stajı dönemine kadar uzanan bir serî hatâlar zinciri bulunmaktadır. Hükümdâr’ın yaşından ve tecrübesizliğinden dem vuran Sadr-ı âzam tavırları, darağacına ayak olacaktır. Halil Paşa’nın, Fâtih ufkuna yetişemeyen çapı, kendi ölçüleri içinde almaya çalıştığı tedbirleri bile, Bizans’la işbirliği dedikodularına vesîle bilinecektir.

Fâtih Sultan Mehmed’in, etrâfındaki maiyet erkânı ile pek çok konuda fikir ayrılığına düşmesinin, bunların hepsinde de haklı çıkmasının özünde, onun irtifâ yüksekliği yatmaktadır.

San’atkâr, zanaatkâr, usta, üstâd, âlim gibi sıfatlarla anılan şahsiyetler, belirli sâha ve branşlarda birtakım mahâret, meleke ve kâbiliyetlerle temâyüz etmişlerdir. Velî sayılanların ortaya koyduğu kerâmetler de, dillerde dolaşarak zamâna yayılmıştır. Cemiyet kabûlüne mazhar olmuş bu güzîde insanların fizyolojileri; belli konu, meslek ve san’atlara yatkındır. Aralarında, birden fazla dala konmayı başarmış nedretler de vardır. Ancak, bunların hiçbiri, Fâtih Sultan Mehmed’in hüner çeşitliliğine yaklaşamamıştır.

Sultan İkinci Mehmed Hân, her şeyden önce devlet reisidir. “Devlet”le “devletlû”nun en mânâlı izdivâcı, onun hükümdârlığında tahakkuk etmiştir. “Devlet” kelime, tâbir ve müessesesi, onunla hak ettiği yüksekliği ve ciddîyeti bulmuştur. Hukuktan ekonomiye, ilâhiyattan vakıf tesis ve işletmelerine, âsâyişten kültür, ilim hamlelerine kadar, daha nice devlet adımı, devlete yaraşır biçimde onun mârifet ve direktifleriyle atılmıştır. Kendinden öncekileri ayıklayarak muhâfaza eden Fâtih Sultan Mehmed, kendinden sonrakilere de, aslâ kenâra koyamayacakları, sarf-ı nazar edemeyecekleri bir devlet geleneği, teâmülü bırakmıştır.

“Ebû’l- Feth”, yâni “Feth’in Babası” unvânı, İstanbul’u fethettiği için, Sultan İkinci Mehmed’e verilmiştir. Tursun Beğ’in “Târih-i Ebû’l-Feth” isimli eseri, bu unvânın kütüphâne penceresinden görünüşüdür. “Fetih”e “Baba” olan icraatı başta olmak üzere, Fâtih, Dünyâ askerlik târihinin en büyük kumandanlarından biridir. Kumandanlık; strateji, lojistik ve sevkü’l- ceyş gibi başlıklar altında mihekk taşına vurulur. O, bütün bu âyâr ölçümlerinde ibreyi zirveye kondurmuştur. Ordusunun başında sefere çıkarken, nihâî hedef hakkında kendisi dışında kimsenin en ufak bir bilgisi olmazdı. Hattâ o, bunu: “Ordumun nereye gideceğini sakalımın kılı bilse, koparır atarım.” vecîzesiyle, harb târihi arşivine koymuştur. Rûmeli Hisârı’nın inşâsından Halic’e donanma indirilmesindeki, kerâmetle hakîkati yan yana koyuş azmi, Fâtih’in askerlik san’atındaki hünermendliğini gösteriyor.

Hendese ilminin, 15. yüzyıldaki mûcid âlimleri arasında, Fâtih Sultan Mehmed, çok özel bir yere sâhiptir. O, hendeseyle fiziği, aerodinamiği, hattâ kimyâyı dimâğında öyle hârika formüllerle birleştirmişti ki, plânını bizzat eliyle çizdiği aşırtma gülle atan toplar, öndeki mâniâyı devreden çıkarıyordu. Fâtih, havan topunun mûcidi olmakla, Türk ilim ve teknoloji târihine şeref bahşetmiştir. Ali Kuşcu gibi, Dünyâ matematik otoritelerinden biriyle hesap ve rakam müsâbakasına girişecek zihin hacmi, yine ondadır.

Fâtih, yalnız maddenin dış ve iç ölçüleriyle değil, tasavvuf dâhil, bütün insânî ilimlerle meşgûl olmuş; kelâm ve felsefe müdâfilerinin münâzarasına hakemlik yapacak kadar, o vâdilerde söz sâhibi bilinmiştir. Fâtih Külliyesi’nde yer alan medreseler, bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin de ilk şeklini temsîl etmişlerdir. Bâzı geceler, oradaki talebeyle sohbete geldiğini ve geç vakitlere kadar kaldığını, o devrin şâhitleri söylüyor.

Fâtih Sultan Mehmed, Türk şiirinin sayılı isimlerindendir ve “Avnî” mahlâsı ile klâsikler arasına girmiştir. O devrin önde gelen şâirleriyle nazîreleşecek derecede usta bir şâir olan Avnî, hükümdâr görünüşünün altında nasıl ince, zarif bir gönül taşıdığını, mısrâlarında göstermiştir:

“Âşıka Dünyâ vü cân eylemek âsân olur,

Lîk, cânân terkini etmek, gelübdür câne güç.”

“Nice pinhân eyleyem ol dil-bere âşıklığum,

Pürdürür divârı şehrün, âh u vâhumdan benüm.”

Avnî, şiirdeki mesâîsini yalnız aşk, gönül mes’elelerine hasretmemiş, zaman zaman Pâdişâh Fâtih’in ideâllerini de nazma dökmüştür. İslâm dinini ve Allâh kelâmını yayma misyonu, onun hem omzunda, hem de mısrâlarındadır:

“İmtisâl-i câhid-i fi’llâh olubdur niyyetüm,

Din-i İslâmın mücerred gayretidür gayretüm!”

Karamanoğlu’nun düşmanca tavırlar takınması üzerine söylediği mısrâlar da, yine onun söz yakamozlarına bir misâldir:

“Bizümle saltanat iddiâsın idermiş ol Karamânî,

Mevlâ kısmet iderse, kara yire karam ânı!”

Fâtih Sultan Mehmed, ana dili olan Türkçeden başka, Doğu ve Batı dillerinden pek çoğunu hem yazıyor, hem konuşuyordu. Onun lengüistik bir dehâ olduğunda, bu sâhanın söz sâhipleri birleşiyorlar.

Fâtih’in eline kılıç, pek yakışıyor. O, kılıcı, Trabzon’un Fethi’nden önce, ormanlık arâzide yol alırken ve yanında Uzun Hasan’ın annesi Sârâ Hâtûn olduğu hâlde, ağaç dallarını elleriyle aralayabilmek için, ağzına da yakıştırmış, dişlerinin arasına koymuştur.

Fâtih’in eline cetvel, pergel, gönye de en az kılıç kadar yakışıyor. O, bütün bu fen âletlerinin hakkını vermiş tescilli bir âlimdir.

Fâtih’in eline kalem, çok çok yakışıyor. Kalem tutan eller arasında, onun eli pek husûsî bir mevkide duruyor.

Fâtih’in elindeki gül ve karanfil de hârikulâde estetik mânâlara yöneliyor. Onun, gül koklarken yapılmış resmi, Türk-İslâm medeniyetinin kodeksi hükmünde önem taşıyor. Sultan Mehmed Hân’ın elindeki bu gül, aynı zamanda Muhammedî bir remzin görünüşüdür. O gül, Muhammed’dir, Mehmed’dir, Mehmetçik’tir. Fâtih, bu yüzden gül koklayan bir güldür…

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -