Ana Sayfa 1998-2012 GEÇMİŞ ZAMAN İÇİNDE

GEÇMİŞ ZAMAN İÇİNDE

S ö z e B a ş l a r k e n

- Reklam -

Neredeyse Cumhuriyet’ le yaşıt olan kalem sahiplerinin geçmiş zaman içinde duyduğu, gördüğü, yaşadığı pek çok olay, okuduğu eser, öğrendiği ve belleğinde yer etmiş düşünce ve görüşler, yanlışlar, doğrular vardır.

Hemen onları takip eden bizim nesil, bir öncekiler kadar değil ama, daha sonra doğanlardan biraz daha şanslıydı. Aile çatılarının çatırdamaya başladığını görmediler, çoğu hiç bir ülküleri olmadan, yüksek öğrenimlerini sınavla belirlenen, düşündüklerinden farklı fakültelerde yapmak durumunda kalmadılar. Cumhuriyet’in ilânından hemen sonra, en azından “Onuncu yıl” kutlamaları yapılırken Ankara, İstanbul dışında yaşıyorlarsa belki tiyatro ve benzeri sanat etkinlikleri görmeden, konsere gitmeden, bale seyretmeden, büyük şehirlerin havasını solumadan ve daima azla yetinerek büyüdüler ama, bugünkünden farklı bir ilkokul, orta ve lise öğrenimi görerek,bütün bunların ötesinde iyi okuyarak kazandıkları kültür birikimi ve sürdürülen gelenek ve görenek sâyesinde yetiştirme, büyüme imkânı buldular. Televizyon seyretmediler, fakat boş zamanlarını ve bilgi dağarcıklarını, İstanbul ve Ankara Radyolarının sunduğu çeşitli programları dinleyerek, çok daha güzel doldurabiliyorlardı.

Sokaklara yayılan, baş üstünde taşınması gereken kitapları kaldırımlar üzerine sıralayıp satan satıcılar yoktu o zaman. Kitabın yeni çıkanı kitapevi veya yayınevinden, eskisi ise sahaflardan, eski kitapçıdan alınırdı. Kitap alacak paranız yok ise, o kadar yoksulsanız, Halkevlerinden, şehrin kütüphanelerinden yararlanırdınız. İl ve Okul kütüphaneleri ihmal edilmez, yeni çıkan eserlerin alınmasına dikkat edilir ve böylece rahatlıkla okuma imkânı sağlanırdı. Yenilen içilen belliydi. Öyle üst baş, giysi falan derdi söz konusu değildi ve “marka” merakına düşen pek yoktu o zamanlar… Zaten ‘marka’ diye bir kavramla da tanışılmamıştı ki !

Peki, onlar bugünün gençlerinden daha mı mutsuzdu ? Sümerbank yapımı pabuç, elbiselik kumaş, elde dikilmiş mintan, örülmüş kazak, eldiven giymek ağırlarına mı gidiyordu ?

Hayır.

Şöyle düşünürdük : Savaştan çıkmış bir ülkede yaşıyoruz. Kıt kanat geçinen ailelerin çocuklarıyız. Türk’ üz ama ! Bunu biliyor, o günkü şartlar altında Türk insanı nasıl yaşar, öyle yaşıyorduk. Neydi peki bize böyle yaşama gücü veren ?. Türk olmamız ve bundan daima gurur duymamız ! Giderek artan “mozaik” falan değerlendirmeleri, yaratılmak istenilen “kimlik mimlik sorunları” bizim zamanımızda yoktu ve koşuna da rastlanmazdı…

- Reklam -

Çok düşündüm ve “Geçmiş zaman içinde” koydum adını. Okuyacağınız bu kitapta. size sunulan yazılar, en az yarım yüzyıllık bir zaman dilimi içinde yazılmış ve yayınlanmıştır. Bazılarını daha önce hiçbir yerde yayınlanmadım. İlk defa burada yer alıyorlar.

Şimdi diyeceksiniz ki, “ varmak istediğin maksat ne ? “

Yaşı yetmişi çoktan aşan bir yazar çizerim ; bir sonraki nesle bir devri anlatmak, eğer “ukalalık” sayılmazsa, onlara ışık tutmak istiyorum. Düşünce ve görüşlerimin bir değeri var mı, buna okuyanlar karar verecek. Bu yazılar, kim bilir, yarınlara ışık tutabilir, neden olmasın ? Sevgilerimle.

Mayıs 2009, Kolej – Ankara

- Reklam -

B u r s a’d a Z a m a n

Bazen bir şiirin mısra örgüsü içinde, bazen yeri gelince bir yazının cümleleri arasında zaman’ı yaşarsınız.

“Ne içindeyim zamanın

Ne de büsbütün dışında”

Böyle başlar Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiiri ; hatırlayın, ezberinizde ise tekrarlayın bir kere daha… Açar da onun sağlığında yayınlanan tek kitabı olan “Şiirler”i okursanız, işte o zaman, kökü bir sarmaşık olmuş dünyayı yeni baştan hayranlıkla seyreder, varlığını içinizde sezer, masmavi bir ışık ortasında siz de yüzersiniz ! Bu şiir, yanı sıra Tanpınar üstâdın o güzelim yazıları, sanat ve bilim adamı olarak anıtlaşmış eserleri, şahsiyeti ile yoğrulduğu için eskimeyen, tekrar tekrar okunsa da bıkılmayan ve bundan zevk alınan Tanpınar’a ait.

O ‘nun adıyla bütünleşen Bursa’da Zaman şiiri.

Bazen, farkına varmadan bir şiirin mısra örgüsü içinde, bazen yeri gelince, ya bir yazının cümleleri arasında, ya da bir türkünün nağmelerinde, akıp giden zaman ‘ ı yaşarız.

İşte o görkemli giriş bölümünden birkaç mısra daha :

Bursa’da bir eski cami avlusu,

Küçük şadırvanda şakırdayan su ;

Orhan zamanından kalma bir duvar…

Onunla bir yaşta ihtiyar çınar

Eliyor dört yana sâkin bir günü.

Şair, bir elekten geçirir zamanı, bu günlerden alıp yüzyıllar ötesine, sanki tarihin örtüsü altında kalmış da o örtüyü kaldırıyormuş gibi, alır, bir beldeye götürür bizi. Ve :

“Çözün bakalım, bu kelimele r arasında bir sır gibi saklanan bilmeceyi ?” der gibidir…

Zaman içinde nasıl yolculuk yapar hâle gelebiliyoruz, bunu her zaman düşünmüşümdür Boş yere cevap aramayın sakın siz ; sözün büyüsü, şiir’in gücüyle… “Bursa’da Zaman” işte bu sözlerimizin en açık belgesidir…. Onun mısra örgüsünde bir tarih, geçmiş yüzyıllarımız gizlidir.

Yirminci yüzyılın başında gözlerini dünyaya açan(1901) Tanpınar, 1962 yılı başında, daha altmış bir yaşında iken hayata gözlerini yumdu. 2007 yılında bu satırları karalanışı, ölümünün kırkbeşinci yıldönümüne rastlamakta.

Bizi Tanpınar’a götüren, ölümünden kırk beş yıl sonra ondan söz etmemize sebep, son zamanlarda yaşadığımız olaylar ve gördüklerimiz oldu. Duyduklarımız, okuduklarımızla birlikte bütün bu “yaşanan”lar üstüne, g e ç m i ş z a m a n i ç i n d e bir gezintiye çıkalım istedik. Milletçe, zaman tünelinin ucuna bakıp ışık aradığımız günlerden geçiyoruz çünkü… Acı, ama gerçek olan bu !

Tanpınar ‘ ın ‘ Bursa’da Zaman ‘ şiirini okurken, elim rafta ona ayrılan bölümdeki öteki kitaplarına gitti. Bunlardan birinin sayfalarını çevirirken, “Asıl Kaynak” başlıklı bir denemesine takıldım kaldım. Çok eskiden, gençlik günlerinde okuduğum bu yazıyı yıllar sonra biraz da şaşkınlıkla, bir kere daha okudum. Sanki, üstâd bugünleri görerek yazmıştı o yazıyı. ; sanki bu günleri, daha o zamandan görüyor gibi geldi.

Anlatır Tanpınar, gözlerimizin önünde canlandırarak anlatır :

Ülkemizin, der, bugün yaşadıkları, “Doğu” ve “Batı” olmak üzere, birbirinden farklı iki büyük âlemin, biri gerilerken diğeri hızla gelişen, bütün cihana hâkim olan iki büyük medeniyetin arasında kalarak yapmak zorunda kaldığı bir mücadelenin sonucudur. Böyle bir mücadeleye sahne olan, ona benzeyen başka bir ülke bulmak pek kolay değil, diye tamamlar sözlerini…

Aslında onun üstünde durduğu yakın tarihimiz falan değil, budan iki yüzyıl öncesine uzanır, “1718 felâketinden sonra 1839 Tanzimat Fermânı ‘ nın ilânına, (kalkışılan ıslahat hareketlerine) kadar geçen süre şayet boşa geçirilmemiş, kaybedilmemiş olsaydı der, elbette daha sonraki yüzyılların çehresi çok daha değişik olabilirdi.”

Gerçeği ifade etmekte Tanpınar böylece. Bize öğretilen, anlatılanların aksine, Tanzimat’a kadar olan başarısızlık ve beceriksizlikler, yapılması gerekeni bilmemenin sonucuydu. Bunlar, bir sonraki yüzyıla mal edilince Tanzimatçılar sözde zaman kaybını önlemek, Batı ile aradaki mesafeyi kapatmak için, önünü sonunu pek düşünmeden, gerekli hazırlıkları yapmadan, eski’nin yanında yeni’ nin devrini başlattılar. O zamana kadar iyi kötü bir bütünlük, beraberlik ve uyum gösteren, az da olsa sürdürülebilen millî hayat, bu tarihten itibaren değişmeye, aile hızla dağılma, çözülme belirtileri göstermeye başladı. Değişen sadece üst baş, kılık kıyafet, dilimize giren Batı kökenli yabancı kelimeler, hiç gereği yokken doğan bir “Batı hayranlığı” ve bunun sonucu olarak gelenek ve göreneklerimizden kopmalar değildi elbette.

Tanpınar Hoca ‘ya göre bu değişim ve bölünmüşlük bütün bir yüzyılı sarıp sarmaladı, Millî Mücadele sonrasında kendimize gelinceye kadar devam etti. İşte onun için 1923 tarihi, geçen zaman diliminde bir dönüm noktası olma niteliği taşıyor. Fakat geride kalan dönem, Atatürk’ün erken sayılacak ölümü ile düşünüldüğü şekilde değil de, her şey yerli yerine oturtulmadan geçip gitti.

Bunun için, iyi niyetle başlatılan bütün o hareketler, hedeflendiği gibi istenilen noktaya ulaşamadı, gerektiğinden kısa sürdü. Fakat şu da söylenebilir : Kısa sürmüş olsa bile, bu tarihlerde eski’ nin lüzumsuz artıkları ayıklanınca, geçmişe duyulan saygı da, ilgi de artmaya başladı. Türk’ ün yaradılıştan gelen öz cevherine dönebildik.

Millet olarak başımız dimdikti. Ama, inkılâplar tam anlamıyla oturmadan, aksini kim söylerse söylesin, onun kurduğu millî kuruluşlar ve kurumlar olgunlaşmadan, gerekli bütün “yasal düzenlemeler” yapılarak istenilen ve düşünülen sonuca ulaşılamadan, nelerin ne için yapıldığı iyice anlaşılamadan ve millî bilinçlenme tam olarak sağlanamadan geçip gitti o güzelim yıllar ! Bugün işte bunun acısını yaşıyor, geçmiş zaman içinde boşa akıp giden yılların ceremesini çekiyoruz.

Şu soruyu bir kere daha sormak gerek : Bu günlere gelinirken, iyi niyetle ne kadar hareket edilmiş olursa olsun, yapılması şart olan her şey, doğru düzgün, dürüstçe yapılmış mıdır ? Hayır. Yapılmak istenilmiştir. Çığırı açan o büyük insanın ömrü yetmedi buna. O’nun devrinde yapılanların yanında, yapılacak şeyler ve daha sonraları da sürdürülmesi, yapılması gereken pek çok şey vardı .

Gerçekleştirilen bütün güzel işler, eksikleri giderilerek, yanlışları onarılarak tamamlanmalı, sürdürülmeliydi. Atatürk’ten sonra gelenlerin gücü, işte asıl buna yetmedi. Yetmedi, inkılâpları, sol ideolojilerle karıştırıp, “çağdaş medeniyet” seviyesini aşmayı “Batı’lılaşmak” diye ele aldılar, öyle anladılar ve her şeyi yüzlerine gözlerine bulaştırdılar…

Bilim adamı olarak Türklük bilincine sahip bir Mümtaz Turhan Hoca, önce “Kültür Değişmeleri”, sonra da “Garplılaşmanın Neresindeyiz ?” ve “Atatürk İlkeleri ve Kalkınma” kitaplarında bakın gerçekleri nasıl dile getiriyor ve anlatıyor ? Bir kültür tarihçisi, tecrübî psikolojide otorite, bilim adamı olarak… Duruma bakıp, “birinci sınıf aydınlara ihtiyacımız var” derken haksız mıydı ?

Atatürk sağken, onun yaptıklarını tenkit eden, yanlış ve ksikleri göstererek ona karşı çıkan, düşüncelerini söylemekten çekinmeyen veya kabul etmiyorsa, hiç olmazsa tepkisini susarak gösteren aydınları, bugün mumla arasak yeridir ! Hele şu aklın, mantığın uyarılarına kulak vermeden, oynanan bin bir oyunu göz ardı edip yapılanlara göz yumarak “Avrupa Birliği” nin üyesi olma yolunda çaba harcanan bu günlerde, böyle insanlara ne kadar çok ihtiyacımız var…Turhan Hoca’ya değinmek gereğini hissettim. Tanpanır’a, kaldığımız yerden devam edelim.

Yirminci yüzyıla girerken geçmişte milletçe bütün o yaşanılanlar unutulmamalı. 1901 Doğumlu olan Ahmet Hamdi Tanpınar, biz yaştakilerin babalarından, dedelerinden veya analarından, ninelerinden dinlediği savaş ve yokluk hikâyelerin ya çocukluk, ya delikanlılık çağında duydu, dinledi, öğrendi ve öyle yaşadı.

Tanpınar ‘ın kendi çocukluk dönemine ait değerlendirmeleri her yönüyle anlamlıdır… O yıllarda, babasının kadılık görevi dolayısıyla Anadolu’ da bulunmuş; Ergani – Maden, Siirt, Kerkük, Sinop, Antalya gibi memleketin değişik yörelerinde yaşayan insanları tanıma imkânına sahip olmuştur. Avrupalı milletlerin çıkar hesaplaşmaları yüzünden birbirine düşmeleri sonucu başlayan I inci Büyük Savaş son bulurken, tam “Ateş-kes” sırasında Ergani’dedir. Buraya Kerkük’ ten gelirler. Bugün Türk’ün coğrafyasından koparılmak istenilen Musul, Kerkük, Onun çocukluğunda sınırlarımızın içindedir ve eyaletimiz, vatanımızın bir parçasıdır. ( Fakat Lozan’da bir oyun tezgâhlanır, sonra da coğrafyamızdan koparılır Musul, Kerkük. Sebep, değeri paha biçilmez zenginlikte petrol kaynaklarına sahip olması. )

1920’de Üniversite’de okumaktadır. O zamanınki adıyla İstanbul Darülfünun’unda Edebiyat şubesinin, yani bugünkü edebiyat bölümünün öğrencisidir. Misak-ı Millî’yi kabul eden son Meclis-i Mebusan kapatılmış, İstanbul, düşman işgali altında. Hocası ise Yahya Kemal Beyatlı… Tanpınar’ın şiirinde etkisi altında kaldığı şairlerin başında yer aldığını söylemeye bilmem gerek var mı ? Hiç şüphe yok, sadece şiirde değil, milliyetçi düşünceye, millî edebiyata yönelişinde de Hocasının payı büyük.

Tanpınar’ın hayatını hatılayalım : Gençlik ve olgunlaşma dönemi, Osmanlı’nın – elbette Türklük ve İslâm âleminin – kara günleri ile Cumhuriyet’ in kuruluşu ve son yenilik hareketlerine rastlıyor.

Tanpınar, yıllar sonra geçen zamanı, eski ve yeni ile Batı ve Doğu’yu şöyle değerlendiriyor: “İki âlemin hayatımızda bu tarzda karşılanması, sade yeni’ nin zaferini güçleştirmekle kalmıyor ; aynı zamanda yeni karşısında eski’ nin muhakkak beğenilmesi lâzım gelen bir şey olduğunu yavaş yavaş bize kabul ettiriyordu. Aramızda can çekişir halde yaşamak itiyadı içimizde yol aldı.”

O günden bugünlere o ‘ kötü itiyat ‘, ne acı ve düşündürücüdür ki benzerini hiçbir millette göremediğimiz geçmişini karalama alışkanlığı halinde sürüp gitti. Bu gün, bir bölük yazar ve okumuş – yazmış sözde aydına bakılacak olursa, bu itiyattan hâlâ vazgeçmiş olmadığımızı görüyoruz ! Mazi, geçmiş yüzyıllara ait tarih ve olaylara bakarak insanlar tarafından, bir devre öncülük eden, adını koyan bu medeniyet iken neden kötülensin ?

Şu sözler de Tanpınar ‘ ın : “ O medeniyetin, o tarihin bir kalemde silinip atılması mümkün mü ? O, bizim yarattığımız, her şeyi ile bizim olan medeniyetin Batı’dan geri kaldığını kim söyleyebilir, kim iddia edebilir ? Geçmişi, maziyi kötülemenin ve küçümsemenin yanlışlığını “Garp” la ölçüşebilecek bir medeniyetten, bir insan ve hayat üstünlüğünden geldiğimizi anlıyorum.”

Evet, böyle söyleyen Tanpınar’ ın kaygısı ne mazidir, ne de Batı…Onun kaygısını yüreğinde duyduğu, görülen bu hâlimizden başka bir şey değildir. Bu sebepten yine der ki :

“Öyle sanıyorum, ne maziyi sevmek, ne Garb’ı tanımak ve ona hayran olmak bizim için kâfi değildir. Mazi, nihayet geçmiş bir zamandır; bizde ancak kendisine içimizden bir şeyler katarak hakkıyla yaşayabilir. Biz ise bugün bile değiliz ; Yarınız.”

Tanzimat’a kadar uzanan yıllar nasıl boşa harcanmışsa ; Tanzimat’tan Meşrutiyet’e ve daha sonrasına ve Cumhuriyet’e kadar geçen bir o kadar zaman içinde de ‘eski-yeni ‘, ‘ ilerici-gerici ‘ tartışmaları ve kavgaları yaşanır. Aradan bir zaman geçer ve yıllar sonra insanlarımız ikiye bölünür, boşa akıp giden zamanın acı sonucunun doğurduğu gerçekleri hep birlikte yaşamaya başlarız.

Cumhuriyet’ in ilânından sonra kazandıklarımızı, ulaştığımız başarıları, arkadan gelen yıllar yiyip bitirince, millî bir ülküden çıktığımız yolda aynı başarıyı gösteremez olur, yarı yolda kalırız. Türk yenileşme hareketi, kalkınma çabaları, Türk’ten gayrı insanların, hatta Türk’e ve İslâm’a düşman olanların eline düşer. Hem de ‘ yenilik, ilerilik ‘ diye diye…Bir ‘ İlerilik ‘ diye gösterilen bir takım hedefler, maziden kopmanın tehlikeleri düşünülmeden, ilerde doğabilecek tehlikeler dikkate alınmadan, bir fikir yoksulluğuna mahkûm edilir… Tanpınar’ ın sözleridir bunlar.

Devam eder, der ki, bütün bunlardan dolayı, yıllar sonra vardığımız nokta, hiç mi hiç iç açıcı değildir. Tersine, üzüntü verici ve düşündürücüdür. Gelecek adına “ahkâm kesenler”, eskiye ait ne varsa, geçmişin izini neler taşıyorsa bir bir silme çabası içine girerler, apaçık geçmiş zaman, tarih düşmanlığı yapılır. Bunlara göre mazi ve Doğu ile ilgili ne varsa, geri kalışın kaynağı, çağdaşlaşma yolundaki engellerdir. “Çağdaşlaşma”, Batı’yı sadece tekniğiyle değil, kültürüyle, yaşayışıyla, mümkün olan her şeyi ile aktarmak, taklit etmek, almakla olur. Eksiz ve itirazsız buyur etmekle…Budur aynen onun söyledikleri.

Onlara göre “tek yol budur”. Yanlış olan da budur aslında. ‘ Din-i İslâm ‘ ı da geri kalmamızda bir engel olarak görenleri de bu arada unutmamalıyız !

Kurtuluşun yolu ne olmalıydı peki ? Eski’den yeni’ye geçişin, bizim için düşünülmesi mümkün olabilecek şekli ne olabilirdi ? Bu soruların cevabını Tanpınar bakın nasıl veriyor :

“ Dedelerimizin büyük meziyetlerini, hayatlarının kendilerine has ve gerçek oluşu yapıyordu. Garp medeniyetinin büyük meziyeti de bir realitenin mahsulü olmasında ve inkişâfını onunla beraber yapmasındadır. Bizim için asıl olan miras ne mazidir, ne de Garptadır ; önümüzde yumak gibi duran hayatımızdadır. Onu yakaladığımız, onun meseleleri üzerinde durduğumuz, onlarla yoğrulduğumuz, bu meseleleri fikir hayatımızın zarurî yol uğurları gibi değil, temeli olarak kabul ettiğimiz zaman tarihin ve hususî coğrafyamızın bize yüklediği büyük role erişeceğiz”

Tanzimat ‘ tan bu yana süregelen ve Tanpınar’ ın da benzetmesiyle bir çeşit “Oedipus kompleksi”, yani bilmeyerek babasını öldürmüş adamın kompleksi içinde yaşayışımız, artık son bulmalıdır. Yanlış bir medeniyet anlayışının sonucu, edindiğimiz bu komplekstir ki, bize bir neslin çözeceği dâvaları, nesilden nesle havale ettirmekte, kendi hareketimizin sonuçlarını bize yabancı kılıklara bürünmüş gösterebilmektedir. Bizim öz hayatımız yerine, belli zaman aralıkları halinde tecrübe devreleri yaşatmamamız bundan. Bu kompleksin de, yarattığı bütün üzüntü ve acıların da,, bütün Türk aydınları bakımından çok yakın bir zamanda son bulacağına Tanpınar yürekten inanıyordu.

Bizlere umut veren de onun geleceğe umutla bakması olmuştur. Bir gün, o zaman gelecek, dün’ ü ve bugün’ ü, yarın’a bağlayan “devamlı” oluşun zinciri, içimizde tekrar bağlanacak ; yaşadığımız dünyada birleştirici, yaratıcı, yapıcı ve kudretli yönümüzle lâyık olduğumuz yere mutlaka ulaşılacağız.

Artık, birbirini anlayan iki âlemin ortasında, Doğu ve Batı ‘ nın düğüm noktasında yaşamış ve yaşamakta olmanın bize yüklediği zahmetleri, külfetleri, o zaman gerçek ve ön safta olmanın, diğer milletlere örnek olacak bir millî hayatın nimetleriyle ödeme imkânımız da olacak belki, kim bilir…

“Belki” diyoruz ; çünkü, birlik olma yolunun daha başındayız. Millî hayata geçişte kararlılıkla yol alınması gerekiyor, iç ve dış meseleler, millî çıkarlarımıza uygun çözümler bekliyor.

Geçmiş zaman içinde “ akıp giden zamanı “ gözler önüne seren bir şiirde, bizi “masmavi bir ışık ortasında” yüzdüren, “bir eski cami avlusu, küçük şadırvanda şakırdayan su” sesinden gün be gün tarihle yüz yüze getiren mısra örgüsü ile bakın alıp nerelere götürdü şair ?

Edebiyatımızda Tanpınar gibi daha nice şair, onun dünyasını paylaşan hikâye, roman yazarıyla daha nice kalem erimiz var. Edebiyat, hele şiirle söz perdemizi aralayanlar, bize kelimelerin içinde gizlenen sırrı sunmaktalar. Bu sırdan nasip almayanlara siz, şair, yazar mı diyorsunuz ?

Hadi, canım sen de !

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -