Ana Sayfa 1998-2012 Feryâdı Duymayan Edebiyât ve Budatma Sipârişi

Feryâdı Duymayan Edebiyât ve Budatma Sipârişi

Feryâd etmek, bâzen suç üstü delîli sayılıyor. Yâni, her çığlığı basanın mâsûm ve de mağdûr olmadığı kanaati, aklın eyerine oturuyor.

- Reklam -

Bütün Dünyâ’yı saran, sarsan bir ekonomik sıkıntıdan bahisle, Türkiye’nin piyasa aktörleri, epeyidir bağırıyorlar. İçlerinde, hakikî vaziyetini göstermek için ses yükseltenleri bulunsa da ekonominin işâret okları hangi yöne giderse gitsin, devamlı kazanan “hep bana”cılar, duruma el koymuşlar. İşin garîbi, gözyaşı dökme şampiyonasında finişe en yakın olanlar da onlar.

Memleketin, kendi yağıyla kavrulan ezici ekseriyeti, bu mâlî vaziyetin haberlerini gözü ve kulağı ile tâkib edip, her zamanki vakarı içinde günlük hayâtını sürdürüyor. Sâde ve sokaktaki vatandaş için “ekonomik kriz”; evvelinde de, âhirinde de “medyatik malzeme”nin ötesine geçmiyor.

Aynı arastada icrâ-yı meslek eden esnafdan, nafakasını temin ile şükre yönelip siftahsız komşusuna müşteri gönderen atalarımız vardı. Bize ne oldu da, “her şey sonuna kadar ve tamâmen benim olsun” diye tepiniyoruz?

Bölüşmek, paylaşmak, acıya-sevince ortak olmak başlıklarını sosyal klişeli kürsülere hediye eden Müslüman-Türk geleneği, hangi aşılmaz dağın arkasında kaldı?

Rakamların diline bakarak devirdiğimiz günler; gönlümüzü, yüreğimizi paslandırıyor. Fakat, bunu hakkıyla ifâde edecek edebiyâtımız kalmadı.

Edebiyât tedrisâtı, sizlere ömür. Bu cenâze tedârikinde pek çok sebep rol oynadı ama, üniversite imtihânındaki komprime soru şekli, elebaşılığı inhisârına aldı. Test tarzındaki ve çoktan seçmeli cevâba dayalı imtihan, “edebiyât”ın rûhunu kuruttu.

- Reklam -

Aynı imtihânın ortaöğretime âyârlanmış biçimi, Türk çocuğunun beyin faaliyetini, daha yeşerme imkânı bulamadan dumûra uğrattı.

Artık, gazel, kasîde lezzetiyle tanışmak, hayâl ötesine uçuruldu. Reşat Nûri’nin, Yakup Kadri’nin duru ve nâmuslu Türkçelerine, “sâdeleştirme” bahânesiyle balta sallayan iz’âna da rahmet okutacak bir “edebiyatsızlığı”, gözümüzün içine sokuyorlar.

Hâlbuki, bir milletin büyüklüğüne esâs olan kriterler; soldan sağa da, yukarıdan aşağı da “edeb”den başlar. “Edeb”siz bir söz kalabalığına, hangi insaf ölçüleriyle “edebiyât” ruhsatı vereceksin?

Alnımıza yapıştırılan ve kaderimizmiş gibi lânse edilen terbiyesizlik, aslâ “edebiyât” bahçesine giremez. Ecdâdın, “edeb yâhû” sitemini, ucuz bahâya satın alıp, “hangi edeb?” soytarılığına karıştıranlar, düzine hesâbıyla Nobel alsalar, ne yazar?

Bu memlekette, “yeni” etiketiyle takdîm edilen nice züppelik, “eski”nin ağırlığına tahammül edemeyecek hafiflik ve basitliklere düştü. O, zillet zelzelesine tutulan edebsizlik ehli, bir gün kendilerine lâzım olacak “insâniyet”i, mezardan kaldıracakları “edebiyat”dan isteyecekler…

- Reklam -

“Hayâtiyet”, daha ilerisi felâket olan sınır boyudur ki, o mahallin sâkinleri, hep yalınkılıç nöbettedir. Fakat, hayâtiyetin umursamazları da mütemâdî bir nüfus artışı gösteriyor. Söylemesi ve de inanması kolay değil ama; o, umûra bîgâneler, bugün Türkiye’nin kaderine hükmediyor.

Utanma duygusu çuvala gireli beri, altımızdaki atın gemini boşalttık. En son, bir müezzin (!)in, câmideki husûsî odada, nikâh vaadiyle bir kadına uygunsuz davranışta bulunduğunu, haber yaptılar. “Eceli gelen köpek, câmi duvarına siyermiş” sözü bile, bu hâdisenin yanında acz içinde kalıyor.

Vitrinde seyredilen acınası ve utanılası duruma, birdenbire gelmedik. Kademe kademe, her gün bir kaleyi yıkarak, fütûrsuzluğu bayrak yapıp sallaya sallaya, “hayâtiyet” hassâsiyetini ortadan kaldırdık.

İnsan soyunun, hayâtiyet limiti dolunca, hayvânî renge nasıl fırça sallayacağını, bu müezzin (!) vak’ası çok güzel anlatıyor.

Cemiyet hayâtının, ifratla tefriti frenleyen mekânizması, “hayâtiyet” balatalarına bağlıdır. Bunlar kopunca, geriye enkâz namzedi bir et-kemik mahşeri kalıyor.

Bu vaziyetteki his yoksullarına, hangi niyet ve maksatla, “vatan, millet, hayâtiyet” tâbirlerini anlatacaksın? Boşuna zahmet. Zîrâ, bütün vidalar yalama olmuştur. Tornovidayı dayadığın nokta, etrâfında beyhûde dönüş hareketi yapıyor.

Âd, Semûd kavimlerinin, Sodom ve Gomore’nin âkıbetleri, ihtiyaç duyulan ibret mikdârını verememişler. Kabahat kimin? “Hayâtiyet”in yokluğu, issediliyor mu?…

“Geniş zaman” kalıbında dile getirilen hâdise ve gelişmelerin iki ucu da açıktır. Her hâle uygun düşebilecek bir karakterleri vardır. Bu yüzden, “darb-ı mesel” pâyesi almış sözler, kâhir ekseriyetle geniş zamanlı elbise giyerler.

Kâşgarlı Mahmud’un ilk def’a yazı ile tanıştırdığı; pek lâtif, pek hakîm bir Türk atasözü: “Kişi alası içtin, yılkı alası taştın.” kelimelerine ses vermişti. Bugünün Türkçesine: “İnsanın alası içinde, hayvanın alası dışındadır.” diye aktarılabilecek bu, tülbendden süzülme kelâm şerbeti, geniş zamânın bütün hacim imkânını, muhteşem biçimde kullanıyor.

Dünyâ durdukça, insanın ve hayvanın alası masadan çekilmeyecektir. “Ala” üzerine muhabbetin ibresi, lekeleyici mânâları gösteriyor. “İçten pazarlık”tan başlayarak; günâha, ayıba, harâma, nifâka, ihânete, küfre, zulme… kilometre taşı döşeyen “ala” tugayı, eskiden hayvan hızına bel bağlamışken, el’an motorize ve elektronize sıfatlar takınmıştır.

İnsanın, içinden geçenleri gizleyebilme kâbiliyeti, hayvanda da bulunsaydı, âkıbet nasıl tecellî ederdi? Burada efdâl mevki kimde dersiniz?

“Ala” üstündeki insânî ve hayvânî etiketler pazara çıkadursun, devletlerin “ala”lıkları insana rahmet okutturuyor. Bunca muhârebeye, kıtâle rağmen, siyâsî arena hâlâ “ala”dan “âlâ”lar semirtiyor… Ebâbil kuşlarının taşlama vakti, yine gelir mi?

“Ebâbil”, ilâhî cezâlandırma literatürüne girmiş bir kuşun adı. Aklı sıra Kâbe’yi yıkmaya gelmiş Ebrehe’nin ve onun komuta ettiği küfür ordusunun karşısına, Allâh’ın Evi’ni koruma misyonuyla çıkarılmış ebâbil kuşları, “Fil Sûresi”nin her kıraatında, ulûhiyet havuzundan su içiyorlar.

Hz. Peygamber’in dedesi Abdü’l-Muttalib, o esnâda Kureyş’in reisi sıfatıyla, Kâbe’nin bekçiliğni yapıyordu. “Ebrehe” adındaki zulüm makinasının Yemen’den yola çıkıp Mekke önlerine geldiğini ve maksadının Kâbe’yi imhâ olduğunu söylediklerinde, Abdü’l-Muttalib -asıl adıyla Şeybe-, hiçbir fevkalâdelik içine girmemiş, gündelik işlerine devâm etmişti. Bu tavrı, ihmâl veya korkaklık tarzında değerlendirilip:

“– Kâbe, büyük bir istilâ hareketiyle karşılaşmışken, senin bu hâlin nicedir? En küçük bir telâşı bile üstünde taşımıyorsun, nedendir?”

diye sorulduğunda da, Dünyâ târihine geçen meşhûr cevâbını haykırmıştı:

“– Ben, Kâbe’nin bekçisiyim, sâhibi değil… Eğer, Kâbe için bir tehlike söz konusu ise; o zaman, bunu sâhibi düşünsün ve tedbîrini alsın…”

İşte, ebâbil kuşlarının Mekke semâsını kaplaması ve ağızlarında taşıdıklan mercimek tânesi büyüklüğündeki taşları Ebrehe ordusuna fırlatmaları; Kâbe’nin Gerçek Sâhibi’nin takdîr ve tedbîri şeklinde tecellî etmişti…

Dobra dobra her şeyi söyleyivermek, öyle zannedildiği kadar kolay ve herkesin harcı bir iş değil. Evvelâ, bunu becerecek kişinin, Abdü’l-Muttalib kâbında ve kimseye minnetinin olmaması lâzım geliyor. Cesâret, bilgi, nezâket gibi aksesuar özellikleri de, tabloyu tamamlayıcı unsurlar.

Türk milletinin; hem târih boyunca çektiği, hem de el’an çekmekte olduğu “dobrasızlık” çilesi, birkaç kelimeyle anlatılamaz. Ciltlerce roman hacmindeki bu “hassa”mızın özünde; bizim gurûr, haysiyet, şeref adddettiğimiz kimi hasletlerin, muhâtablarımız tarafından budalalık, ahmaklık heybesine konulması yatmaktadır.

Misâfire gösterdiğimiz izzetin, ikrâmın bile ters tepip başımızda boza pişirmesi, nasıl bir Dünyâ’da yaşadığımızı gösterir.

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, yâni meşhûr 93 Harbi, Ayastefanos Andlaşması ile ve bizim açımızdan tam bir hezîmetle noktalanır. Rus Çarı’nın kardeşi başta olmak üzere, kalabalık Moskof hey’eti, Beylerbeyi Sarayı’nda ağırlanır. O sırada idrâk edilen Ramazan ayı münâsebetiyle, İstanbul câmileri mahyâlarla donatılınca, Beylerbeyi’nin misâfir Rusları, bunu kendilerine gösterilen bir hürmet nişânesi zannederler. Kandil ve mahyâ donanmasının, Ramazan ritüeli olduğunu “dobra dobra” söyleyemediğimiz için; işlemediğimiz suçların, sipâriş üzre günahların fâili ilân edile edile Milenyum Çağı’na geldik…

Leblebi şekeri, nasıl “hudâ-yı nâbit” değilse, sonradan görme bir kısım âdemoğlu da hakikî tadını rafa kaldırmış. Sahtelikler, riyâkârlıklar, cemiyet hayâtında öyle şiddetli anaforlar meydâna getiriyor ki, bâzen tasnîf ve sıralama işi bile hakkıyla yapılamıyor.

Hem öyle, hem böyle görünebilmek uğruna; girmediği kılık, sürmediği boya, atmadığı takla kalmayan; sonra da, kendini nümûne ilân edip mürîd kaydına başlayan sahte şeyhlerden gınâ geldi.

İlâhî mesajın tok ve kat’î sesi, mecrâsında rakîbsiz yol alırken; hemen her devirde görülen “detone gırtlaklar”, koro dışında kaldıklarını fark dahî edememişlerdir. Lâkin, buna rağmen, o temrin sâhiplerindeki “küçük dağları yaratma” sendromu önlenememiştir.

Sâdelik, tevâzû, kendini bilme gibi müsbet insânî hasletler; ne kadar mâzî sîgasıyla telâffuz edilse de, hâl-i hazır ve gelecek damgalı olanlarına rastlamak, yine mümkün. Bu, biraz da şahsın duruşuna, niyetine, mayasına bağlı. “Bedmâye” olanların mihekk taşına müracaatı, abesle iştigâl makâmında beste çıkarıyor.

Bir vâkıâ; varken yok, yokken var sayılıyorsa, muhayyel cumhûriyetler kurmuşuz demektir. Azmimizi, gayretimizi ve de ümîdimizi keskin oraklara hedef yapanlar, ağız dâirelerini kulakları hizâsına uzatmış durumdalar…

Okudukça cehâleti artan kişinin, okuduklarına bir bakmak lâzım. Dünyâ’nın hemen her tarafında umûmî kanaat, “okuma”nın fazîleti üzerinde teşekkül etmiştir. Lâkin, bu ortak beşer hükmüne riâyet edersek, kâğıda veya ekrana aktarılan ne varsa, hepsini mukaddes bilmemiz îcâb edecek.

Elbette, olmaz öyle şey… Bugün, teknolojik sür’at ve refâhı arkasına alan matbuat; menfî, şeytânî, muzır, hattâ cinâî, hayvânî harf torbalarına müşteri çekmenin cazgırlığını yapıyor. En bedihî ve “bahnâme”leri mâsûma çıkaracak süflî yazı müsveddelerini, rekorlar kırarak okuyan cemm-i gafîr; hangi sâkin denize yelken açabilir?

“Efendim, okumanın zararlısı olmaz. İnsan, okuduğu her şeyden istifâde eder.” tarzında seyr ü sefere çıkan görüş, bütün insanlığı bir hayvanat bahçesine tıkmaya azmetmiştir.

Altyapısı sağlam kişinin, göz zâviyesini genişletmek bâbında, menfî yazı nümûnelerini okuması, sâdece çeşni vazîfesi görür. Ama, hiçbir tedâriği olmayan ham-ervâh ehlinin, daha ilk sahifeden başlayarak salya ifrâzâtlı manzaralara işmâr etmesi, eşyânın tabiatındandır.

Geminin yan yatması, batmaya gönderilen tanıdık selâmıdır. İlk basamağı kazârâ atlayanlar, tökezleme ânını kaçırmış sayılmazlar…

“Fetih” ve “İnşirâh” kelimeleri, aynı bahçenin gülleri. İkisi de ferahlığın; huzûra, sükûna ulaşmanın anahtarı mevkiinde tebessüm ediyorlar.

“Miftah” sözünün “fetih” menşe’li ışıklar saçmasında da “inşirâh” bukleleri var. Açmak, açılmak, kötülük ve kirliliklerden arınmak; fethe, inşirâha sırt dayamakla mümkün.

Fethin de inşirâhın da, daha telâffuzu ânından başlayarak, insanı rahatlatan, sertliklerini yumuşatan bir asâlet tavrı bulunuyor.

Mirâc öncesinde vücûdunu ve zihnini saran sıkıntılardan daralan Hz. Peygamber’in, ilâhî operasyonla inşirâha taşınması; aynı adı taşıyan sûrede, okuyanlara da gönül genişlikleri getirmeye devam ediyor.

Mekke’den başlayarak, içlerine İstanbul’un dâhil olmasıyla daha bir mânâ kazanan nice revnaklı şehir, “fetih” muştusuyla “beyaz”lara büründü. Hep “feth-i mübîn” hedefine kilitlenen Türk târihi, o kutlu hâdiseyi milâd bildi.

“Fetih’den Önce” ve “Fetih’den Sonra” diye atılan paragraf kalıpları, ciltler dolusu gönül serinliği getirdi.

İstanbul’un Fethi; Belgrad’ın, Budin’in, Bağdad’ın, Kâhire’nin fetihlerini de parantezi içine aldığını bildiği hâlde, kibirlenmedi…

Medeniyet, izâfî değeri en çok değişen mefhûmların başında geliyor. Çünkü, her şahsın ve cemiyetin farklı bir medeniyet kavrayışı, anlayışı var. Böylesine muazzam bir değişme hacmi, her türlü standart teşebbüsünü akîm bırakır.

Bâzılarına göre medeniyet, teknolojik refâhın şâha kalkmasıdır. Kimi çevreler içinse, etrâfımızda görüp gözetlediğimiz fizikî dokunun inceliği, kalınlığı mes’elesidir. Ama, en rağbet gören medeniyet etiketi, Müslümanı ve tabiî ki, Türk’ü yok sayma cehdidir.

Ne garîbdir, bizi Dünyâ arenasında boğazlanırken seyretmek isteyenlere, en büyük destek, bizim içimizden geliyor.

Rum, Ermeni, Yahudi propagandaları, iri kıyım devlet destekleriyle, Türk’e hayâtı haram kılma programını yeniden devreye soktular. Piyon olarak seçtikleri gâfil zümreleri, papağan misâli yalan tâlimine tâbi tutuyorlar.

Mitoloji başta olmak üzere, sözde medeniyet timsâli sayılan epeyi bilgi demeti; yalana, kasta ve şarlatanlığa kurbân ediliyor. Zâten, bahsi geçen lâf kalabalıklarının erâtı da lejyoner mevkiinde görünüyorlar.

“Benim medeniyetim, seninkini döver” mantığı ile, mukaddes topraklarda âh u figân sütûnlan yükseltiliyor. Kimin kimi döveceğini bilemeyiz ama, medeniyetin imhâsı şeksiz duruyor…

Çabanın hebâ oluşunu kaçıncı def’âdır çilekeş locasından seyrediyoruz. Anlıyor ve idrâke çalışıyoruz ki, mâziden ders çıkarma hassamız, küt bıçak hükmünde bile değil.

Gayretin, şuûrdan nasîbsiz olanı, sâhibini serseri mayın târifesine abone yapar. Türk Devleti’nin son iki asırdır başına gelenler, hep bu şuûr eksikliğinden havâleli. İpin ucunu gevşek tutanlar, tam son hamleye niyet ettiklerinde, ellerindeki nesnenin, parmak uçlarından kayıp gittiğini, şaşkınlıkla temâşâ ederler.

“Dostlar alışverişde görsün” mantığı ile ortaya konan çaba, neticede kâr getirmiyor. Zarar hânesindeki kabarma, emsâline dudak uçuklatacak bir grafik çiziyor.

İsrâil’in son Gazze katl-i âmı üzerine, Dünyâ’nın eveleme-geveleme şampiyonluğunu, başka diyarlara kaçırmadık. Aynı zamanda, bölgeye getirilecek barış(!)ın patentini göstermek üzere, olmayan ayranımızı içecek beyne’l-milel seyâhat plâtformları aradık.

İnsanın, kendisinin dahî inanmadığı bir tavrı, başkalarına tasdîk ettirmeye çalışması, ancak bize mahsûs bir politikacı slüeti olmalı.

“Yenile yenile yenmesini öğreneceğim.” diyen Rus Çarı’na özenenler, sonunda yine yenildiklerini görüyorlar. Çünkü, ibretin terk ettiği çaba ile, başka türlüsü mümkün görünmüyor… Görünse bile, ifâde edecek kelimemiz kalmadı.

Kelimesizlikten bunaldık. Ortalık yerde dolaşan, alayla lâf kalabalığı var ama; haysiyetli, sözün hakkını veren kelime, dilden ve kalemden sâdır olmuyor.

“Münevver”i yele verip “aydın”a temennâ çaktık. Geldiğimiz yer, ne yaptıysak bir türlü aydınlanmadı. “Nûr”dan kaçan nesiller, “kelime”nin asâletine kat’iyyen tahammül edemiyor. Nesebi sağlam ne kadar kelimemiz varsa, cümlesini mezâra koyduk. Bununla kalınsa iyi. Onların hâtırâlarına bile katl-iâm emirleri çıkardık.

Böyle gecenin sabâhından hayr umulmayacağı, akıl sâhibi her kulun mâlûmu. Bu yüzden, diz dövmenin hiç yeri ve mânâsı yok. Arab, Fars menşe’li diye cüzzamlı ilân edilen tümenle kelimenin yerine, Batı dillerinin her birinden, hesapsız söz oyuncakları getirdik.

Mes’ele, “yabancı” addedilen bir öze sâhip bulunsaydı, en azından akrabâlık sınırı konur, bu konuda saygı hisleri harekete geçerdi. Fakat, işin temelinde; yerlilik, yabancılık ayırımı değil, “İslâm”a bühtanda bulunmak gayreti yattığından, bizi ondan ve örfümüzden soğutacak bilumum tedbirler alındı.

Şimdi, Türk’ün canına kastedenlerin hasat zamânı. Ektiklerini biçiyor olmanın saâdeti içindeler. Onlara budama ruhsatı verip vermemek, kelimelerimizin rûhâniyetine kaldı.

“Budatmak” fiili, sipâriş hevesiyle birleşince ortaya ne çıkar? Türk coğrafyasında yaşanan vatan erozyonu -ki, sürdürme gayretleri hız kesmeden devâm ediyor- böyle bir ısmarlamanın fotoğrafıdır.

“Moda” adı altında pazarlanan nice çirkin ve sakîl görünüş, bu budatma hâleti yanında bir hayli sevimli kalıyor. Neticesi arasında ahlâkî eksiklikleri de barındıran, kendi rızâmızla küçülme çabası; “ihânet” damgalarının gaflet kâğıdına basılmış boyalı nüshalarını, dört bucağa dağıtıyor.

İkinci Viyana Kuşatması’nın ardından sökün eden eblehlik, hamâkat ve dalâlet deverânı, maalesef bir türlü durdurulamadı. Akl-ı selîm ve hüsn-i niyet mahrûmu bir avuç karanlık ehli, hâlâ Türk’ün bağına, bahçesine göz dikmiş vaziyette alesta duruyor.

Aynı menbâdan beslenen bâzı irin olukları, ha bire ufûnet ağdırıyorlar. Yok, Ermeni’den özür dileme; yok, Rum’a goygoyculuk; derken Türkçe’nin göz bebeğine yaş kümeleri toplatan, devlet televizyonu ile Türk’ü budatma gayret-keşliği.

Kadîm saray maskaralarını dahî ciddî ve seviyeli kılan bayağılıklarla orak, tırpan tutan ellere yağ döken palyaço anlayışı, “budatma” hazzı ile mest olmuş inliyor…

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -