Ana Sayfa 1998-2012 “Getto Şarampolüne Doğru”

“Getto Şarampolüne Doğru”

1960’lı yıllarda yayınlanan bir ansiklopedinin “Üsküdar” maddesinde, Ümrâniye Köyü’nden bahsediliyor. Demek ki, 47 sene önce Ümrâniye, Üsküdar’a bağlı bir köymüş. Şimdi, nüfûsu Üsküdar’dan fazla, kocaman bir İstanbul ilçesi. Üstelik; buradaki hem insan sayısı, hem ekonomik gelişme seyri, Ümrâniye’den yeni ilçeler çıkarma konusunda idârecileri düşündürüyor.

- Reklam -

Gazetelerin, sayfalarca inşaat şirketi ilânı, reklâmı yayınlamaları, hep Ümrâniye ve benzeri İstanbul köşelerinin büyüyüp serpildiğinin; kabına sığamadığının işâreti. Bu, ev yapma yarışının, Türkiye ekonomisine getirdiği artı ve eksileri, hemen her plâtformda tartışıyoruz. Ama, aynı hâdisenin, târihî ve sosyal dokuyu nasıl tahrib ettiğini, hiç kayda değer bulmuyoruz.

Hâlbuki, esas üzerinde durulması gereken budur. Parayla ilgili grafik çizgileri, bugün çıkar, yarın iner, Neticede, maddî imkân veya imkânsızlıklar bir noktada buluşarak, birbirlerinden rövanşı alırlar. Lâkin, harâb olan ve aslını unutan millî bünyeyi tâmir etmek; tekrar eski hâline döndürmek, öyle pek kolay görünmüyor.

Mantar biter gibi etrâfımızı saran inşaat şirketlerinin, o mâlûm reklâm metinlerine bir göz atın. Mutluluk, sağlık, modernlik, sükûnet merkezi diye gösterdikleri mesken bloklarında; Türk’ün millî ve dinî geleneklerine uygun hiçbir unsur ve bölüm göremeyeceksiniz. Fitness-center, jakuzi vs. ne kadar yabancı isimli söz kalabalığı varsa, ayrık otu gibi doldurulmuş. Her biri ıssız ve dağbaşı denilecek yerlerde kurulan bu Frenk sitelerinin, hiç câmii olanına rastladınız mı? İşte, bütün mes’ele burada… Paraya, ibâdet derecesinde yaklaşanların, başka hususlara sarf edecek “sevgi” rezervi olamıyor.

Sevginin bittiği yerde, hemen dik dağlar gibi nefret başlamaz. Önce, nefretin alt yapısını teşkîl eden malzeme hazırlanır. “Bahâne” başlığı altında toplanabilecek bu malzeme içinde, “sevgi”den arta kalan her çeşit enkaz parçası yer bulabilir.

Milliyetçilikte, memleket sevgisinde kendinden başkasına toplu iğne başı kadar pay bırakmayan “post-modern” millî siyâsilerimiz, dünyâ politika sözlüğüne yeni kelime ilâveleri yapıyorlar. En son ortaya atılan ıstılâh, “müflis tüccar”. Yeni olmayan bu sözün; hem post, hem de modern takılmamıza vesîle teşkil eden yanı son söyleyene daha çok yakışmasında ve “cuk” oturmasında yatmaktadır. Yâni, “merd-i kıptî, sirkatin söylemekte”dir. Söylenen sirkatin parantezine, her türlü “pişkinlik” ameliyesi, bilfiil alınmaktadır.

Bir insanın – bırakın pek mühim idârî makamlarda bulunmasını – en sâde ve kemter hâliyle dahi, saflığına halel getireceğini bile bile “şehid” mefhumuna “tahfif”kâr söz tecâvüzleri yapmaması lâzım. Bizim an’anemiz, terbiyemiz, “şehid” üzerine binâ edilmiştir. Vaktiyle, alkol ve uyuşturucu komasından ölen oğlunu “şehid” ilân eden magazin şımarığı bir hanım vardı. İnanın, o da “kelle” hitâbının yanında mâsûm kaldı.

- Reklam -

Evet, neresinden bakılırsa bakılsın, bu söz ve fiillerin toplamından “sevgi” çıkmıyor. Hukûkî prosedürün arkasına gizlenme ve kâğıt üzerinde aklanma gibi gayretkeşlikler ise, milletin indinde çok fazla puan ve itibar kaybettiriyor. “Vicdan”dan büyük mahkeme olur mu?

Yavuz Sultan Selîm’in, vasiyet hükmünde bir temennîsi var. Hem “devlet” olmanın, hem de günümüzün tâbiri ile ekonomik bağımsızlığın yolu, bu hikmet dolu dileğin içine sığdırılmış.

Mısır Seferi dönüşünde, giderken alınan birtakım borçları ödeyen Sultan, Türk Devleti’ne kazandırdıklarını hazineye koyduktan sonra – tamamen altınla dolan – devlet kasasını, yüzük gibi parmağında taşıdığı mühürle emniyet altına almış ve yanındakilere: “Benden sonra gelenler, hazineyi böyle altınla dolu tutarlarsa, mührümü bu işte kullanmaya devâm etsinler. Lâkin, buraya altından maadâ mâdenler konursa, zinhar, mührümü kullanmasınlar.” diye fermân eylemiş.

Şanlı Yavuz’un, bu engin tecrübe yüklü sözlerinde; Kutadgu Bilig’den, Siyâsetnâme’den mülhem bir “devlet adamlığı” tedrîsi, bütün haşmetiyle oturmaktadır.

Evvelâ; “altın”, gücün ve kudretin ulaşabileceği son dünyevî noktayı temsîl etmektedir. İkinci olarak; büyük Hâkân, erişilen bu otorite zirvesinin, yukarıya doğru yolunu açarken, aşağıya inmeyi yasaklamaktadır. Yine bu “dürr ü güher” cümlelerde, üniversite tezlerine konu olan “devletin devamlılığı” fikri, eşyânın tabiatından gösterilmektedir. Nihâyet, belki de en mühim mesaj; “ataya lâyık evlâd” olma tenbîhidir.

- Reklam -

Çalışma, gayret, azim, fırsatlara hazırlıklı olma, uzağı görme gibi, daha da uzatılabilecek “devlet ricâli faziletleri”ni, bu vasiyet veya temennîsine istif eden cennet-mekân Yavuz Sultan Selim Hân, acaba bugünkü “tamtakır” hazine manzarası ile “kuru bakır” beyin kapasitesini tahmin etmiş miydi?

Yavuz, rakibinin eksiklikleriyle değil, kendi meziyetlerinin hesâbıyla meşgûldü. Bu yüzden hiçbir misyoner gayreti ona zaafiyet verememiştir.

Hristiyan kiliselerinin, Hristiyan olmayan ülkelerde bu dini yaymak maksadıyla kurdukları müesseselere “misyon”, bunları idâre eden din adamlarına da “misyoner” deniyor. Bu arada, misyon kelimesinin sözlük mânâsı, “görev” demek. Bu görevi yerine getirenler de “görevli” oluyor.

Misyonerin işi propaganda, yâni, yoğurt satmaktır. Türk halkı arasında misyoner faaliyetleri hep kınanmış, hattâ dışlanmıştır. Bu işi yapanlar, çok ağır bir dille “takbîh” edilmiştir.

Mes’eleye Hristiyan penceresinden bakıldığında, bu tam mânâsıyla bir sevap kazanma işidir. Misyonerler, Hristiyan dünyâsının bâzen alenî, bâzen de gizli kahramanlarıdır.

Aynı propagandayı İslâm dini adına yapanlar, nasıl “evliyâ” mertebesinde değerlendiriliyorsa, Hristiyan misyonerleri de kendi çerçevelerinde ele almak ve tabiatlarına uygun ifâdeler kullanmak lâzım. Fakat, en önemlisi, misyoner faaliyeti karşısındaki Müslümanın duruşudur. Hristiyan reklâmına kanacak ve bu şekilde din değiştirecek bir Müslüman, ne kadar zayıf, yetersiz ve “iman”sızdır.

İslâm târihinde, Hristiyanlığın bâtıl olduğunu, bu dinin mensuplarına isbât eden nice gönül eri bulunmaktadır. Bilhassa Anadolu’nun fethi esnâsında, “alp-eren” dediğimiz yüce insanlar, Îsevîliğin cüceliğini anlatarak silâhlı kuvvetlerimizin rehberi olmuşlardı. Aynı yol açma ameliyesi, 14. yüzyılın ikinci yarısından itibâren Rûmeli’nde sahneye çıkmış, Sarı Saltuk menkıbeleri kıtâdan kıtâya söylenmişti. İmânı tam olanın, misyoner endîşesi olmaz. Yarım veya çeyrek imanlılarla da, zâten yola çıkılmaz.

Türkiye’yi, yabancı güç odaklarının elinde “şaşkın ördek” misâli bulanık sulara götürenler, son olarak, sözde Irak Cumhurbaşkanı, kadîm peşmerge elebaşısı C. Talabânî’den yardım talebinde bulundular. Bu hırpalanmaya, Türk devlet mekanizmasının ana parçalarından ciddî hiçbir reaksiyon gösterilmedi. Öyle anlar yaşanır ki, “bundan daha beteri olmaz.” denir. İşte, Talabânî’den meded umma işi, “daha beter”i bulunmayan, haysiyet kırıcı bir hâdisedir.

Bir def’a, bu zât, şu anda bulunduğu noktaya, hak ettiği için değil; Türk’e ve Türkiye’ye duyduğu husûmet puana çevrilerek, ABD tarafından-teberrüken-getirilmiştir. Yâni, o, bir “Cumhurbaşkanı” olamaz. Ancak, “ABD’nin sâdık maşası” rütbesine terfi ettiğinden, Türkiye’deki gaflet ehlinin gözüne mertek sokarcasına “adam”dan saydırılmıştır.

T.C. Başkanı’nın, – ne işi varsa? – “Arap Devletleri Zirvesi” münâsebetiyle gittiği Riyad’da, Talabânî ile görüşmesi ve “Ser-peşmerge”den “Kerkük’e hey’et gönderme” izni alması; millî itibârımızın tamâmen yok edildiğini, ayaklar altına alındığını, bilmeyenlere de gösterdi.

Havanda su döverek, hamamda türkü söyleyerek geldiğimiz menzil, “Talabânî’nin destûru”dur. Ondan sâdır olacak himmetle Kerkük politikası tâkib etmek ve PKK mes’elesini halletmek, ne kadar acınacak, esef duyulacak bir vaziyettir.

Aylardır, “sınır ötesi harekât” üzerine asparagas haberler dinliyoruz. Bütün Irak ve Orta Doğu işlerimizi Talabânî’nin ehil (!) ellerine teslim etmek dururken, sınır ötesinden bahsetmenin ne mânâsı var? İstanbul Menkûl Kıymetler Borsası’nın Kerkük’le ilgili bir endîşesi bulunmuyor. O zaman, “Talabâni iz peşinde” diyebilir miyiz?

Sâdece Kerkük ve Kuzey Irak’ta değil, hemen bütün iç, dış mes’elelerimiz bu hârika “meded psikolojisi”ne terkedilmiş. Elbette, çok ciddî bir şahsiyet heyelânı ile karşı karşıyayız.

Timur’a esir düştüğü için, Sultan Beşinci Mehmed Reşad’a kadar hiçbir Osmanlı hükümdârı Yıldırım Bâyezid’in Bursa’daki türbesini ziyâret etmemiş. Sondan bir önceki Pâdişah’ın, bu an’aneyi bozması, yirminci yüzyılın Osmanlı coğrafyasında kopardığı fırtınadan, tûfandan kaynaklanan “meded” psikolojisiyle ilgili midir? Yine aynı Halîfe-Sultan’ın, Arnavutluk üzerinde otorite tesis etmek maksadıyla yaptığı seyahat ve Yıldırım’ın babası Murâd-ı Hudâvendigâr’ın Kosova’daki türbesini ziyâreti; kopmak üzere olan “pamuk iplikleri”ni, bir müddet daha dik tutmaya yönelikti.

Demek ki; Yıldırım’ın, protesto edilen “esâret” hâli, yirminci asra girildiğinde “Haysiyet-i Hümâyûn”a – bırakın ağır gelmeyi – ilticâ edilecek bir liman hükmünde görünmüştür.

Yalnız, burada, teşekkül eden ve zaman içinde gelenekleşen ziyâret yasağında rol oynayan “hânedân asabiyeti”ni, “Yıldırım’a rağmen” bir dekorda düşünmemelidir. Kahramanlık timsâli, korkusuzluk sembolü Yıldırım’ın, kendi elinde olmayan sebeplerle Timur’a yakalanışı, onu aslâ küçültmez ve “ta’n eyleme” merkezi yapmaz.

Ne var ki, Osmanlı dâhil, bütün Türk hânedânlarında “şehâdet” makbûl ve imrenilecek bir fiil olurken, “esâret” hep kınanmış, “karganmış”tır. Esârete meydan okuyan bir hayat tarzında – velev ki, Yıldırım’ın başına gelsin – düşman eline düşene gösterilecek en ufak toleransa yer yok. Aslında kınanan, şahıs değil, fiildir.

Sultan Reşad’daki “grev kırıcı” tavır, zamanın eğip-büktüğü ve gidecek adres bulamayan bir şahsiyet bozukluğudur.

Bu acınası rûh hâlinin, bizi götürdüğü uçurum başı, “getto” şarampolüdür.

Getto (Ghetto), İtalyancada “Yahudi Sokağı” demek. Avrupa’da, Almanya’nın başını çektiği Yahudi aleyhtârı hareket büyüdükçe, bu kelime de, mânâsını genişleterek yayıldı. Sokaktan mahalleye, semte doğru yürüdü. Bir şehirde, Yahudilerin oturduğu ve tamamen tecrid edilmiş bölgeye, getto denilmeye başlandı.

Derken, Yahudi olmayan grupların bir arada yaşadığı banliyö köşelerine de “getto” etiketi yapıştırıldı. Bu son mânâ, bugün Türkiye’yi çok yakından ilgilendiriyor. Çünkü; İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana gibi büyük şehirlerimizden sonra, şimdi normâl ölçüdeki orta boy şehirlerimiz, kangren hâline gelmiş gettolarla boğuşuyor.

Yahudi gettolarının, genellikle müdafaa vaziyetinde bulundukları, dışarıdan gelebilecek müdâhalelere karşı, dâimî teyakkuz hâlinde durdukları söylenir. En azından, bu hususta yazılanlar ve çevrilen filmler böyle diyor. Tamâmına yakını Yahudi sermâyesiyle hazırlanan bu kitap ve sinema faaliyetinin, yine de propagandadan sayılmayacak kısımları vardır. Bu yüzden, Yahudi gettoları, barındıkları şehir veya ülke için, yakın plânda tehlike arz etmiyorlardı.

Fakat, Türkiye’nin vücûdunu kanser hücreleri gibi saran ve devamlı büyüme istidâdı gösteren mâlûm gettolar, içinde yer aldıkları şehri tehdîd eden, saldırgan, tahripkâr semtler olmuştur.

Neredeyse güvenlik kuvvetlerinin giremediği; girdiği zaman da, meydan muhârebelerinin yaşandığı bu yerlere, son günlerde belediye otobüsleri alınmıyor, hunharca yakılıyor. Ellerinden gelse; denizi karaya, karayı denize sürecekler. Başka oluyor Türkiye’nin gettosu, vesselâm..

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -