Ana Sayfa 1998-2012 FETHİN 555. YILDÖNÜMÜNDE BİZ, ROMALILAR

FETHİN 555. YILDÖNÜMÜNDE BİZ, ROMALILAR

gokturkomer@hotmail.com

- Reklam -

Târih, yazının ortaya çıkmasıyla, insanlığın mâcerâsına dâir bilgilerimizi suskun maddî kalıntılarla değil yazılı kaynaklarla tâkip etme olanağına sâhip olduğumuz zaman başlamıştır. Yazının M.Ö. 4000-3500 arasında bitek Mezopotamya havzasında kullanılmaya başlandığı günden yaşadığımız çağa kadar ortalama 6000 yıl geçmiştir. Şüphesiz insanoğlu bilimsel verilere göre ilk taş aleti yonttuğu günümüzden 2,5 milyon yıl önce yeryüzünde adımlamaya başladığına göre yazıyla mukayyet devirlerimiz târih öncesine oranla kronoloji cetvelinde çok küçük bir yer kaplamaktadır. Bununla birlikte insanlığın en mühim atılımları bu kısa dönemde gerçekleşmiştir. Roma İmparatorluğu da bu atılımların en önemlilerinden biri, belki de başlıcasıdır. M.Ö. 116–27 yılları arasında yaşamış olan Varro, konsül listelerini esas alarak Roma’nın kuruluş târihini M.Ö. 753 olarak önderdi ve o zamandan sonra bu târih, şehrin geleneksel kuruluş yılı olarak kabûl gördü . Demek ki bu efsânevî kuruluş yılını başlangıç sayarsak; kendisini Romalı diye adlandıran halkı ve başında Caesarlar’ın vârisi olduğuna inanan imparatoruyla cılız varlığını cansiperâne savunan “Bizans”ın düştüğü M.S. 1453 yılına kadar 2206 yıl geçmiştir. Bu da demek oluyor ki târihsel çağların üçte birini Romalıların sergüzeşti oluşturmaktadır.

Roma insanlığa çok şey bırakmıştır. Arap anlağı Hellen felsefesini nasıl Orta Çağa taşımışsa Romalılar da aynı mirâsın korunması ve aktarılmasında pay sâhibi olmuşlardır. Önceleri Hellen tesirinde kalmış olsalar da sonra kendilerine özgü, orijinal bir uygarlık ortaya koymuşlar; sanatta, târih çalışmalarında, günümüzde bile modern hukukumuzun temelinde yer alan yasa koyuculukta eski dünyâyı etkilemiş ve etkilemeye devam etmektedirler. Akdeniz havzasını Romalılık etrafında şekillenen hukukî bir birliğe, ardından da kültürel bir vahdete kavuşturmuşlardır. Biz Türklerin de Roma mirâsıyla nasıl bir etkileşim içinde yer aldığımızı ve bu mirâs üzerindeki hakkımızı dillendirmek ve savunmak gerekmektedir. Mâdem ki kendisini Rum ülkesinin egemeni kabûl eden veya Kayser-i Rum unvânını kullanan hükümdarlarla benzer bir süpremasiyi kurmuş ve hâlâ özlenen bir sinkretizmayı asırlarca işletmiş, aynı büyük şehirden evrensel bir ülküyü yürütmüşüz, o zaman bu konuda söylememiz gereken bir şeyler olması lâzımdır.

Georg Ostrogorsky Geschichte des Byzantinisches Staates (Bizans Devleti Tarihi) adlı eserinde Bizans târihinin öncelikle Roma târihinin yeni bir devresi ve Bizans devletinin kadim Roma İmparatorluğunun bir devamı olduğunu ifâde eder. Her ne kadar zamanla Romalı temellerinden uzaklaşmış olsa da Bizans adı verilen devlet kendisini Roma devleti kabûl etmiş, halkı da hiçbir zaman kendilerini Bizanslı olarak tanımlamamıştır. Kendilerini her zaman Romalı görmüş, imparatorlarının da Roma Caesarlarının halefi olduklarına inanmışlardır. Evrensel imparatorluk ülküsünden ve fikrinden vazgeçmeyen “Bizans” Roma orbisine âit olan bütün memleketler üzerinde egemen olma iddiasını da korumuştur. Özellikle erken dönemde, İmparator Justinianus’un Orbis Romanusa hâkim olmak düşüncesiyle İtalya’yı, Kuzey Afrika’yı ve İspanya’nın güneydoğu kıyılarını işgâl etmesi bu durumun fiziki kanıtlarındandır .

Bizans adı literatüre Alman târihçi Hieronymus Wolf’un 1557 yılında yayınladığı Corpus Historiae By¬zantinæ adlı eserle geçmiş ve yaygın kabûl görmüştür. Kitabın yayınlandığı târih önemlidir; zira bu târihte gerek Orta Avrupa’da gerekse Akdeniz’de Roma imparatorluk mirâsı için iki devlet zorlu bir çekişme hâlindedir. Bir yanda Konstantinopolis hükümdârı I. Süleyman’ın Osmanlı İmparatorluğu diğer yanda aynı zamanda Kutsal Roma Germen İmparatoru kabûl edilen Habsburg hânedânından V. Karl’ın İspanyası. Sultan Süleyman, Karl’ın Roma İmparatoru unvanını asla kabûl etmemiş ve kendisinden hep İspanya Kralı olarak bahsetmiştir. Kanûnî’nin önce makbul sonra maktul İbrahim Paşa’sı elçilere verdiği söylevde bu kabûlü ve Osmanlı İmparatorluğunun Roma’nın vârisi olduğunu açıkça dillendirmiştir: “Divan-ı Hümayun, Charles-Quint’i İspanya Kralı ve Ferdinand’ı da onun Viyana valisi olarak tanımaktadır. Avrupa’da Augustus’tan beri tek imparatorluk tâcı olduğu malumdur. Bu, Roma İmparatorluk tâcıdır. Şimdi bu tâcı, Türk hakanı olan zat taşımaktadır. Zira kayserlerin meşru halefi odur. Charles-Quint’in imparatorluk iddia etmesi küstahlıktır, gayr-i meşrudur. Almanya, yani Batı Roma tâcını da rüşvetle elde etmiştir, bu bakımdan imparatorluk iddiası hukuki bir mesnede dayanmamaktadır.”

- Reklam -

Osmanlı İmparatorluğu Doğu Roma İmparatorluğu’nun egemen olduğu coğrafyada yeni bir güç ve atılımla aynı egemenliği kurduğu ve hem 60 yıl kadar Bütün Roma İmparatorluğu’nun hem de 1000 yıldan fazla bir süre boyunca Doğu Roma’nın başkenti olan Konstantinopoli s’e sâhip olduğu için bu verâset kavgasında kendi meşruiyetini inhirafsız ve net bir şekilde savunmuştur. Bu kavga, Osmanlı’dan da eskidir ve papalığın silâhlı bir hâmi, Roma İmparatorluk idealinin ateşini canlı tutacak bir siyâsî hegemon arayışına girdiği Charlemagne zamanında başlamıştır. Batının bu tutumu o zamanlar da Doğu Roma’nın canını sıkan bir durum olmuş, batının türedi imparatorlarını tanımak istememişlerdir. Neticede bu tutum zamanla siyâsî bölünmüşlüğü derinleştiren kilise ayrılıkları (Büyük Hizip: 16 Temmuz 1054’te kardinal Mourmoutiersli Humbert başkanlığındaki papalık heyeti Konstantinopolis kilisesini aforoz etmişti .) ve Lâtinlerin 1204’te Doğu Roma’nın başkentini yağmalamasıyla doruk noktasına ulaşacak bir nefrete dönüşmüştür. Grandük Lukas Notaras’a Türk sarığını Lâtin serpuşuna tercih ettiren de bu nefrettir.

Hieronymus Wolf’un Romalılığı vermek istememesi ve doğudaki târihsel oluşumu Bizans yaftasıyla etiketlemesinin ardında şüphesiz aynı coğrafyada egemen olan Osmanlı’nın bu mirastan dışlanması ve Roma-Germen imparatorluğuna meşruiyet kazandırma amacı yatmaktaydı. (Fakat Voltaire’in dediği gibi bu devlet “ne kutsal ne Romalı ne de imparatorluktu”)

İlber Ortaylı gibi Ingmar Karlsson da Osmanlı İmparatorluğunu üçüncü Roma veya Müslüman Roma olarak tanımlamıştır.

Şüphesiz ki Osmanlılar’ın iddiâsının temelinde İstanbul’un ellerinde bulunması gerçeği yer alıyordu. Zira kim Roma’nın başkentine sâhip olursa Roma İmparatoru odur. 11. yüzyılda Kekaumenos’un Strategikonunda bu inanışın bir “Bizans” kabûlü olduğundan bahsedilir . Bu, kimi batılılarca da onaylanmıştır. Venedik signoriası, İstanbul’daki balyozu Battista Gritti aracılığıyla Fâtih’e Brindisi, Taranto ve Otranto’yu almayı hak ettiğini çünkü buraların “Bizans”ın parçaları olarak Konstantinopolis’in hükümdârına âit olduğunu söylemiştir . Papa II. Pius’un Fâtih’e Hıristiyan olması durumunda kılıç zoruyla aldığı Roma hükümdarlığını meşru olarak verebileceğini belirttiği mektubu meşhurdur. Sultanı Romalıların gerçek otokratı olarak tanımak için din değiştirmesine gerek görmeyen ve onu bu şekilde kabûl edenler de vardı. 1466 yılında George Trapezuntios sultana yazdığı mektupta “senin Roma İmparatoru olduğundan kimse şüphe duymasın” demekte ve eklemektedir: “Roma İmparatorluğunun başkentini elinde bulunduran kişi meşru imparatordur. Roma İmparatorluğunun başkenti ise Konstantiniyye’dir. Bu yüzden bu şehir kimin elindeyse imparator odur. Ama siz bu tahtı insanlardan değil, Tanrı’nın yardımıyla savaşarak aldınız. Bu yüzden meşru Roma İmparatoru sizsiniz… Roma İmparatoru olan kişi ise bütün dünyânın imparatorudur” Her ne kadar Roma’nın erken devirlerinde farklı görevleri üstlenen magistratuslar arasında paylaşılmış olsa da asırlar içinde imperium, emretme yetkisi anlamına gelmek dışında mutlak hükümdarlığı karşılayan bir kelime olmuştur. “Mutlak” kaydı da bu yetkinin tek olduğunu ve paylaşılmazlığını ifâde eder .

Neticede Sultan II. Mehmed, Konstantin’in şehrini fethettiğinde şehir ne eski görkemine sâhipti, ne de siyâsî gücüne; ama fethin semiyotik anlamı çok büyüktü. Macar Kralı Matthias Corvinus’un Papa IV. Sixtus’a gönderdiği Ladislas Vetesius adlı elçiye göre Osmanlıların nihâi hedefi Roma şehri idi . Bu da doğunun hükümdarının (Fâtih’in) Roma orbisini yeniden birleştirme çabasında Justinianus’la ülkü birliği yaptığını göstermektedir. Babinger’e göre Fâtih’in nazarında Konstantin’in şehri Roma’nın doğuda yerleşmiş kızı idi ve kızını aldığına göre anasını da alması mukadderdi . Elçinin sözlerindeki doğruluk aslında uzun zamandır batıyı tedirgin eden ve bilinen bir durumdu. Fâtih’in bir gün İtalya’yı yutacağı düşüncesi papalık ve bütün şehir devletlerinin ortak korkusu hâline gelmişti. Sonuçta beklenen olmuş; Fâtih, Gedik Ahmed Paşa’ya Otranto Boğazı’nı geçerek Apulia’ya gitme emrini vermiştir. Otranto Türkler’in eline geçmiş, Lecce, Brindisi ve Taranto’ya uzayan akınlar gerçekleştirilmiştir . Çizmenin “topuğuna bastığımız” bu günler, Aziz Petrus’un korkak halefinin Roma’yı terk etmeyi bile düşündüğü günlerdir.

- Reklam -

Babinger, Osmanlı İmparatorluğunun sınırlarıyla eski imparatorluğun sınırları arasındaki benzerliğe ve her ikisinin gerilemesinin benzer biçimde sınır bölgelerinin yitirilmesiyle gerçekleştiğine dikkat çeker. Ayrıca Osmanlı sarayının eski göçebe alışkanlıklarından sıyrılıp “Bizans” sarayına benzemesi, Palaiologosların bürokrasisinin Osmanlı teşkilâtına yansıması ve Osmanlı’daki askerî ihtiyaçlara göre belirlenen bölgesel ayrımların Roma’nın provinciaelarına benzemesi de bu bağlamda dikkate değer konulardır .

Bertoldo di Giovanni’nin yaptığı 1480’e târihlenen II. Mehmed madalyonundaki ikonografide pâdişahın pagan Roma sembolleriyle gösterilmesi de enteresandır. Madalyonun arka yüzünde Fâtih’in elinde Bolluk ve tâlih Tanrısı yâni Bonus Eventus bulunmakta ve muzaffer arabasını savaş tanrısı Mars çekmektedir. Hemen altta kara ve denizlerin personifikasyonlarının yer aldığı madalyonun ön yüzündeyse “Asya, Trabzon ve Büyük Yunanistan İmparatoru Mehmed” yazmaktadır .

Evrensel Târih yazma geleneği odağında büyük ve kudretli bir devletin yer aldığı genel târih anlayışına bağlıdır. Sicilyalı Diodoros’un “Bibliotekheke Historike”si bir evrensel târihtir . Pompeius Trogus da bir dünya târihi yazmıştır ve “Historiae Philippicae” adını taşıyan eserinin ağırlık noktasını Makedonya târihi oluşturmaktadır . Neticede M.ö. 4. asrın dünya gücü Makedon Krallığıydı ve Roma egemenliğine girdiği târihe kadar ciddî bir güç olmayı sürdürmüştü. 16. yüzyıla gelindiğinde gerçek dünya gücünün Türklerin elinde olduğuna şüphe yoktur ve bu asır pek çok târihçi tarafından Türk asrı olarak kabûl edilmiştir.

Francesco Sansovino işte bu asrın ortasında, 1560–1561 yıllarında üç fasikül hâlinde “Dell’Historia Universale dell’Origine et Impero de’Turchi” (Türklerin Kökeninin ve İmparatorluğunun Evrensel Tarihi Konusunda) adlı kitabı derler . Bu târih, Osmanlıların Cerbe’de Kaptân-ı Deryâ Piyâle Paşa komutasındaki donanmalarıyla İspanyolların başını çektiği Haçlı donanmasına karşı büyük bir zafer kazandığı târihtir ve Roger Crowley Akdeniz egemenliği için verilen on yılların mücâdelesi içinde Cerbe’yi şu sözlerle tanımlamıştır: “Osmanlı deniz gücünün doruğundaydı. Taraflardan birinin hâkim olunamaz denizi tamamıyla denetimi altına aldığını iddia edebileceği bir an varsa, o gün yaşanmaktaydı” İşte böyle bir dönemde yayınlanan “Türklerin Evrensel Tarihi”nin (üçüncü baskıda kitap bu adla çıkmıştır) girişinde Sansovino şu açıklamayı yapar: “…Türk hükümdarının devletinin her zaman en fazla saygınlığa layık olduğunu düşündüm… Eğer kökenlerini araştırırsak ve dikkatli bir biçimde iç ve dış işlerini gözden geçirirsek, gerçekten Romalıların ordu disiplinin, itaatinin ve talihinin, bu devletin yıkılışından sonra, bu ırka geçmiş olduğunu söyleyebiliriz.” 1571’de bu esere ek olarak yayınladığı “Annali Turcheschi”ye yazdığı girişte de aynı savı sürdürür: “…Bunlar adı geçen Romalıların mirasçısı olarak…”

Türkler Roma egemenlik alanının üzerinde yeni bir imparatorluk kurarak bu mirâsın siyâseten sâhibi olmadan önce kimi Avrupalılar tarafından doğrudan kan bağıyla Roma’ya bağlanmışlardı. Venedik doçu Andrea Dandolo (öl. 1354) Türk milletinin kökeni ile ilgili olarak şunları kaydeder: “Türklerin vatanı Kafkas dağlarının arkasındadır, kökenleri Troyalılar kralı Priamos’un oğlu Troilos’un oğlu Turkos’a dayanmaktadır.” İstanbul’un fethinden 16 yıl önce şehre gelen Katalan Pero Tafur da o sırada şehirde herkesin ağzında şu sözün olduğunu kaydeder: “Türkler Troya’nın intikamını alacaktır.” Bilindiği üzere Troya şehri batıdan gelen Yunanlar tarafından tahrip edilip ele geçirildikten sonra Aeneas adlı kahraman, oğlu Askanios ve babası Ankhises ile şehirden ayrılarak yeni bir kent kurmak üzere arayışa girer ve çeşitli mâceralardan sonra Orta İtalya’daki Latium’a yerleşir. Oğlu Askanios burada Alba Longa şehrini kurar ve soyundan gelenler uzun yıllar bu şehri yönetir. Burada egemen olan kral Numitor, kardeşi Amilius tarafından tahttan indirilir ve çocukları öldürülür. Kızı Rhea Silvia da evlenememesi için Vesta Tapınağına râhibe yapılır. Amaç, bir Vesta râhibesinin hâmile kalmasının cezâsı ölüm olduğundan, başka vârislerin doğmasını engellemektir; fakat Silvia’nın savaş tanrısı Mars’tan ikiz çocukları olur: Romulus ve Remus. Bunun üzerine Amilius Silvia’yı Tiber Nehri’ne atar, ikiz çocukları da bir sepetin içine koyarak aynı nehre bırakır. Kıyıya sürüklenen ikizler, kendilerini bulan bir dişi kurt tarafından emzirilir. Delikanlılık çağına geldiklerinde de Amilius’u öldürüp tekrar Numitor’u Alba Longa tahtına çıkarırlar. Kendileri de kıyıya sürüklendikleri yerde bir kent kurmaya girişirler. Palatinus Tepesinde kentin sınırları sabanla çizilmeye başladığında Remus’un saban izinin üzerinden atlamasına sinirlenen Romulus anlık bir öfkeyle kardeşini öldürür. Bundan sonra yeni kurulan kenti nüfuslandırmaya girişir. Bu erkek topluluğu daha sonra komşu Sabinlerin kadınlarını kaçırarak yeni bir toplum oluşturur. Roma şehri, hikâyesi Vergilius’un, Roma’nın kuruluş destânı kabul edilen, “Aeneis”inde anlatılan Aeneas’ın soyundan gelenlerce bu şekilde kurulmuş olur . İşte Julius Caesar ve ilk Roma imparatoru Augustus’un da içinde bulunduğu Julius âilesi kökenini bu Aeneas’a bağlamıştır. Aeneas’ı memleketinden ayrılmaya zorlayan ve batıdan gelen Yunan işgâlinin öcünü yine Troyalıların torunu kabûl edilen ve doğudan geri gelen Türklerin alması fikri bu efsâneden neşet etmiştir.

Fâtih’in Yunan târihçisi Kritovulos, kitabında bu kabûlü, Troya harabelerini gezen sultânın dilinden şöyle aktarmıştır: “Fatih hazretleri burada Achilleus, Ajas vesair kahramanların gömülü bulundukları yerleri araştırmış, Homeros’un büyük sitayişe söz ettiği bu kişileri ve yaptıkları büyük hizmetleri hatırlayarak haklarında takdirkâr hislerini belirterek kendilerini methetmişlerdir. Padişahın başını sallayarak şu sözleri söylediği rivâyet edilir: ‘Cenabı Hak, beni bu şehrin ve halkının müttefiki olarak bu zamana kadar sakladı ve korudu. Biz bu şehrin düşmanlarına galip geldik ve onların yurtlarını aldık. Burasını Makedonyalılar, Tesalyalılar ve Moralılar almışlardı. Bunların biz Asyalılara yaptıkları kötü davranışların intikamını, aradan birçok yıl geçmesine rağmen onların ahfadından aldık.’

Görünen o ki Kritovulos’a bakarsak Pero Tafur’un aktardığı inanışa Fâtih de sâhipmiş. Bu kavrayış sultanın “üniversal entelektüel” karakterini ortaya koyması açısından da önemlidir. Oysa Babinger Fâtih’in bir Rönesans prensi olarak kabûl edilmesini hayalcilik ve kahramanlara tapma eğilimi olarak değerlendirmiştir . Murat Belge de bu görüşe katılır; fakat bir ihtiyat payı da koyar ve “koşulları kadar kültürü de Rönesans prensi dediğimiz insan tipine benzemesine fazla imkân tanımıyordu. Buna rağmen bütün Osmanlı hanedanı içinde o karaktere en yakın padişah gene II. Mehmed’dir” der. Oysa İlber Ortaylı bu konuda çok net konuşur: “15. asırda, Rönesans’ın ortasında bizim karşımıza bir büyük Rönesans hükümdarı çıkmıştır. 15. yüzyıl Rönesansı’nın devlet yöneticisi, hükümdar portresi nerededir derseniz Fransa’ya, Roma’ya bakmayın. O portre İstanbul’dadır. Bu çok açık bir gerçektir. Bunu da ben söylemiyorum, başkaları söylüyor.” Ortaylı da Fâtih’i bir Roma İmparatoru olarak görür ve Onun “bazı büyük Roma imparatorları gibi protokol ve dünya çizmekteki marifeti”ne değinir . Halil İnalcık’a göre de farklı gelenekleri mezcederek klâsik Osmanlı pâdişah tipini yaratan Fâtih’tir .

Kendisi için Roma Kayseri unvanını kullanan Fâtih’in ferâset ve kültürel derinliği tartışılamayacak kadar açıktır. O, hayattayken Roma İmparatorluk mirâsını yüklendiğinin bilincinde olduğu gibi ölümünden sonra da bu mirâsı terk etmemiştir. Pagan çağlarında on iki tanrıya ithaf edilen bir temenosun yerine M.s. 4. yüzyılın ikinci çeyreğinde İstanbul’un kurucusu I. Konstantinos tarafından kendisi ve hanedanının mezar-kilisesi olmak üzere Havariyyun Kilisesi inşâ edilmiştir. (Ölünce buraya defnedilen imparatorun naaşı daha sonra Aziz Akakios’a nakledilmiştir) . Doğu Roma’nın büyük imparatoru Justinianos da öldüğünde bu kilisedeki heroona defnedilmiş, kimi aziz ve patriklerin ölüleri de imparator naaşlarına eşlik etmiştir. İşte tam da bu yapının yüzyıllar sonraki harabelerinin üzerine 1463–1470 yılları arasında “Ebü’l-fütûhât ve’l-megâzi Sultan Mehmed Han Gazi” tarafından bir vakıf külliyesi hâlinde, adını taşıyan ve selâtin camilerinin ilk örneği olan yapı inşâ edilir. Kadim Roma imparatorlarının kutsal alanında yükselen Fâtih Camii’nin kurulduğu alanın seçimi mutlaka bilinçli bir seçim olmalıdır. Zira onların mezarlarının üzerinde Fâtih’in türbesi de yer alır. Bu tercih, imparatorluk mirâsının göstergebilimsel bir ilişkiyle onaylanması ve sürdürülmesinden başka bir anlam taşımamaktadır. Nasıl ki Büyük İskender kendisini yıktığı Pers tahtının vârisi olarak görmüş ve hatta kendi adamlarınca ihânete uğrayıp katledilen III. Darius’un intikâmının tâkipçisi olacak kadar bu mirâsı özümsemişse, Fâtih de hem öykündüğü hem aşmayı istediği İskender gibi, Roma İmparatorluğu’nun vârisi olduğuna inanmıştır.

Bu muazzam emperyal verâset davasını gütmekle Fâtih çok büyük bir “kurucu” kişilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Ortaylı bu ve bununla bağlı bazı konularda bugünkü Türk milliyetçiliğinin “Fatih Sultan Mehmed’in emperyal tersimlemesini anlamadığı için gaf yapmakta…” olduğunu söylese de bu tam anlamıyla doğru değildir. Çünkü birtakım meseleler ananevi uygulamaları tâkip etmeyi zorlaştıran siyâsî sıkıntılarla mâlûl hâle gelmiştir. Cumhuriyet kurulana kadar İstanbul’un eski adının resmî kullanımda olması; fakat bu târihten sonra farklı duyarlılıkların oluşmasıyla bu isme karşı takınılan milliyetçi tavır bu duruma örnek gösterilebilir. Neticede bu tavrın anlamsız olduğu, İstanbul adının da Yunan kökenli olduğu bilgisiyle iddia edilebilir. Buna karşın ismin “millî” bir nitelik kazanması ve bu şekilde onaylanması onun Yunanîliğini bastıran bir benimsemeyi işâret eder. Aynı durum artık târihe karışan kapitülasyonlar veya hâlâ güncel olan patrikhâne konusunda da geçerlidir.

Yine de Ortaylı’nın dediği gibi Fâtih örneğini tâkip etmek önemlidir: “Bazı sorunlar kasabalının görüşüyle değil, bir imparatorluğun görüşü ve tersimciliğiyle halledilir. O zaman bu mirası kullanalım.”

Fethin 555. yıldönümü kutlu olsun!

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -