Ana Sayfa 1998-2012 Dünyanın Kalbini Dinle!

Dünyanın Kalbini Dinle!

Doludizgin küheylan, asırlardır beklenen kutlu müjdeyi arzın her köşesine yayıyor; Ortodoks keşiş: “Konstantinapolis’te Latin serpuşu görmektense Osmanlı sarığını tercih ederiz!” isyan bayrağını açıyordu; adalete susamış birinin ruh haliyle…

- Reklam -

Cenevizli, atılan humbaralardan ocağının başına yıkıldığını arzedince, derhal arzusu karşılanmış; yürek fethi gerçekleşmişti. Düşman saflarındaki biri, Fethin Mimarı’na şikayet gücünü nereden alıyordu?

Yirmi birindeki Mehmet, gece yarılarına kadar didinmişti; Cenevizlinin evini tarumar eden, ‘düz giden havan’ dı; ‘kavisli havan’ın çizimi de ona nasip olacaktı.

“Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes…!”

Teheccüd vakti tomur tomur terleyerek uyandı; elli iki seher beklemiş; Yaradan’ın yardımıyla sona gelmişti. Otağından, Altın Boynuz’a bakıyor; dudaklarından “İzaca” dökülüyordu. Lider, risk alandı: “Gemiler karadan…!”

Bir gece yarısı Beşiktaş sahilinden yağlı kütüklere bindirilen kadırgalar, dağları delen Ferhat misali Galata’dan Kağıthane’ye, oradan Haliç’e salınıyor…

‘Küfrün önderleri’ Sarayburnu’ndan Karaköy’e çekilen zincirin verdiği rehavetle derin uykulara dalıyor; tan yeri ağarınca acı akıbeti tadıyorlardı.

- Reklam -

“Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek; dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek; kerpetenle rle surun dişleri sökülecek…”

Yıllar var ki, tebaasına zulümlerden zulüm beğendiren, ‘halkını kilise fareleri kadar yoksul bırakan’ İmparator, ırkdaşlarını yangının ortasına atmış; canlı kalkan misali siper etmişti. Bizans’ın Grejuva ateşleri, gemilere sağnak sağnak yağıyordu.

Rakibini alt eden, ama asla aşağılamayan “yüreği Istanbul kadar geniş adam” ise, şehri kansız almak muradındaydı; fetih devletini görsünler diye…

İmar eden mimar, şehre, vakarla süslenmiş tevazu ile girdi. Geride on binlerce Hamza yürek bırakarak… “Müminlerden öyle erler vardır ki …!”

Gürani, Akşemseddin, Hüsrev…’in elinde genç adam, bilgi ile edebi harmanlamış; şehir medeniyetinin kapılarını açmıştı. Ayasofya’da soykırım bekleyen zayıflara: “Asırlardır, öz yurdunuzda garip, öz vatanınızda paryasınız; lâkin bundan böyle gökyüzü kadar hürsünüz!” mesajını veriyordu…

- Reklam -

Selahaddin’in Kudüs onurunu üç asır sonra cengaverleriyle yaşayan kumandan, elinde demir topuz, safları yarıyordu; “o ne güzel kumandan, onun askeri ne güzel asker”di. “Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü / Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü.”

Şehzade Orhan, ihanet çemberinin içinde, Akıncı’ya karşı, Bizans mı kesilmişti? Altı yüz ırkdaşıyla… Demek Coni, kiralık katil tutmayı ondan öğrenmiş; kendi silahıyla vurmuştu, Kûfe’yi, Halepçe’yi, Kabil’i…

‘Ufuksuz’ Beylikler, sınırboylarında kardeş kanı dökerken, leventler gaflet yurdunu, bir baştan bir başa Tevbe yetmiş bir’le aydınlatmış; güvenin başkenti olmuştu. Akkoyunlu, Karakoyunlu… hayırda yarışmayı bırakmış; nakus sesine boyun eğmişken, ötelerden bir gür seda, “Nush ile uslanmayanı tekdir etmiş”, sıra ‘köteğe’ gelmişti.

Pontus, korkunun ecele faydası olmadığını anlamak için sekiz sene ölüp ölüp dirilmiş; Sırp çizmesinin gladyatörlerine karşı: “Yok mu, bir sahip!” çığlığına uyanan Bosna, küllerinden yeniden doğmuştu. Adriyatik, artık köle pazarı değil, özgürlük deryası olacaktı.

Tuna bir başka akıyor; Mostar, yaldızlı sulara kucak açan ‘hilal köprü’ye kavuşuyor; dört asır, evrensel çağrının dinamik gücü oluyor… kıtanın en batısında, Gırnata’da esen hikmet meltemi, Travnik’te metafizik poyraza dönüşüyordu.

Roma’nın fethi yakındı; Sevilla’yla Goradze tarihi buluşmaya hazırlanırken, Çağın Son Nemrutu’nun yerle bir olmasına ramak kalmıştı. Toronto limanında demirleyen Akıncılar, tam da “Endülüs’e merhaba!” diyecekken bulutlar acı haberi getiriyor… Çizme’de halklar kan ağlarken, Giyotinci Papa derin bir nefes alıyordu.

Doktoru, Venedikli ‘dönme’ Yahudi Maestro, adı Yakup olsa da gönlü Azer’di… zehri gıdım gıdım akıtırken… atını denize süren Hanzele coşkusuna…

“Köprüler yaptırdım, gelip geçmeye / Çeşmeler yaptırdım, suyun içmeye” erenleri için hizmette sınır yoktu; güneş balçıkla sıvanmaz, mızrak çuvala sığmazdı. Demek, Hırvatlara köprüyü yıktıran, derin bir redd-i miras duygusuydu.

Fethin getirdiği çağlarüstü prensip, gittiği yerde taş üstüne taş koymaktı; taş üstünde taş bırakmamaksa işgalcinin mesleğiydi, Timurlenk’ten bu yana; Vietnam’da, Somali’de… Sömürgeci görüldüğü yerde gayya’ya yuvarlanırken; fatihlerin kıymeti Kaf Dağının ardında daha iyi bilinirdi.

Ekinlere zarar vermeden, suları zehirlemeden, ecnebinin siyanürünü ozon tabakasına boca etmeden…. Garpta yedi yüz elli, şarkta altı yüz yirmi sene doyasıya yaşanan medeniyet iklimi, “verilecek hesap”a dayanıyordu.

Tabiat boşluk kabul etmez. Yedi Tepeli Şehir, nice zaman sonra, yerli / yabancı; kökü içerde / dalı dışarda ‘derin’lerce yağmalanmış; Çandarlı’dan Enver’e; Şehzade Orhan’dan Mithat’a uzanan ihanet bulutunun sisinde boğulmuştu. Attan inen medeniyet, rehaveti bulmuş; umut dağıtan kent, hayalini yitiren biçareye dönmüştü.

Şimdi aynı meydanda, Manisalı Fatih Mehmet, Bitlisli Metin’le; şehadet kervanında sonsuzluk yurduna yürüyor; Ensari, Haliç kıyısından kadırgaları gözlüyordu…

Atlılar, ufukta ne zaman belirecekti?

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -