Ana Sayfa 1998-2012 “Fetret, Teğet ve Fıkdân”

“Fetret, Teğet ve Fıkdân”

“Sirâyet” ihtimâli belirdi mi, gölgeler bile şüpheli durumuna düşer. Bu, öylesine otomatiğe alınmış bir topluluk şuûrudur ki, en babayiğit irâde sâhibi bile, kendini birden aynı dâirenin içinde buluverir.

- Reklam -

Eskiler, “maksûd bir ammâ, rivâyet muhtelif” diyerek, hedefe yönelen farklı yollara saygı tabelâsı asmışlar. Lâkin, o türlü-çeşitli yollardan kaçı, nihâî noktaya ulaşabilir? “En azından birinin, finiş çizgisine kavuşması lâzım.” diyorsanız, “sirâyet”i hafife alıyorsunuz demektir.

“Sârî”, yâni, “bulaşıcı hastalık” tâbirinin, insan dimâğında oluşturduğu tortu, “sirâyet”in olumlu kılıklarını flû gösteriyor. Çünkü, âdemoğlunun hayâtı, daha ziyâde negatif tesirlere kucak açıyor. Pozitif fiillerin yer bulup yuvalanması için, epeyi bir tâlim, temrin gerekiyor.

Cemiyet olarak, en son “sirâyet” modasını, devletimizi çökertme podyumunda teşhîr ediyoruz. Vatandaş kimliğinin altını üstüne çevirerek, “beş”in “bir” büyüğünü “şeş” yaptık.

Bu, tâlihsiz ve sevimsiz adımın ardından neler geleceğini “sirâyet” mühendisleri inceden inceye plânladılar.

Dekora yerleştirilen eften püften -gûyâ demokratik- söz kadehlerine bakarak mest olmayın. Türk’ün vatanı üzerindeki iblisâne niyetler, mezâda çıkmış gibi dolaşıp meşreb arıyor…

“Meşreb” i müsâit olanlar için herhangi bir problem yok ama, en azından “âile” mefhûmunu henüz aklın hâricine çıkarmamış zümrelerimiz, cereyân eden gelişmeler karşısında hayret duruşundalar.

- Reklam -

Teknolojinin önümüze serdiği bunca kolaylık; yine aynı mârifetle dayatılan ahlâk çelimsizliği düşünüldüğünde, medeniyetin toptan reddine ihtimâl hesapları yaptırıyor. Kitle haberleşme vâsıtalarında ortaya konan dudak uçuklatıcı ilerleme, artık gizli kapaklı hiçbir tarafımızı bırakmadı.

Harîm-i ismetimize girip bağdaş kuran ekranlar, mütemâdiyen bize, “biz”den uzaklaşmayı öğütlüyor. Eskiden, yerli-yabancı tasnîfi yapılır; yerlinin, acemîce de olsa, bizden yana tavır koyduğu düşünülürdü. Şimdi, böyle bir tasnîfe ihtiyaç kalmadı. Adı, sâdece sınırlarımız içinde hazırlandı diye “yerli” olan bilumum film ağırlığı, “yabancı”sından aslâ aşağı kalmadan, ahlâk erozyonuna kürek tutuyor.

Kadın-erkek münâsebetlerinden, bar-meyhâne muhabbetine kadar, hemen her çeşit cemiyet ve âile dinamiti, televizyon sâyesinde kalıp kalıp altımıza döşeniyor. Zevk u safâ havasında, bize de seyretmek düşüyor.

“Meşreb”in geniş olanı ile insanlığı imhâya yeltenenler, bir de bakıyorlar ki, “meşreb”siz kalmışlar. Ama ne gam? “Meşreb”i olmayanın, harâmı helâline karışmış “meşrûbât”ı var…

“Haram lokma” edebiyâtı, bilhassa siyâsî polemiklerin değişmez söz cephâneliği. Devirler, isimler, kadrolar değişse de, bu vâdîdeki efelenme ve karalamaların hep aynı kaldığına şâhit oluyoruz.

- Reklam -

Umûmî kâide, her siyâsînin boğazından “haram lokma” geçmemesidir. Yine aynı hükme bağlı olarak, rakîb mevkiindekilerin, birbirlerinin ağız ve midelerini, “haram-geçen” yolunun konak yeri görmeleridir.

“Ben temizim. Başkası haram-zâdedir.” mantığı, haramla helâl arasındaki kontrastı yuvarlak hâle getirdi. Dolayısıyla, “haram lokma” yemek, çok itici ve müteneffir bir fiil olmaktan çıktı. Sokaktaki vatandaş nazarında, harama el ve dil uzatanla bunları yapmayanın, öyle ayrı saflara konacak listesi yok. Bunlar, politikacının mûtâd lâfları mesâbesinde, hattâ tebessüm sebebi addediliyor.

Hâlbuki; faydalı ile zararlının, dinî literatürdeki muâdili haram ve helâldir. Yâni, siyâsî hançerelerde yalama olan bu pek ciddî ve hayâtî davranış şekilleri, cemiyet şirâzesinin deforme edilmesine vesîle kılınıyor.

Harâmı helâle bu kadar yaklaşmış toplulukların âkıbeti, hayra yorulmuyor. Geçmiş asırların koridorları, bu tarz ülke ve beldelerin helâk olma hikâyeleriyle dolu. Helâlin mâsûmiyeti, tevâzu ile birleşince; harâmın hempâ şarlatanlığı ortalığı inletiyor…

“Hempâlık”; ister ayakdaş deyin, ister omuzdaş deyin, dâimâ ikinci plânda kalmak demektir. Psikolojik olarak bunu içine sindirebilen ve tâlî mevkide kader kâtipliği yapmayı kabûllenen portreyi, iyi tanımak lâzım.

Emir alan, sürekli kontrol altında tutulan şahısların, kendi inisiyatifleriyle herhangi bir işi üstlenmeleri, onu nihâyete erdirmeleri mümkün değildir. Çünkü, sıradan âlet-edevât gibi, onlar, yâni hempâlar, başı ile sonu irâdeleri dışında tesbit edilmiş yolun levâzımındandırlar. Âmir statüsündeki, hempâsının aslâ insânî ağırlığını ölçmez. Maraba tavrı ile hempâ arasında çok fazla aykı rılık yok. Her ikisine de şahsiyet sindirci “şef” tagallübü hâkim.

Aynı hempâlık seyirtmeleri, devletler câmiâsında da görülüyor. Dünyâ’ya hükmeden devletin en muhteşem örneklerini, târihe hediye etmiş olan Türk milleti, bugün hempâ muâmelesiyle aşağılanıyor. Bu hafife alınmanın temelinde, çok acı ama, içimizden çıkan “hempâ” heveslilerinin gayretleri bulunuyor.

Asırlar boyunca; “başlıya baş eğdirten, dizliye diz çöktürten, aç görse doyuran, çıplak görse giydiren” haysiyetli ve lider devletler kurmuş Türk insanı; ne yazık ki, “hempâ”ca yürüyor olmayı muvaffakiyet sayan “sürünme” kalıbına sokuldu.

Evvelden hempâlarımız olurdu, şimdi kendimiz hempâyız… Çünkü sayısını unuttuğumuz yeni bir esneme çağını yaşıyoruz.

Esnemek, bâzılarına uyuşukluk verir, bâzılarına da zindelik sınırına çekilme ihtârı. Onun için, her esneyeni uyku diyârına havâle etmemeli. Bu insânî gerilme hâdisesi, iyi ile zıddının, metânetli ile çıtkırıldım tabiatlının alâmet-i fârikası. Bir başka deyişle, ipin ucunu kaçırmakla o ipe sımsıkı sarılmak arasındaki hassas nokta.

Devletlerin de esneme ânları oluyor. Bu bir hak ise, neredeyse her devlet, bu hakkı en az bir def’â kullanmaya teşebbüs etmiş. Türk târihinde çok sık rastlanan esneme çağları, ardından şiddetli titremeleri de milletimize göstermiş ve yaşatmıştır. Orhun Âbideleri’ndeki:

“Titre ve kendine dön!..”

ikâzı, böyle bir esneme sahnesine dikkat çekmektedir.

Ne tarafa çevirirsek çevirelim, Türkiye’nin siyâsî yüzünde, oldukça uzun süren bir uykuya dâvet gevşekliği var. Titreme safhasına geçebilir miyiz, bilinmez ama, bu minvâl üzere gidersek, uykunun “koma” denilen çeşidine balıklama dalacağız.

Dışımızdaki güçler neyse de, esas, içimizdeki gâfil ve hâinlerin “der-dest” gayret-keşliği, insanın kanına dokunuyor. Bir büyük devlet, nasıl olur da göz göre göre hatm-i enfâsa iteklenir?

Türk’ün, zorlukları yenme azminin millî mukaddesi olan “Ergenekon”, cüzzamlı ilân edileli beri, uyku ile titreme arasında gün sayıyoruz… Nebbâşlar, tetikte bekliyor.

Mezar soyguncusu, eski tâbirle nebbâş, târihin her döneminde mesleğini icrâ etmiş, hâlâ da ediyor. Sanmayın ki, bu işe soyunanlar sâdece ölüyü, kefeni yoklayan basit hırsız makûlesidir. Bu seviyede kalan bayağı tamah ehlini kaale alıp, mârifetlerini saymaya bile değmez.

Esas nebbâş zümresi, mecâzî ve mânevî mânâda yağma, çapul yapan okumuş-yazmış nâdânlardan teşekkül ediyor. Bunlarla başı derde giren memleketlerin listesi, Türkiye ile başlıyor.

Bahsedilen nebbâş sendromu, son iki asırdır Türk târihini, kültürünü ve ağırlıklı ortaklığımız bulunan İslâm medeniyetini, içi boşaltılmış mezar oyuklarına döndürdü.

2008’in son günleriyle 2009’un Ocak ayını Müslüman katlederek geçirip, bütün âleme kabadayı nârâları atan Yahudi, kendisi hakkında telâffuz edilecek en küçük sitem ve tel’in îmâsını dahî, nebbâşlık sermâyesine katmakta.

Bu, “hem suçlu, hem güçlü” psikozunun Türkiye’deki temsilcileri, başta medya olmak üzere, hemen her çeşit bilgi edinme vâsıtasını kullanarak, târihimizi iğdiş etmeye çalışıyorlar. En çok da, Türk Devleti’ni hasbe’l-kader idâre ve temsil etmekte olanların nebbâş asistanlığı, damarlarımızı târûmâr eyliyor. Mezarlıkta soyulmaktan usandık artık.

Çağrı Bey’in Anadolu’yu keşfetmeye yönelik seferi; zamânı da, zemîni de aklaştıran bir görklü yürüyüş idi. Oğuz alp-erenlerinin ayak bastığı her karış toprak, kirinden arınıp “vatan” ulvîyetine terfî ediyordu.

On birinci asrın şafağında, cihân târihinin en mühim buluşması gerçekleşiyor, Türk’le Anadolu’nun nikâhı kıyılıyordu. Daha Malazgird muştusu gelmeden, o ulu zafer haberinden en az elli sene evvel, Doğu Anadolu “türkü” söylemeye başlıyordu.

Harran Ovası’na kadar uzanan bu “kopuz” tınlamaları, Ermeni asıllı târihçi Urfalı Mateos’un kulağına da uğrayacak ve ona, Çağrı Bey serenadları yazdıracaktı. Çağrı Bey’in ve emrindeki Türk bahadırlarının saçlarıyla, Türk atlarının yelelerini; adâletin ve insanca yaşamanın alâmeti sayan Mateos, bin yıl öncesinden gelen basiretli bir ses idi.

İşlenişi nice karanlık köşeye işmar gönderen bir Ermeni gazeteci cinâyetini vesîle bilip, Türk’ü ve Türklüğü istiskâle yeltenen gâfiller yığını yanında Mateos, ne kadar muhterem ve vakûr duruyor.

Türk’ün Anadolu’da göründüğü ilk ândan bugüne, bu topraklardaki serencâmını, öyle yalan ve dolanla sıkıştırılmış yarım atımlık barut, siler mi zannediyorsunuz? O zaman, veyl Türk’ü tanımayanlara…

Feryâd edenin murâdı; sesinin duyulması, derdine çâre bulunması mıdır, yoksa ortalığı velveleye vermek mi? Dünyâ haritasında, bilhassa Türk’ün kulaklarına yakın yerlerde yükselen figânın, rengi ve kokusu hakkında muhtelif rivâyetler dolaşıyor.

“Mazlûm”un hüviyetine dâir tereddüt bulutları, vicdan ülkesini sarmalamış durumda. Bu vaziyet, şiddetli ağrı ve travmalara yol açıyor. Bunda, mağdûriyete abanmış sû-i istimâl bedenlerinin mühim payı bulunuyor. “Yardım” hâlet-i rûhîyesi üzerine kurulmuş iştah sofraları, sâdece bugünümüzü değil, mâzî ve istikbâle dönük bünyeleri de pusulasız kılıyor.

Art arda gelen feryâd katarları, hızı kesilmeyen yardım kampanyalarına sebep olurken, niyet şampiyonasına yapıştırılan “şike” damgalarını âşikâr eyledi.

Türk-İslâm yaşayışının temel taşlarından biri, elbette, yardımlaşma harcı ile karılmış. Lâkin, son aylarda, yardım havuzunu bulandıran, şüyûu vukûundan beter lâf kalabalığı, bizi en nâzik yerimizden yaraladı.

Mes’ele, yalnız kötü niyetlilerin tesbit ve teşhîri ile halledilebilecek olsaydı, iş kolay olurdu. Esas sıkıntı, bu teşhîre vesile “kem-zâd” lar yüzünden, hakikî ihtiyaç sâhiplerinin yardım alamamasıdır. Cemiyet hayâtımızın altına, kocaman bir çukur açıldı.

“Fevrî” duruş ve davranışların makbûl, hattâ mecbûrî olduğu ânlar, yerler vardır. O esnâda bu fevrîliği gösteremeyenlere, sonraki demlerinde, ancak hayıflanmak düşer. Fakat, aynı düz mantıkla, fevrîlikten sür’atle ve kat’îyetle kaçınılacak zamanları, mekânları da göz ardı etmemeli. Mes’elenin nezâketi, bu sınırı koyup uygulayabilmekte yatıyor.

Şahsî hayâtı ile resmî hayâtını iç içe yaşamak, her siyâsînin alın yazısı, Hele, piramidin üst basamaklarında isen, “şahsî” tâbirini mezâra koyman lâzım. Gelgelelim, Türkiye’de bu fedâkârlığı yapıp, yaramazlık yarışına girişen parmaklarını içeri çekip yenine gizleyen politikacıyı, ara ki, bulasın… Nedret içre nedrettir.

En olmadık toplantıda, seyiricisi bol kalabalık içinde ve en ciddî vaziyet alışlarda sarf edilen sözlerle takınılan tavırlardaki fevrîlik, sâhibini teğet geçse de, temsil ettiği milletle devleti ucuz bahâya pazarlar.

“Devlet adamlığı”nın okulu yok. Hoş, olsa bile, bu iş okulda değil, dimâğda ve damarda öğrenilir. Bunun hakkını verenler, ağızlarından çıkan her harfi, hassas kuyumcu terâzilerinde tartarak kullanırlar. Zîrâ, devlet adamının hatâya düşme ve çam devirme hakkı, lüksü, gasp edilmiştir.

Karacaoğlan’ın meşhûr mısrâında dillendirdiği gibi, “taş, düştüğü yerde ağır”dır…

İçinde yaşadığımız “hengâm”da “hengâme” çıkaranlar, ana hatlarıyla üçe ayrılabilir veya bu patırdıdan meded umanlar makûlesi hakkında, üç farklı durum değerlendirmesi yapılabilir.

Birincisi; bunlar, hakikaten gâfil ve ham-ervâhdırlar. Memleketin içine düşürülmek üzere olduğu gayyâ kuyusundan behre-dâr değillerdir. Nitekim, bu ahvâlin ve de ehl-i gafletin hâl-i pür-melâli sahne-be-sahne arz-ı endâm etmektedir.

İkincisi; bu hengâmeci takımının, şahsiyet bozukluğu ve eksikliği vardır. Tatlı ve câzip dünyâlık teklifleriyle kolay elde edilebilecek arabesk varoş modasının kumaşına bürünmüşlerdir. Bunun emâreleri, çıkmaz sokaklara kadar yayılmış durumda.

Üçüncüsü ve en tehlikelisi, hengâme tahrikçilerinin; önü de, sonu da karanlık birtakım tezgâhlarla, bu azîz vatana bizi lâyık görmeyen şaşı idrâki benimsemiş olma ihtimâlidir. Ne yazık ve hayfâ ki, bu sonuncu durumun doğruluğuna dâir ipucları, hayli bir yekûna ulaşmıştır.

Türk’ün, şu an üzerinde oturduğu vatanının faturası, bin yılı aşkın bir hengâma mâl olmuştur. Her karışında ayrı roman hacmi bulunan bu vatan tutma destânını, ne idüğü belirsiz, derme-çatma bir avuç “hengâmeci”ye fedâ edecek göz, kulak ve el, Türk’ün vücûdunda bulunmamaktadır.

En azından, buna inanmak ihtiyâcındayız…

“Fetret”, târihî bir tâbir olarak, Ankara Muhârebesi’nin ardından Çelebî Sultan Mehmed’in hükümdâr oluşuna kadar geçen on bir yıllık (1402-1413) Osmanlı dönemine alem olmuş.

Timur’un, önüne serilen yığınla fırsatı kullanıp, Anadolu ve Rûmeli’ndeki Türk âlemini perîşân eylediği o trajik zaman dilimi; nice emelimizi erteletmiş, huzûrumuzun ortasına iri iri kor tâneleri koymuştu.

Tabiî ki, yaşanan bahtsızlığı Timur’un sırtına havâle edip köşeye çekilemeyiz. Yıldırım’ın ve oğullarının hiç mi hatâsı, dahli yok? Hem de ne kadar çok… Taht sevdâsı yüzünden, kardeş katline dizi film heyecânı şırınga edilen o on bir yıl, yaşanmamış olsaydı; başta Fatih, Yavuz ve Kaanûnî, başka misyonlar üstlenecekti. Ne var ki, târihin mantığında ihtimâl ve tahminlere yer bulunmuyor.

Ancak; önceki yaşananlar, sonraya ibret huzmeleri gönderebiliyorsa, cemiyet şirâzesini dik tutmaya yararlar. Aksi takdirde, târihin de hiçbir mânâsı kalmaz.

Şimdiki hayıflanmalarımızın ve altımızı oyanlara meydânı bomboş bırakmamızın temelinde, “Fetret”ten, lâzım olacak dersleri çıkarmayışımız duruyor. Vatan toprağının önüne koyu telveler konarken, ihânet ve gaflete âferin çekenlerin yüzünde kızarma bile olmuyor…

“Hayat” sözüne kuma getirilen ve telâffuzu hançereyi yaralayan tufeylî kelime, okul kitaplarından televizyon camına uzanan pek yaygın propaganda sâyesinde, dillerden düşmez oldu.

Bu şekilde, katline fetvâ çıkarılan sâdece “hayât” sadâsı değil elbette ama; “hayât”ı ortadan kaldırılan bir cemiyet, öteki vefât tarz ve sayılarına, pek aldıracak durumda olmuyor.

“Hayâtî” sıkıntılarımızın başına, maalesef bizzat “hayât”ın ber-havâ edilişi geldi oturdu. Utanma, sıkılma, arlanma gibi, hayâ icâb ettiren duygular sırra kadem basalı beri, Türk mâşerî vicdânındaki mihekk taşı, lâzerle eritildi. Bu meyânda, “hayât”ımızın boynuna da infaz hükmü geçirildi.

Hâlbuki, “hayât” söz kalıbına “hayât” veren harflerle kuşatılmış çok zengin, münbit bir kelime tarlamız vardı. Nice deyim, atasözü, bulmaca ile, dilimize peleseng olmuş sayısız mısrâ, nakarât, “hayât”la “hayât” bulmuştu: “Hayât geçirmek / hayâta geçirmek / hayât vermek / hayâta atılmak / hayâta bağlanmak / hayâta küsmek / hayâtı kaymak / hayâtı (nın) bahârı / hayâtına girmek / hayâtını (……e) borçlu olmak / hayâtını kazanmak / hayâtta olmak / âb-ı hayât / ömr-i hayât / özel hayât / kayd-ı hayât / lüks hayât / bohem hayâtı / cehennem hayâtı / çalışma hayâtı / yazı hayâtı…. ilh”.

Şimdi, bütün bu “hayat-bahş” hazineye redd-i mîrâs dâvâsı mı açacağız? Hangi mantıkla?…

“Başarmak”, öyle sübjektif bir mefhûmdur ki, her insanın idrâk ettiği sâniye sayısınca çeşidi vardır. Bu bakımdan, kiminin başarı addettiğini, kimisi hiç kaale almıyor.

İnsan fıtratının, günlük hayâta akseden şuâları, başarı hânesinin aydınlık, loş, izbe ve karanlık hâllerine tercümanlık ediyor. Yoğurt satıcılarının ağzından, aslâ ve kat’â, “ekşi” lâfı dökülmüyor.

Egoizm, her çağda fanatik taraftar bulmakta hiç zorlanmamış. Deli Dumrul’un anne ve babasının, “tatlı can”larına sarıldıkları o destânî havadan bile, faldır faldır enânîyet suları dökülüyor.

İşte bütün mes’ele, “tatlı can”dan ferâgat noktasında toplanıyor. “Önce can, sonra cânân” deyişinde de, hiç mübâlâğaya gitmeden, keseri kendinden tarafa yontma faaliyeti var.

Fedâkârlık vâdisinden yükselen cılız sesler, narsist ve bencillerin korosuna güç yetirip de merâmını anlatabilir mi? Bu, her devirde ütopik takılma seviyesini aşamamış.

Günümüzde de, zamâne dilinde ve kaleminde hafife alınıp makaraya sarılan “vatan, millet, Sakarya” hecelemeleri, belki farkında değiliz ama, şah damarımıza değdirilmiş kama gibi duruyor. Damarın delinmesine ramak kalmış. Biz hâlâ “teğet”in geometrik târifiyle uğraşıyoruz…

Bâzen, güzel vatanımızın toprağını kastederek onun bereketinden ve zengin mahsûl çeşitliliğinden vatandaşlık gurûru duyarız. Fakat aynı azîz coğrafyanın, epeyi zamandır “kaliteli” ve “lider vasfını hâiz” devlet adamı yetiştirmede “çorak” kaldığını fark etmez görünüyoruz.

Fizikî zemîn ile mânevî zemînin, böylesine zıt grafikler çizmesinde, âmiyâne mânâsıyla, “arabesk” takılmaların çok, ama, çok fazla rolü var.

Her geçen zaman bölümü, iz’ân ve irfânımızdan önemli kısımlar aparıyor. Ne muazzam hacimde bir örf yekûnumuz varmış ki, hâlâ kendine yüklenecek hasım buluyor. Lâkin, havuzun dibi görünmeye başladı. Bu, vahâmetin ulaştığı noktayı pek açık işâret ediyor.

“Devlet adamı” fıkdânının arkasındaki mânevî yoksulluğumuz, öteki sâhalara da acıklı uzun hava nağmeleri gönderiyor. Zâten, devletine lâyık “adam” yetiştiremeyen bir cemiyetin, başka taraflarını çevirmeye ne hâcet? Vaziyet, tekmil trajik duruşlarıyla poz üstüne poz veriyor.

Memleketin dâhilindeki bütün mes’eleleri “arapsaçı”na çevirenler, sanki herşey yolundaymışcasına, “Arab” âlemine -gûyâ- nizâm verme işgüzârlığına girişiyorlar… Daha TRT 6’nın, Türk gözünden akıttığı yaşlar kurumadan, densiz toprak talepleri kulaklarımıza kene misâli yapıştı…

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -